Yazılarımda, kimi televizyon programları, konferanslar ya da panellerde Erdoğan-AKP iktidarının gücünün zirvesinde olduğu bu günlerde paradoksal olarak en zayıf dönemini yaşadığını; dolayısıyla Türkiye’nin bu İslamcı faşizan yönetimden kurtulmaya hiç bu kadar yaklaşmadığını ileri sürdüm. Şaşkınlıkla karşılandı.
Bu şaşkınlık daha çok aydınlar ve siyasetçiler arasındaydı. Görece daha geniş kesimler arasında ise değerlendirmenin sevinç ve umutla karşılandığını gördüm. Ancak, her durumda -örtük de olsa- hep bir kuşku vardı; insanlar sanki keşke diyordu.
Öyle ya, ülkede her şey kötüye giderken, dahası AKP ve Tayyip Erdoğan neredeyse bir imparator kadar güçlü ve mutlak bir iktidar iradesine sahipken, ortaya attığım bu tez ajitatif bir motif gibi duruyordu.
Oysa ileri sürdüğüm bu tez, sadece siyasal sezgilere değil, sanılandan çok güçlü siyasal ve tarihsel verilere dayanmaktadır. O nedenle bu yazıda konuyu biraz daha açarak temellendirmeye çalışacağım.
DEĞİŞEN İKTİDAR DİNAMİKLERİ
AKP’yi iktidara getiren iç ve dış dinamiklerde son üç yıldır çok hızlı bir değişim yaşandı. Özellikle 12 Eylül 2010 Referandumundan sonra devlete egemen olduğunu gören AKP, dar İslamcı programını uygulamaya yöneldikçe egemen sınıf ve güçler arasındaki ortak zeminlerin de imha olmasına yol açtı. Eski iktidar bloku büyük ölçüde dağıldı, yeni ve fakat çok dar bir iktidar bileşimi oluştu.
Uzunca bir süre emperyalizm, küresel sermaye ve Türkiye büyük burjuvazisi için en kullanışlı araç olarak işlev gören AKPnin artık bu konumdan hızla uzaklaşmaya başladığını, sermaye içi daha dar (dinci) bir çevreye ve bu çevrelerle uzlaşan güçlere dayalı faşizan bir diktatörlük kurmaya yöneldiğini saptamak gerekiyor. Dolayısıyla, başlangıçta AKP iktidarına belli çekincelerle de olsa “evet” diyen ve bu süre içinde bütün kirli işlerini bu hükümete gördüren İstanbul burjuvazisinin ve/veya batıcı büyük sermaye çevrelerinin artık bütünlüklü olarak Erdoğan’ın arkasında durmadığını söylemek de mümkün.
Başka bir anlatımla, AKP ve Erdoğan artık sermaye sınıfının ve geleneksel iktidar blokunun bütün bileşenlerinin ortak çıkarlarını temsil eden bir siyasal hareket olmaktan çıktı. AKP, egemen güçler içindeki bir klik örgütlenmesine, bir hizbe, sermaye içi dar bir fraksiyona dönüştü. Anımsanacağı gibi, iktidar blokunun en önemli unsurunu oluşturan büyük sermaye içindeki ilk çatlak Gezi Direnişi sırasında ortaya çıktı. Daha doğrusu, Gezi/Haziran Direnişi sermaye içindeki bu çatlağı da görünür kıldı.
AKP ve Erdoğan 1 Kasım 2015 seçimlerinde büyük sermaye çevreleri ve Batıyı son anda yaptığı hamleyle bir kez daha ikna etmeyi başarmış olsa da; öngörülemeyen, güvenilemeyen ve özel bir ajandaya (programa) sahip olduğu ortaya çıkan bir örgüt olarak kuşkuları tam olarak gidermeyi başaramadı.
Erdoğan-AKP iktidarı, rejim değişikliğini tamamlamak ve ülkeyi öngördükleri bütün siyasal ve toplumsal hedeflere taşımak konusundaki ısrarını sürdürüyor. Aktüel olarak bu hedef başkanlık sistemi ve yeni anayasa olarak toplumun önüne konulmuş durumda. Çünkü, Siyasal İslamcı AKP ve Erdoğan, eski rejimi ve Cumhuriyeti (daha doğrusu cumhuriyetten geriye ne kaldıysa) yıktı, ama yerine kendi düzenini, mezhepçi faşizan bir siyasal yapılanmayı tam olarak kuramadı. Günümüzdeki siyasal ve toplumsal gerilimin ana kaynağını işte bu belirsizlik durumu, ortaya çıkan boşluk ve ülkenin içine girdiği yeni fetret dönemi oluşturuyor.
Diğer taraftan, ABD ve Batının desteği başta olmak üzere, AKP’yi iktidara getiren bütün dış dinamikler de son üç yılda değişti. AKP, Suriye’de ve genel olarak izlediği Ortadoğu siyasetinde ağır bir yenilgiye uğradı. Yeni Osmanlıcı siyasal-kültürel iddia dramatik şekilde çöktü.
Bu anlamda iç ve dış iktidar dinamiklerini büyük ölçüde yitiren AKP’nin meşru sınırlar içinde kalarak iktidarını sürdürmesi çok zordu. Bu nedenle kendi hukukunu bile çiğnemekten kaçınmadı. Çünkü AKP iktidarını sürdürebilmek için sandık desteği yetmeyecekti. Kaçınılmaz olarak dolayımsız baskı ve şiddet aygıtlarını devreye sokacaktı. Öyle de yaptı.
Parlamenter yollardan iktidarı ele geçiren AKPnin, milli irade hamasetine karşın bütün dinci ve faşist partiler gibi yönetimi demokratik yollardan terk etmeye niyeti yoktu. Nitekim 7 Haziranda o da öyle davrandı.
AKPNİN GÜÇ KAYNAKLARI
AKP’nin elinde kalan en önemli iki iktidar aracından birinin kitle tabanı, diğerinin ise MİT ve polis olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. AKP ve Erdoğan artık bu güce yaslanarak büyük sermaye çevrelerini ve Batıyı kendine mecbur bırakmaya, böylece ikna ve işbirliğine zorlama siyaseti izliyor. Ancak unutmamak gerekiyor ki, Nazilerin izlediği bu iktidar stratejisi, büyük sermaye çevreleri bakımından diğer bütün seçeneklerin tükendiği durumlarda geçerlidir. AKP açısından sorun da buradadır. Çünkü emperyalizm ve büyük sermaye çevreleri için bütün seçenekler tükenmediği gibi, ABD emperyalizminin Soğuk Savaş sonrasındaki en büyük stratejik planlaması olan ılımlı İslam siyaseti ve Büyük Ortadoğu Projesi de çökmüş durumda. Suriye’de sadece cihatçılar ve Erdoğan değil,, ABD ve Batı (NATO) da yenildi. AKP artık başarısızlığa uğramış rafa kaldırılmış arkaik bir projenin temsilcisidir.
Yukarıda genel çizgileriyle verdiğim toplu durum dikkate alındığında AKP’nin önünde iktidarı sürdürebilmenin tek bir yolunun kaldığı görülecektir; toplumu bölerek hem kötülüğü hem de korkuyu toplumsallaştırmak… Bunun için elinden geleni yapacaktı. Yaptı da.. AKP iktidarı, bir yandan kendisine oy veren seçmen kitlesini konsolide etmeye ve militanlaştırmaya çalışırken, diğer yandan da toplumdaki korku ve panik duygusunu derinleştiren bir siyaset izleyecekti.
Diyarbakır, Sur, Cizre, Silopi ve diğer Kürt kentlerinde devam eden ve şiddeti giderek yükselen iç savaş; Suruç ve Ankara katliamları, yaygınlaşan yargısız infazlar, polis şiddeti ve milliyetçi-dinci histerinin kışkırtılmasını başka türlü açıklamak mümkün değil.
Düşünebiliyor musunuz; Güneydoğuda söz konusu kent ve kasabalarda cesetler günlerce sokaklarda kalıyor. Yaralılar hastanelere götürülemiyor. Savaş hukuku ve ahlakının bile çiğnendiği kirli bir tasfiye ve imha siyaseti izleniyor. Devlet ilk kez kendi yurttaşlarının bir bölümüne karşı çığırından çıkmış bir şekilde ve düşman hukuku yaklaşımını bile aşan bir tutumla saldırıyor. Türkiye son 70 yıldır hiç görmediği bir duruma tanıklık ediyor.
Ancak bu iktidar etme yöntemi sürdürülebilir değildir. Çürütücü ve yıkıcıdır. Böyle şiddetli bir çatışma ortamının üzerine istikrarlı bir rejim kurulamaz.
Sonuç olarak AKP, iktidarını sürdürmek ve kendi rejiminin kuruluşunu tamamlamak için geri dönüş eşiğini aşmaya çalışıyor. Bunun için fiilen kurduğu dinci faşizan rejimi hukuksal güvenceye almak istiyor. Yeni bir anayasa ve yürütmenin sınırsız bir güçle donatıldığı başkanlık sistemi talebi bu bağlamda anlam kazanıyor.
Ancak, AKP’nin iktidar kaynaklarını ve gücünü değerlendirirken çok önemli bir başka etkene daha işaret etmek gerekiyor; AKP İktidarı en büyük gücünü, muhalefetin programsızlığı ve güçsüzlüğünden alıyor.
YİTİRİLEN MEŞRUİYET
Bütün veriler AKP iktidarının hızlı bir çöküş sürecine girdiğini gösteriyor. Ancak, muhalefetin dağınıklığı, devrimci bir programdan yoksunluğu ve güçsüzlüğü, AKP’nin siyasal ömrünü uzatıyor. Gezi /Haziran Direnişinin son çözümlemede yenilgiyle sonuçlanmasının temelinde de bu olgu yatıyor. Çünkü hiçbir kitle hareketi ya da toplumsal başkaldırı, ne kadar büyük, kapsayıcı ve yıkıcı olursa olsun örgütlenme, önderlik ve net bir siyasal hedef veya programdan yoksunsa yenilgi kaçınılmaz oluyor. Başta 1848 devrimleri olmak üzere modern tarih böyle yenilgilerle doludur.
Oysa, siyasal İslam sadece Türkiye’de değil, küresel ölçekte de büyük bir yenilgi yaşıyor. Dahası, bu yenilginin en önemli nedenlerinden birini de AKP iktidarının başarısızlığı oluşturuyor. Çünkü Türkiye’nin model ülke olarak merkezinde yer aldığı ılımlı İslam projesinin başarısızlığı, sadece bölge ölçeğinde değil, küresel boyutta da kimi sonuçlar yaratacak yeni bir gelişmeye işaret ediyor.
Öte yandan muhafazakârlar, İslamcılar ve sağlı sollu liberallerin oluşturduğu yeni gerici blok üzerinden kurulan siyasal ve ideolojik hegemonya da büyük ölçüde kırıldı. Özellikle islamcı hareket ile liberallerin oluşturduğu ihanet bloku dağılmış durumda.
İslamcı iktidar partisi aldığı mesafeye karşın, kazanımlarını henüz kurumsallaşamadığı gibi, ele geçirdiği tarihsel fırsatı da kaçırıyor. İktidar, medyanın yüzde 80ini doğrudan ve dolaylı şekilde kontrol ettiği halde, toplumdan yeni bir siyasal ve kültürel onay üretemiyor.
Öyle ki, AKP, önümüzdeki seçimlerde değil yüzde 50, yüzde 70 oy alsa bile ülkeyi yönetme meşruiyetini hızla yitiriyor.
YENİ LİBERAL HİLE
AKP kendi hukukunu henüz kuramamış olsa bile, devleti bütünüyle ele geçirmiş, bir tehdit unsuru olarak gördüğü bütün kurumları ya teslim almış ya da tasfiye etmiş durumda.
Tam bu arada bir parantez açarak önemli bir not düşelim; sağlı sollu liberaller bu topluma, ülkeye, kendi değerlerine, insanlığın ilerici tarihsel birikimine ihanet etmiş olmanın yol açtığı ağır suçluluk duygusunu azaltmak için olsa gerek, AKP iktidarına karşı muhalif bir tutum takınmış görünüyorlar. Ancak, yine bir şark kurnazlığı ile ince bir ideolojik hile yapıyorlar. AKP’yi değil, ondan bağımsız ve soyut bir devlet kavramını suçluyorlar. Son akademisyenler bildirisi bile böyle. Örneğin bu bildirinin hiçbir yerinde AKP iktidarı anılmıyor. Sürekli devlet deniyor. İlk bakışta daha radikal gibi görünen bu söylem, aslında sağcı bir tutumu yansıtıyor ve İslamcı gericilikle yeni bir uzlaşmanın da kapılarını aralıyor.
Çünkü hedef olarak AKP iktidarından bağımsız, hatta ona karşı bir devlet varmış gibi analizler yapılıyor. Öyle ki, aralarında (örneğin Cemaatçi yazarlar) Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının Ergenekon ile uzlaştığını söyleyecek kadar saçmalayanlar ve gerçeklikten kopanlar bile bulunuyor. Üstelik Ergenekon ve diğer davaların alçakça bir tertip olduğunun hiçbir yorumu gerektirmeyecek şekilde ortaya çıktığı koşullarda bunu yapıyorlar. Bu tutum, AKP’nin devleti bütünüyle ele geçirdiği, en azından bu aygıta egemen olduğu ve onu yönettiği gerçeğini gizlemekten başka bir anlam taşımıyor. Özetle liberaller, yeni bir ihanetin yolunu döşüyor.
Ancak, Erdoğan ve AKPnin bu pası almadığı, buna ihtiyaç duymadığı ya da en iyi olasılıkla durumu anlamadığı görülüyor.
Bu parantezi kapatırsak, şöyle devam edebiliriz; işte tam da bu momentte, Türkiye yeni bir toplumsal uzlaşma ve bir istikrar ortamına değil, çok katlı ve çok yönlü bir krize sürükleniyor. Üstelik bu krizin, iç savaş olasılığını da içinde taşıyan bir derinliğe sahip olduğu görülüyor.
İSLAMCILARIN HESAP HATASI
Bir kez daha altını çizerek ifade edersek eğer; mezhepçi/dinci faşizan iktidarın en güçlü olduğunun sanıldığı bu dönem, paradoksal olarak aslında onun en zayıf olduğu ve inişe geçtiği sürece de işaret ediyor.
Çünkü, AKP’ye yön veren kadro ve Tayyip Erdoğan çok önemli bir siyasal ve tarihsel hesap hatası yaptı. Bu hesap hatası şudur; İslamcılar ve AKP, milletin çok büyük bir kesiminin Cumhuriyet ve laiklikle kavgalı olduğunu sanıyordu. Cumhuriyeti bir avuç seçkinin rejimi olarak görüyordu. Sedece İslamcılar değil muhafazakâr sağın bir kesimi de bu tarih tezi paylaşıyordu. Bu nedenle İslamcılar, gerçekte yüzde 8 ila 12-15 aralığında bir seçmen destekleri bulunmasına karşın, dar bir dinci programı bir uzlaşma bile aramadan bütün ülkeye dayatmakta sakınca görmediler.
Bu kutsal amaç için her türlü hile, yalan ve sahtekârlığı birer siyasal mücadele aracı olarak kullanmaktan kaçınmadılar. Çünkü ortada muhafazakar ya da merkez sağ bir partinin iktidarı değil, karşı devrim programı uygulayan ve tarihsel gericiliğe yaslanan İslamcı bir siyasal hareket vardı. Bütün hesaplarını Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte devlet ile millet arasında bir kavganın bulunduğu” varsayımına dayandırıyorlardı. Böylece milleti devletle barıştırma gerekçesiyle Cumhuriyetin ilerici kazanımlarını tasfiyeye yöneldiler.
İşte tam da bu aşamada beklenmedik şiddette “sivil” bir direnişle karşılaştılar. Gezi Direnişi ve Haziran İsyanının anlamı budur. Toplumun büyük bir kesimi liberallere dönüp, “Yalan söylüyorsunuz, Türkiye demokratikleşmiyor, tam tersine dinci bir dikta rejimi kuruluyor” dedi. Türkiye gericiliği bu toprakların 200 yıllık aydınlanma geleneği ve ilerici birikimini hafife almıştı. Bu ülkedeki devrimci damarın tahminlerin çok ötesinde bir derinliğe ve güce sahip olduğunu görememişlerdi. Oysa Cumhuriyetin ima ettiği değerler sanılandan çok daha büyük bir kitle desteğine sahipti.
Bu tarihsel olguyu sosyalist solun büyük kesiminin ve Kürt hareketinin de göremediğini ve halen kavramaktan uzak olduklarını ayrıca vurgulamak ve altını önemle çizmek gerekiyor. Türkiye’de sol muhalefetin belki de en önemli sorunu budur.
AKP SİLKELENSE YIKILACAK AMA…
Bugün AKP İktidarı, tıpkı amblemindeki ampul gibi asılı durumda. Altı boş! AKP İktidarı ve Tayyip Erdoğan en zayıf dönemini yaşıyor. Bu nedenle çok korkuyorlar. Uykularının kaçtığından eminim. Bırakın diğer etkenleri, sadece bölge jeopolitiği bile bütünüyle bu iktidarının karşısında. Rusya ve İran Erdoğan-AKP iktidarına karşı, bir savaşı bile göze alacak düzeyde açık bir tutum içinde.
İşte bu nedenle iç ve dış iktidar dinamiklerini büyük ölçüde yitiren, aklı alınmış ve baştan çıkarılmış kalabalıkların desteğinden başka -ki sandık hilelerini bir yana bıraksak bile- dayanağı kalmayan AKP’den kurtulmak hiç bu kadar yakın olmamıştı. Özetle AKP iktidarından kurtulmak için bütün nesnel şartların hazır.
Ancak bilmek gerekiyor ki, AKP’den kurtulmak için koşullar çok elverişli olsa da, bu iktidar kendiliğinden yıkılmayacak. Bir mucize de olmayacak. Örneğin patlayacak bir ekonomik krizin bu gerici diktayı tasfiye edeceğini beklemek boş yere umutlanmak olacak. Çünkü yukarıda da belirttiğim gibi, Erdoğan-AKP iktidarının gücü, esas olarak muhalefetin güçsüz, çapsız ve programsız olmasından kaynaklanıyor. Bu durumda bir ekonomik kriz bile tek başına AKP’den kurtulmak için yetmez. Dolayısıyla AKP iktidarı ancak doğru bir program ve devrimci (sosyalist olması gerekmiyor) mücadele sonucu yıkılabilir.
Yani AKP iktidarının yıkılması için bütün nesnel koşullar hazır olmasına karşın, öznel durum (muhalefet) hazır değil. Bu durum çürütücü bir etki yaratıyor. Ülke kıstırıldığı köşeden çıkamıyor, tarih ve toplum acı çekiyor. Anlatmak istediğim budur ve öznel koşulları hazırlamak bizim omuzlarımızdadır.