Ankara’da gerçekleştirilen canlı bomba eyleminin ardından artık bir tartışmayı daha fazla gecikmeden ve açıkça yapmamız gerekiyor. Bu tartışma; Kürt hareketi ve sol arasındaki ilişkilerin niteliği ve seyri hakkındadır. Dahası, yaklaşık 30 yıldır süren solun üzerindeki PKK vesayeti ve bu vesayetten solun çıkıp çıkmayacağı sorunudur.
Önce genel bir çerçeve çizmekte yarar var; kapitalizmin içine girdiği yeni dönemin (küreselleşmenin) de etkisiyle solun liberalizmden etkilenen ve yenilenmeyi demokratlaşmakta gören kesimleri, 1990 sonrasında özgürlük mücadelesini etnik kimliklerin serbestisine indirgeyen bir konuma savruldu. Bu bağlamda, Kürt siyasal hareketinin programının temelini oluşturan ulusal-demokratik hakları savunmayı önceleyen bir anlayış solda yerleşti. Daha önemlisi, bu çevreler solculuğu ve sosyalist olmayı da bu tutum üzerinden ölçmek gibi bir uca gitti.
Solun önemli bir kesimine egemen olan söz konusu bu tutum, onları, zamanla sınıfsal taleplerini geri çeken, toplumsal kurtuluş anlayışını soyut bir demokrasi mücadelesine indirgeyen bir siyasal tavra taşıdı. Giderek özgün kimliğini yitiren solun bu kesimi, Kürt ulusal hareketinin -daha net bir ifade ile PKK’nın- ulaşamadığı alanlardaki sözcüsü, onun yedeğindeki bir güç gibi görülmeye başladı. Söz konusu kesimlerin politik pratiği de bu profili destekledi ve yeniden üretti.
Bağımsız, sınıfsal bakışta ısrar eden, toplumsal kurtuluş anlayışını siyasal mücadelenin odağına alan ve daha önemlisi anti-emperyalist olmaktan utanmayan sol ve sosyalist çevreler ise, ulusalcı hatta “statükocu” ve darbeci diye suçlanarak baskılandı. Entelektüel, kültürel, ideolojik ve siyasal ortam milliyetçilik, liberalizm ve İslamcılık tarafından terörize edildi. Öyle ki, artık dürüst, bilimsel ve sağlıklı bir tartışma bile yapılamaz hale geldi.
SINFSAL VE ULUSAL TALEP İLİŞKİSİ
Kuşku yok ki, Kürt sorunu üzerinden yaratılan milliyetçi-şoven dalga Türk halkını, işçi ve emekçi sınıfları zehirlemenin yanı sıra, sol ve sosyalist çevreleri de derinden etkiledi, baskı altına aldı. Sol içinde gelişen ulusalcı” ya da ulusalcı sol diyebileceğimiz kimi çevrelerin Kürt düşmanlığına varan tutumunu başka türlü yorumlamak zor.
Diğer taraftan, Kürt sorununun yakıcılığı; egemen sınıfların, Türk sağının ve dinci-faşizan AKP iktidarın sola yönelik saldırılarını buradan, yani kışkırtılmış bir milliyetçilik üzerinden kurması, solun bu ülke ve toplumun geleceği için söz konusu hamleyi karşılamasını ve kırmasını gerektiriyordu. Bu da yeterince yapılamadı. Oysa, soldan başka, iki halk arasındaki etnik boğazlaşmayı engelleyecek bir güç yoktu.
Ancak, milliyetçi-şoven tahriklerle kışkırtılan Türk-Kürt bölünmesinin derinleştiği bu dönemde, işçi ve emekçi hareketini temsil etme iddiasındaki solun sözcülüğünü yaptığı sınıfsal talepler ile Kürtlerin ulusal ve demokratik talepleri arasında bağ kurmak da bir türlü mümkün olmadı. Olmuyor da! Bu can alıcı sorunun başta gelen nedeninin, solun sözünü ettiğimiz kesimlerinin kimlikçi siyaset zeminine kaymasından, dahası PKK’nın peşine takılan bir politik pratik sergilemesinden kaynaklandığını görmek gerekiyor.
Tam da burada, antrparantez belirtilmeli; Lenin’in 1914te kaleme aldığı Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı kitabındaki, Ezilen ulusun milliyetçiliği hoş görülür şeklindeki sözleri, tarihsel bağlamından koparılarak zamanla, ezilen ulusun milliyetçiliği desteklenir, hatta benimsenir şekline dönüştü. Oysa, ancak bir kusur ya da yanlışlık hoş görülebilirdi. Üstelik, söz konusu kusur, eğer onu aşan ilerici ve sosyalist bir hedefe katkıda bulunuyorsa, hoş görülebilirdi. Dolayısıyla, hoş görülebilecek bir kusur kutsanamaz, daha da önemlisi, demokratik ve devrimci gerekçelerle de olsa, asla desteklenip savunulamazdı.
Çünkü kusur, kusurdur!
KİMLİK SİYASETİ VE SOL
Solun görece geniş denebilecek kesimleri, özellikle 1990dan sonra kimlikçi ve bu bağlamda soyut bir özgürlükçü anlayışın etkisine girdi. Bu durum solun, Kürt hareketiyle sağlıklı bir ilişki kurmasını, onunla gerçek anlamda ve ilkeli bir dayanışma geliştirmesini de engelledi. Çarpık, eleştirel olmayan, eşitsiz ve solun tasfiyesiyle sonuçlanan bir ilişki türü gelişti.
Öyle ki, solun bir kesiminin, PKK’nın yaptığı yanlışları ve savaş etiğine/ahlakına uymayan eylemlerini eleştirmesi bile, neredeyse karşı devrimcilik olarak görüldü. Bu eleştiriyi yapma cesareti gösterenler ise, ya ulusalcı diye aşağılanmaya çalışıldı ya da neo-faşist diye küfür edilerek susturuldu. Sonuçta PKK’nın her eylemi ve solla hiçbir ilişkisi olmayan, kurulu düzenle sınıfsal bakımdan çelişmeyen her türden yaklaşımları da, özgürlükçü ve demokratik gerekçelerle hoş görüldü.
Türkiyede solun (özellikle sosyalist solun) güç kaybetmesinin, daralmasının, kitlelerden kopmasının, marjinalleşerek etkili bir toplamsal hareket olmaktan çıkmasının temel nedenlerinden biri de budur.
Elbette sol, sınıfsal ve devrimci gerekçelerle hakim ulus milliyetçiliğine savrulma tehlikesi karşısında da dikkatli olmalıdır. Ancak aynı sol, PKK’nın vesayetinden artık çıkmalıdır. Yeniden kendi tarihsel, siyasal ve felsefi referanslarına dönmelidir. Bunu yapmak zorundadır. Solun toplumla buluşan anlamlı bir güç olmasının başka yolu yoktur.
DEVRİMCİ EYLEM VE TERÖR İLİŞKİSİ
Ankara Kızılay katliamını PKK çizgisindeki Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) adlı örgütünün gerçekleştirdiği kesinleşti. Bu örgüt saldırıyı üstlendi. Lafı eğip bükmeden belirtelim; bu tam anlamıyla bir terör eylemidir. Bu saldırının niteliği hiçbir “özgürlükçü” ya da “devrimci” gerekçeyle örtülemez ya da değiştirilemez. Eğer bilimsel bir “terör eylemi” tanımı yapılacaksa, Ankara Kızılay saldırısı bunun için tartışmasız en doğru örneklerden biri olacaktır.
Sivil, savaşın taraflarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanların öldüğü bu eylemler Erdoğan-AKP İktidarının baskı ortamı yaratarak Anayasayı değiştirip Türkiye’yi bir başkanlık rejimine taşıma siyasetine paha biçilmez bir katkı sundu. Siyasal İslamcı hareketin ülkeyi dinci faşist bir diktatörlüğe sürükleme amacına uygun bir ortam yaratmak yaratılmasına hizmet etti. TAK’ın yayınladığı bildiride, sivillerin ölmesinden dolayı üzgün olduğunu açıklaması da durumu hiçbir şekilde değiştirmedi.
SOLUN AHLAKI VE FARKI
Kızılay katliamından (14 Mart) bir hafta sonra (19 Mart) Beyoğlu’nda yapılan ikinci bir canlı bomba saldırısı da yine tipik bir terör eylemiydi. Bomba, İsraillilerden oluşan bir turist kafilesinin hemen yanında patlatıldı. Biz, ABC Gazetesi olarak, saldırının gerçekleştiği ilk anlardan itibaren, failin IŞİD ya da benzeri bir İslamcı terör örgütü olabileceğini belirttik.
Ancak, eylemin TAK tarafından da yapılmış olabileceği, en azından patlamanın olduğu ilk saatlerde önümüzde ciddi bir olasılık olarak duruyordu. Kamuoyu, muhalif medyanın neredeyse tamamı da böyle bir olasılığı dışlamıyordu.
Zaten sorun da tam buradaydı. Eğer solcu, sosyalist, yurtsever, ulusalcı, devrimci vb. diye tanımlayan bir örgütün eylemleri ile dinci bir terör örgütünün eylemleri bir birine karıştırılıyorsa, ortada çok ciddi bir siyasal ve ahlaki sorun var demektir.
Sol bir hareket, hatta şiddeti politik bir mücadele aracı olarak tercih eden devrimci veya sosyalist bir örgüt; ahlaki, siyasal ve hukuksal (yasal değil, hukuksal) bakımdan savunamayacağı bir eylemi yapmaz, yapamaz! Yapmamalıdır! Çatışmada taraf olmayan sivillere ve halka karşı şiddet kullanılmaz. Kör şiddete dayanan bir eylem anlayışı, bir hareketi sol ve devrimci olmaktan çıkarır, onu sıradan bir siyasal terör örgütü durumuna düşürür.
Etnik ya da dinsel kine dayalı, köylü intikamcılığı diye nitelendirebileceğimiz eylemler insanlığa karşı işlenen suç olur. Bu nedenle sol ve sosyalist hareket tarafından ilkesel olarak reddedilir. Reddedilmelidir.
BAĞIMSIZ HATTIN ÖNEMİ
Yeniden PKK ve sol ilişkisine döner ve konuyu bağlamaya çalışırsak eğer; değerlendirilmesi gereken önemli başka bir konu da, çözüm süreci denilen ilişkiler akışının irdelenmesidir.
Bilindiği gibi PKK, Türkiye gericiliği ve istihbarat örgütleriyle gizli-kapaklı ilişkiler yürüttü. Gerekçe ise bir klişeydi ve Ne yapalım hükümette AKP var ve muhatabımız da kaçınılmaz onlar olacak şeklinde oldu. Oysa bu tutumuyla PKK kendi milliyetçi taleplerini, Türkiye emekçilerinin, ilerici toplum kesimlerinin ve genel olarak halkın çıkarlarının önüne koyuyordu. Kürt hareketi kendi dar milliyetçi talepleri ve amaçları için, Türkiye’nin emekçilerini ve solu feda etmeye hazırdı.
Nitekim, AKPyi iktidardan indirebilecek Haziran/ Gezi direnişine Kürt hareketinin destek vermemesinin tek nedeni vardı; yürütülen çözüm süreci… Oysa kendilerinin her türden eyleminin, hatta kimi şımarıklıklarının bile desteklenmesini isteyen, dahası bunu neredeyse bir mecburiyet olarak gören Kürt hareketi, Türk halkının ve solun en büyük ve yaşamsal eyleminde yoktu, onu açıkça yalnız bıraktı. Üstelik tam anlamıyla milliyetçi nedenlerle…
Sonuç olarak; sosyalist solun devletten ve sermayeden, onun politik parti ve eğilimlerinden bağımsız bir siyaset izlemesi ne kadar önemliyse; her türden milliyetçilikten (ezilen ulus milliyetçiliği dahil) uzak bir tavır takınması da o kadar gereklidir. Kürt sorununun adil ve onurlu bir şekilde çözümüne katkıda bulunabilmek için bile, solun artık PKK vesayetinden çıkması zorunludur.