ABC Politik

Merdan Yanardağ
6 Mart 2016
Email :

Bugün ortada öyle bir siyasal tablo var ki, bu ülkede artık kimse mevcut anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak suçlamasıyla soruşturulamaz, yargılanamaz. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti artık tanımsız, anayasasız, tarihsel referansları belirsiz, üzerinde mutabakat sağlanmamış bir devlet durumunda.

Ülke tam anlamıyla bir iktidar boşluğu yaşıyor. Türkiye siyasal merkezin dağıldığı, farklı iktidar odaklarının oluşmaya başladığı ve devleti bir arada tutan asgari hukukun bulunmadığı bir dönemden geçiyor. Bu bir fetret durumudur. Türkiye gereğinden fazla uzayan sancılı bir fetret döneminin içinden bir yön ve çıkış yolu arıyor.

Bu duruma son verecek olan güç, yeni bir kurucu iradedir. Erdoğan ve siyasal İslamcı hareket cumhuriyeti yıktı, ancak bir kurucu irade ortaya koyamadı. Kuruculuk için birikimleri, donanımları, tarihsel referansları, bilgileri, görgüleri ve güçleri son derece yetersiz. Tarihin akışını, dünyanın içinden geçtiği büyük dönemeci, bölgenin siyasal durumunu doğru okuyamadıkları için bir kurucu irade oluşturmaları da son derece güç.

Diğer taraftan ülkenin ilerici, aydınlanmacı ve devrimci güçleri de yeni bir kurucu irade oluşturamıyor. Çünkü solun önemli bir bölümü de ülkenin içinden geçtiği tarihsel dönemeci bütün boyutlarıyla kavrayamadığı gibi, ağır bir liberal kirlenme yaşıyor. Devrimci olmayı değil, “demokrat” olmayı tercih ediyor.

Erdoğan ve Siyasal İslamcı ekibinin, gerici de olsa kurucu irade oluşturamamasının çok önemli başka bir nedeni ise, Türkiye’nin aydınlanma ve modernleşme birikimini hafife almasıdır. Oysa, bütün kusurlarına karşın bu ülkenin ilerici ve devrimci birikimini dikkate almadan atılacak her radikal adımın, toplumun işleyiş yasalarına, tarihin mantığına ve insanın doğasına karşı bir savaş, üstelik kazanılması imkânsız bir savaş olacağı açıktır. Türkiye gericiliği işte bu durumu anlayamadı.

***

Daha önceki kimi yazılarımda da işaret etmeye çalıştığım gibi; Türkiye’de “Birinci Cumhuriyet”in tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımı oluşturuyor.

Bu hipotezi biraz açalım; İslamla laikliğin bir arada olamayacağı, eleştirel akla ve bilime dayalı bir toplumsal ve siyasal düzen kurulamayacağı; dolayısıyla Batılı anlamda demokratik rejimlerin Doğuda maddi, kültürel ve tarihsel temellerinin bulunmadığı ileri sürülüyordu. Bu nedenle Doğuya özgü ve düşük yoğunluklu bir demokrasinin, örneğin sandığa dayalı çoğunlukçu (çoğulcu değil, çoğunlukçu) bir düzenin yeterli olacağı belirtiliyordu. Dinsel dogmaların birey ve toplum hayatını belirlediği, fakat mutlak şekilde ABD ve Batı emperyalizminden yana olacak bir model/rejim öneriliyordu.

Batılı oryantalist teorisyenler, genel olarak Doğunun, özel olarak da İslam dünyasının, Batıda gerçekleşen aydınlanma ve modernleşme yolundan ilerleyerek laik düzenler kurup kendilerini yakalamasından korkuyorlardı. Böyle bir gelişme küresel emperyalist hegemonyayı sarsacak ve belki de bitirecekti. Dolayısıyla Batı için dünya pazarını daraltacaktı. Bu nedenle kötü ve yozlaşmış modernleşme örneklerini gösteriyor ve “bakın olmuyor diyorlardı.

Dünyanın zengin enerji yatakları üzerinde bulunan İslam ülkeleri havzasındaki en başarılı örnek Türkiye olduğundan, bu tezin güçlendirilmesi için Cumhuriyeti tasfiye etmeleri gerekiyordu. Ettiler de…

İşte bu kirli operasyonun işbirlikçileri ise, aklı Ortaçağ karanlığında kalan, çapsızlıkları ve yetersizlikleri nedeniyle iktidara ve servete ulaşmanın tek yolu olarak Siyasal İslamcılığı gören, dolayısıyla küçük mezhepçi hedefler ve şeri kazanımları için bütün ülkeyi feda etmekten çekinmeyecek yerel gericilikti. İslam dünyası ve Türkiye büyük bir ihanetle karşı karşıya kaldı.

***

Türkiye’de tarihsel gericilik siyasal İslamcılar tarafından temsil ediliyor. Bu alanın içinden doğan AKP, emperyalizmle kavga ederek değil, işbirliği yaparak iktidar olunabileceğini gören Siyasal İslamcıların partisiydi.

AKP liderleri tam da bu nedenle Necmettin Erbakanın Milli Görüş hareketinden ayrılmışlar ve ABD’nin İslam dünyasına ilişkin bir siyaset planlaması olan Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçası olarak partilerini kurmuşlardı.

Bu anlayışı Doğunun ve Türkiye’nin İslamcı yazıcıları da tersinden destekliyorlardı. Onlar da laik bir modernleşme projesinin başarısız olduğunu ileri sürüp, Batının ilmini ve fennini alıp, kültürünü reddetmeliyiz diyorlardı. Oysa sorunun temeli burada bulunuyordu.

Çünkü Batıyı Batı yapan, tam da o reddettikleri ve çoğu kez bir ahlaksızlık saydıkları kültür oluyordu. O kültür, genel çizgileriyle insan aklının özgürleştirildiği, laik bir toplumsal düzen, felsefe eğitimi, akla ve bilime dayalı bir devlet yönetimi demekti. Batının ilmini de fennini de gelişmişliğini de yaratan, dünyaya egemen olmasını sağlayan onun kültürüydü. Bu kültürün içinde emperyalizm olduğu gibi, akıl ve bilim de vardı.

İslamcıların asıl kaygısı Doğulu kimliğini, yerel kültürünü ve değerlerini korumak değildi. Referanslarını İslam’dan alan bir ideolojik hegemonya kurmak ve bunun üzerinden ele geçirdikleri ülkeleri emperyalizmle girdikleri yüz kızartıcı bir işbirliği içinde yönetmekti.

Uzun söze lüzum yok; Ortaçağ artığı Körfez Emirliklerine, Suudi Arabistan’a ve diğer ülkelere bakıldığında, tablo hayli net şekilde görülecektir.

***

Söz konusu girişimden, yani emperyalizmle işbirliği içindeki dine dayalı bir rejimden, örneğin Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu çizgisinden yeni bir uygarlık alaşımı çıkmaz. Olsa olsa kimliğini yitirmiş, bütün gücünü tüketmiş, içine düştüğü karanlık içinde kıvranan, çağının ve tarihsel ilerleme yatağının dışına düşmüş, acı çeken kıytırık bir rejim çıkar.

Daha net bir ifadeyle, bu büyük karşı devrimci saldırının mutlak başarıya ulaşması çok zordur. Tarihsel bir hesaplaşma ve sert bir çatışma yaşanmadan gericiliğin bu topraklarda zafer kazanması neredeyse imkansızdır.

Çünkü ortada iki büyük hesap hatası var: Birincisi bu ülkenin ilerici tarihsel birikimi ve aydınlanma geleneğini küçümseyerek hesaba katmıyorlar. İkincisi ise; ileri sürdükleri tarihsel, kültürel ve siyasal hipotezin temelsiz olduğunu ve yaşam tarafından yanlışlandığını görmemekte ısrar ediyorlar.

Ancak toplumun ilerici güçleri tarihin çağrısına uyup gereğini yapamazsa, ülke acı çekmeye devam eder.