DEMET CENGİZ*
Bu yıl yaz mevsimini pek anlayamadım. O çıldırtıcı sıcağa, o boğucu neme, hayatımda daha önce hiç dökmediğim kadar çok tere rağmen bu yıl yazı anlayamadım.
Bahardı. “Yolum Bodrum’a düşerse uğrayacağım” dedim Özdemir İnce’ye.
“Hayır” diye itiraz etti “Yolunu illa düşüreceksin” dedi.
Görev edindin; düşürmem lazım kendimi Bodrum’a. Ama nasıl? Ne ara? Roman üçlememin üçüncüsünü yazacağım ve her romanımda olduğu gibi Kuşadası’nda yasemin kokuları arasında bahçede oturup başlayacağım. Geciktim. Nereye geciktim? Hangi sabitlenmiş zamana geciktim? Kim söyledi bana neyi ne zaman yazacağımı? Ah evet, içimdeki beni hep kırbaçlayan o zorba söyledi!
Ama düşürmem lazım kendimi Bodrum’a.
Buluyorum istikameti Bodrum olan bir vatandaş, zam üstüne zam yiyen benzin parasını bölüşüyoruz. Gece yolculuklarını, uyuyamadığım için sevmiyorum ama düşürmem lazım yolumu Bodrum’a.
Sabaha karşı varıyorum sözü edilen köye. Gece bana verilen adrese göre ev tepede ve bir kayanın altında.
Yanlış söyledi herhalde, diye düşünüyorum, kayanın altında ev olmaz; üstünde olmalı.
“Kimse bulamaz burayı. Köy merkezine gelince ara, gelip alayım seni” diyor Özdemir ağabey.
Haklı; yolu yok, sokağı yok, haritada izi yok. Ama kıyamıyorum da sabahın köründe arayıp uyandırmaya… Belki bir köpek içgüdüsüyle, belki kedisel bir hassasiyetle evi buluyorum. Bahçe kapısından içeri giriyorum. Sade, sakin, tiril tiril bir bahçe… Huzurlu bir çardak altında beyaz tahta bir masa, etrafında mavi tahta sandalyeler… Söylediğimden de erken varmışım; en iyisi bahçede kendi kendimi eğlemek… Kitap okuyamam çünkü bana, yanımda kitap getirmememi söylediler. Okuyacaklarımı onlar tedarik edecekler. Henüz yasalara uygun olarak veya uygun olmayarak kapalı değilken X’te biraz tweet okuyayım, diyorum. Bakalım dünyanın başına neler gelmiş, Türkiye yine hangi kepazelikle sınanmış çünkü bu memleket iki saat ihmal edilmeye gelmiyor.
Sevimli görünmek için giydiğim pembe tişörtüme yolda kahve dökmüşüm. Etrafta kimse yokken hemen değiş tonton! Günün ilk ışıkları altında üstümü değiştiriyorum; uzaktan bir ineğin sesi geliyor, gecikmiş bir horoz ötüyor.
Sonra bakıyorum tepemde koca bir kaya… Meğer doğru söylüyormuş, bu ev kayanın altındaymış. Sisifos kayayı burada bırakmış gitmiş olabilir mi? Sisifos’a lanet eden tanrılara lanet olsun, diye içimden geçirirken tembel horoz bir kez daha ötüyor; belli ki göze girmeye çalışıyor.
Sonra bakıyorum o beyaz ev hızlıca uyanıyor; kepenkler ve ışıklar açılıyor. Telefonum çalıyor. Édith Piaf’ın ‘La vie en rose’ şarkısı kaç yüz yıldır telefonumun zil sesi… Abartmayı sevmiyorum ama eğer abartırsam öyle büyük laflar ediyorum ki abarttığım hemen anlaşılsın istiyorum. İnce çifti, beni bahçelerinde bekleyen bir kaçak gibi bulunca şaşırıyorlar. Bana bir oda veriyorlar. Kendime ait bir oda… İzin isteyip iki saat uyumaya çekiliyorum.
“Senden önce o yatakta Adonis” uyudu diyorlar.
Keşke aynı yatakta uyuyanlar birbirlerinin düşlerini görseler, diye geçiriyorum içimden sabah sabah nereden aklıma geliyorsa. Bir tek Adonis olamaz, kim bilir bu yatakta hangi edebi dehalar yattı benden önce? Hangi şairler? Hangi ressamlar? Yastık cennetinden tam da sevdiğim gibi dolgun ama yumuşak bir tanesine denk geliyorum, Adonis’in düşler gördüğü yatakta uyuyorum.
***
Bu ev öyle önüne kırmızı bant çekip “Dokunmak yasaktır” tabelası asılacak türden bir ‘müze ev’ değil. Yaşayan, tarih ve edebiyat kokan bir ev… Hayal edin; mutfakta bile bir kitaplık var. Bir kavanoz mısırın arkasında sıralanıyor Özdemir İnce kitapları…
Şimdi ben bu satırları mutfaktaki uzun masada yazarken kafamı kaldırıp bakıyorum; karşımda beyaz leblebi kavanozunun arkasında Ülker İnce’nin çevirileri…
Burası el değmez bir ‘müze ev’ değil. Masanın üzerinde, sehpanın kenarında, yatağın başında, her yerde ama her yerde kitaplar var. Bir tek tuvalette yok çünkü kitaba saygı var. Türkçe, İngilizce, Fransızca kitaplar… Ve kalemler… Kalemler her yerdeler. Okudukça altını çiziyorum kitapların; kalemlerin varlığına minnettarım. Küçük küçük rengarenk post-it’ler… Bu evde her an bir kitap okunup altı çizilebilir cümlelerin, sayfaya notlar alınabilir, post-it’ler ile sayfalar işaretlenebilir.
Bazen bir etüt salonuna dönüşüyor bu ev; herkes sessizce köşesinde okuyor; cümlelerin altını çiziyor. Herkes odasına çekilip yazıyor. Her sabah gazeteler okunuyor ve üç öğün yemek masasında sohbet ediliyor.
Kutlamalar da yapılıyor. İlk akşam benim gelişimi kutluyoruz, ikinci akşam İnce çiftinin 63. evlilik yıldönümünü. Aynı gün Özdemir İnce ilk kez tutuklandığı için onu da es geçmeyip anıyoruz. Tutuklanmalar kutlanacak özel günler değillerdir. Hele de şu anda haksız yere tutuklu olanları düşündükçe…
Özdemir İnce’nin şiirlerini, anılarını, çevirilerini konuşuyoruz. Söz Sartre ile açılıyor Rimbaud ile kapanıyor.
Bertrand, Lautréamont, Kavafis derken aklıma geliyor “Yahu bu adam Simyacı’yı Türkçeye çeviren adam” diyorum.
Kayınvalidesini kızdıran “Ülker’in dudakları ağzımda gülümsüyordu” dizesini hatırlıyorum ve hâlâ birbirleriyle tatlı tatlı flört eden bu çifte bakıp hayran oluyorum. İnsan sadece mutlu çiftlerin nasıl tanıştığını merak eder, öyle değil mi?
Şairleri herkes hercai bilir ama iki kez sorup teyit ediyorum: Özdemir İnce hayatı boyunca sadece tek bir kadına şiir yazmış. Ülker’e…
İskenderiye Dörtlüsü’nü çevirip Türkiye’ye tanıtan Ülker İnce… Lawrence Durrell’i George Orwell’i, Andrey Voznesenski’yi, Jared Diamond’u, Harper Lee’yi ve daha nicelerini Türkçede yaratan ve yaşatan Ülker İnce…
Edebiyat ve çeviri üzerine pek çok eser yazan, çevri dersleri veren Ülker İnce…
Burası bir ‘müze ev’ değil, evet, ama burası edebiyat hazineleriyle dolu bir ev… Hazinenin en büyüğü de evsahipleri…
Ülker’in namı ta Ankara günlerine kadar giden o meşhur pazar makarnasından da yedim ya… Artık gözüm açık gitmeyeceğim bu dünyadan.
Şiirlere, sözlere, yazılara, şairlere, yazarlara, filozoflara sarıla sarıla geçen Bodrum günleri… Ne iyi ettim de yolumu düşürdüm.
***
Gelmeden önce Bodrum kötülemeleri dinlemiştim.
Bodrum’un hiç tadı yok, diyorlar. Her yer boş, diyorlar. Beach’ler kapalı, diyorlar. Bodrum gazoz mu ki gazı gidince tadı kaçsın? Tatiller neden kalabalıklarda geçirilsin ki? Kumsala, sahile, plaja neden ‘beach’ denilsin ki? Neden kumsalda gürültülü müzik çalınsın ki? Dalgaların sesi varken neden DJ çalışsın ki? ‘Rüzgârı yakalayan’ bir maestro ile iki lafın belini kırmak varken neden eller havaya dans edilsin ki?
Tamam, onlar da yapılsın; nasıl olsa henüz kendi kibar diktatörlüğümü kurmadım ama gürültüyü eğlence diye dayatmayın. Ben Bodrum’dan hiç almadığım kadar tat aldım.