Giderek sertleşen ve bir krize dönüşme eğilimi gösteren anayasa tartışması, esas olarak bir rejim kavgasıdır. Sorun ne darbe anayasasından kurtulmaktır ne düzen içi teknik bir idare hukuku düzenlemesi ne de demokratikleşmedir. Yıkılan cumhuriyetin yerine dinci faşizan bir diktatörlüğün kurulması girişimidir. Yüz yıllık aydınlanma parantezini kapatma hamlesidir. Çok yönlü ve çok katlı bir karşı devrim saldırısıdır.
Bu nedenle ilkesel olarak yapılması gereken şey; böyle bir tartışmaya taraf olarak kurulan zeminde yer almak değil, bu girişimi kategorik bakımdan reddetmek, tereddütsüz şekilde karşı koymaktır. Bu gerici faşizan girişime karşı savaşmaktır. Çünkü AKP’nin çerçevesini çizdiği nasıl bir anayasa tartışmasının tarafı olmak, bu girişime meşruiyet kazandırmak anlamına gelecektir.
Peki, Türkiye bu aşamaya nasıl geldi? Ülke nereye doğru akıyor? Süreç nasıl sonuçlanacak?
Türkiyede siyasal gerilim her geçen gün derinleşiyor. Dinci faşizan bir rejime doğru sürüklenen ülke adım adım bir çatışma iklimine, bünyesinde iç savaş potansiyelini de taşıyan sert bir kırılma noktasına doğru gidiyor. Bu çatışmanın açılacağı iki düzlem var; ilki yeni bir aydınlanma ve devrimci cumhuriyet, diğeri ise ülkenin Ortaçağ’a iade edileceği bir felakettir. Bu ikilem, fantastik bir korku senaryosu ya da komplo teorisi değil, somut bir durumdur. Üstelik, olanı biteni dikkatli bir şekilde izlediğinizde çıplak gözle bile görebileceğiniz bir durum…
Ülke ve toplum, yüz elli yıldır kesin bir sonuca ulaşmayan, dahası ertelenerek biriken, dolayısıyla tarihsel akış ve ilerlemenin önünü her dönemeçte tıkayan bir sorunla yüz yüze bulunuyor; gericilik ve cami bütün iktidarı talep ediyor.
SİYASAL İSLAMIN ÇÖKÜŞÜ
Dünyada ve bölgede ise Siyasal İslamcılık büyük bir başarısızlık yaşıyor. İslamcıların bütün tarihsel, kültürel, sosyolojik ve siyasal tezleri çöküyor. Dinciliğin ortak bir gelecek projesi oluşturma potansiyeline ve toplumları bir arada tutarak 21. yüzyılda taşıma yeteneğine sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu durum gerilimi daha da artıyor.
Siyasal İslamcılığın IŞİD’i aşabilecek bir uygarlık alaşımı yaratacak birikime ve yeteneğine sahip olmadığının anlaşılması, Ortaçağ teolojisini yeniden üretmenin ötesine geçememesi; bu yenilgiyi siyasal, ideolojik, kültürel ve edebi bakımdan çok yönlü bir bozguna dönüştürüyor.
Bu durum, bir zamanlar ılımlı İslam rejimi için dünyadaki en başarılı model diye sunulan AKP iktidarı için de geçerli. Hem de diğer örneklere göre daha çok geçerli. Çünkü, sözünü ettiğimiz yeni bir uygarlık alaşımı yaratma iddiası, Ahmet Davutoğlu’nun son kitabında da ortaya atılan en önemli siyasal ve kültürel tezi oluşturuyordu.
Bu nedenle AKP’nin başarısızlığı siyasal İslamcılığın dünyadaki en ağır yenilgilerinden birini oluşturuyor. AKP, kendisini iktidara taşıyan koşullardaki değişimi görememenin sonuçlarını yaşıyor.
ABD VE BATI ERDOĞANI TERK ETTİ
Geçen hafta ABD Başkanı Barack Obama ile söyleşi yapan, The Atlantic dergisi dış politika yazarı Jeffrey Goldberg, Türkiye ve AKP iktidarının geleceği bakımından da çok önemli değerlendirmeler içeren “Obama doktirini” başlıklı bir makale kaleme aldı. Goldberg, Obama, Erdoğan’ı ılımlı bir Müslüman lider olarak görüyordu, ama artık Erdoğanı bir fiyasko, otoriter bir lider olarak değerlendiriyor diye yazdı. Obama’nın, IŞİD’le mücadelede Erdoğan ve AKP iktidarına güvenini yitirdiğini de belirten Goldberg, ABD yönetiminin bu konuda kesin bir fikre sahip olduğunu da ifade etti. Bu söyleşiye dayalı makalede yazılanlar halen Beyaz Saray tarafından yalanlanmış değil.
Aynı günlerde ABDnin iki eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Eric Edelman da Washington Post gazetesine yazdıkları 11 Mart 2016 tarihli ve ortak imzalı bir makalede, Tayyip Erdoğan’a istifa çağrısında bulundu. İki büyükelçi, “Erdoğan ya reform yapmalı ya da istifa etmeli” başlıklı yazılarında, “Eğer Erdoğan başta söylediğimiz gibi Türkiyenin parlak bir geleceğe sahip olduğu konusunda aynı fikri koruyorsa, o halde bunun gerçekleşmesi için ya şimdiki tutumundan uzaklaşacağı tipte bir reform gerçekleştirmeli ya da istifa etmelidir” şeklinde net ifadeler kullandı.
Bu durum, bir süredir çeşitli yazılarımda yaptığım analizleri ve ortaya attığım tezi doğrulayan çok önemli bir gelişme. AKPyi iktidara taşıyan ve orada tutan dış ve iç dinamikler, hem bölge jeopolitiği bakımından hem de Batının verdiği destek bağlamında, köklü bir değişime uğradı. Bu kesin!
ABD’nin en yetkili ağızdan, yani Başkan Obama’nın sözleriyle ortaya koyduğu tutum çok açık. Ancak, ABD’nin Türkiye eski büyükelçilerinden Morton Abramowitz tutumu çok daha önemli. Çünkü Obama gibi liderlerin de görüşlerinin değişmesini sağlayanlar Abramowitz gibi kişiler oluyor. Abramowitz, daha AKP kurulmadan, İstanbul belediye başkanlığı döneminde Tayyip Erdoğan’ı keşfeden, onunla ilişki kuran (ya da tersinden Erdoğan’ın keşfettiği ve ilişki kurduğu) kişi. Erdoğan’ı Refah Partisi içindeki bölünmede destekleyen, onu yeni bir parti kurmaya yönlendiren kritik bir isim. Yani Abramowitz, Erdoğan ve ekibini küresel güç odaklarına sunan ve AKPnin bir ABD projesi olarak şekillenmesini sağlayan diplomattır.
Sonuç olarak AKP’nin iktidara getirilmesinde ve orada kalmasında yaşamsal bir rol oynayan Abramowitz gibi birinin, Erdoğan’ı ve partisini terk etmesi bu nedenle çok önemli bir gelişmedir. Buraya bir mim konulmalıdır.
İÇ DİNAMİKLER VE BOŞLUKTAKİ AKP
Erdoğan-AKP yönetimi, ülke içinde, geleneksel iktidar blokunu dağıttığı halde yeni bir iktidar bileşimi oluşturamadı. Dar ideolojik hedeflerinde ısrar etmesi ve yeni rejimin sınıfsal temelini oluşturmak için özel bir sermaye grubunu (yandaş, İslamcı, muhafazakar) destekleme tutumu nedeniyle, İstanbul sermayesiyle sağlanan uzlaşma bozulmuş görünüyor. AKP artık bütün sermaye sınıfının ortak çıkarlarını temsil eden ya da gözeten bir parti olmaktan çok, sermaye içi bir klik / fraksiyon partisi haline gelmiş durumda.
Aynı AKP diğer taraftan Kürtlerle savaşıyor, Alevilerle kavga ediyor, geniş cumhuriyetçi ve laik kesimlerle büyük bir husumet içinde toplumu İslami bir rejime doğru sürüklemeye çalışıyor. Toplumsal ve sınıfsal temsiliyet yeteneği giderek daralıyor. Yandaş sermaye çevreleri ile dindar, muhafazakar ve bir kısım merkez sağ seçmenden aldığı destek dışında neredeyse bir iktidar dinamiği kalmamış durumda.
Durum açık; Erdoğan, AKP’nin kuruluş çalışmaları sırasında Muhsin Yazıcıoğlu’na söylediği şeyi yaptı. Yani bütün Siyasal İslamcılar gibi davranarak, takiyye ve şark kurnazlığı ile güçlenene kadar uzlaşmacı / uysal bir davranış sergiledi. Pasif bir karşı devrim sürecini sinsi ve sabırlı şekilde yürüttü. Devleti bütünüyle ele geçirdiğini düşündükleri andan itibaren de kendi özel/dar ideolojik-politik programlarını uygulamaya yöneldi. Ancak oyun bitti. Artık kozların açıkça paylaşılacağı bir döneme girildi.
Bu anlamda AKP iktidarı, daha önce de işaret ettiğim gibi, aslında tarihinin en zayıf dönemini yaşıyor. Erdoğan’ın partisi, tıpkı amblemlerindeki ampul gibi boşlukta asılı duruyor.
KARŞI DEVRİMİN DİYALEKTİĞİ VE KORKU
Tablo böyle olunca, hükümetin ölçüsüz bir şiddet dalgası yaratarak muhalefet güçlerini ezmeye çalışacağı kesindi. Çünkü elinde çok az iktidar aracı kalmış durumda. Nitekim AKP de öyle yapmaya başladı. Belli ki, ilk sırada, uzunca süre gizli kapaklı görüşmeler sürdürdüğü PKK ve Kürt muhalefeti vardı. Ancak şiddet dalgasının giderek bütün sol ve cumhuriyetçi muhalefet çevrelerine yayılacağına, örneğin CHP’lileri de içine alacağına kesin gözüyle bakabiliriz.
Çünkü AKP liderleri korkuyor. Mısırda Muhammed Mursi’nin başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesinden, aynı kaderi paylaşmaktan ödleri patlıyor. ABD ve Batının Mursi’yi nasıl yapayalnız bıraktığını gördüler. İşte bu nedenle Gezi eylemlerine ölçüsüz bir şiddetle saldırarak kendi yurttaşlarına karşı düşmanca davrandılar.
Dolayısıyla, AKP ve Erdoğan geri çekilmeyecek ve sonuna kadar gidecektir. Başka çaresi yoktur. Devrimlerin ve karşı devrimlerin yasasıdır; durduğunuz an düşersiniz. Başlattığınız hareketi bütün mantıksal sonuçlarına kadar taşımanız gerekir. Fransız Devriminin büyük portrelerinden ve kuramcılarından Saint Just, Bir devrimi yarım bırakanlar kendi mezarlarını kazar diyor. (Türkiye’de Cumhuriyet devrimini yarım bırakanların başlarına nelerin geldiğini gördük.) Aynı şey karşı devrimler için de geçerlidir.
Bu durum görülmeli ve ona göre pozisyon alınmalıdır.
SON HESAPLAŞMAYA DOĞRU
Kendisini iktidara taşıyan bütün iç ve dış dinamiklerin değiştiği koşullarda AKP’nin iktidarını sürdürmesi çok zor. Dinci, muhafazakâr ve bir bölüm merkez sağ seçmenin desteği dışında dayanacağı güç kalmayan AKP’nin, iktidarını sürdürebilmesinin tek bir yolu bulunuyor; yeni bir anayasa ve başkanlık sistemi ile kendi rejiminin hukukunu oluşturarak güvenceye almak. Elindeki tek araç ise, yukarıda da belirttiğim gibi, baskı ve zor aygıtıdır.
Dolayısıyla önümüzdeki günler siyasetin sokakta yapılacağı ve ülkenin kaderinin sokakta belirleneceği bir dönem olacak. Mücadele artık Meclis kürsülerinde, televizyon ekranlarında değil, yaşamın içinde gelişecektir. Gezi isyanı bunun ilk işaretiydi, yenilerinin geleceğinden emin olabiliriz. Mücadelenin dili değişmiştir ve artık Fransızca konuşulacak bir dönem açılmaktadır.
Artık Türkiye gericiliği ile son kez girilecek bir tarihsel hesaplaşma, nihai bir çatışma kaçınılmazdır. Çünkü bu hesap görülmeden, açık olan defter kapatılmadan ülke ve toplum 21. yüz yılda yoluna devam edemez. Türkiye bir tercih yapacaktır.
Ancak, kendisini iktidara taşıyan iç ve dış dinamikleri büyük ölçüde yitirse de, karşı devrim hala örgütlü ve bütün gücüyle hedeflerine doğru ilerlemeye çalışıyor. Ülkeyi ve toplumu zorlamayı sürdürüyor. Burada asıl sorun gericiliğin ne yapacağından çok –bunu görüyor ve biliyoruz- toplumun ilerici güçlerinin, cumhuriyetçilerin, solun ve devrimcilerin ne yapacağıdır.
Türkiye yeni bir 31 Mart Vakası ile karşı karşıyadır; ya gericiliğe teslim olacak ya da onu bir daha gündeme gelmemek üzere ve kesin şekilde yenilgiye uğratacaktır. Türkiye ya melez bir rejimle kendi ortaçağına iade edilecek ya da yeni ve devrimci bir cumhuriyetle bu krizi aşacaktır.
İkilem budur… Ve bunun bir ortalaması yoktur.