Daha önce de yazılarımda ifade ettiğim gibi, AKP iktidarı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğanın en önemli özelliklerinden biri, kötülüğü toplumsallaştırma ve kutsallaştırma yeteneğine sahip olmasıdır. Üstelik onlar bunun adına milli irade ya da kutlu dava diyorlar. Bunun anlamı şudur; istersen yolsuzluk yap istersen insan öldür, eğer halk buna rağmen seçimlerde sana ya da partine oy vermişse ve sen bunu kutlu dava için yapmışsan bu eylemin meşrudur, suç değildir.
Çünkü bu zihniyet sahipleri, milletten oy aldıkları taktirde her şeyi yapmaya haklarının olduğu gibi çarpık, ilkel ve insanlığın binlerce, milyonlarca yıl boyunca kat ettiği yolu ve sağladığı birikimi dikkate almayan, dahası bunu reddeden bir anlayışa sahipler. Aynı şekilde eğer kutlu dava için, yani mutlak doğru ve kutsal saydığın din yorumun (mezhebin, tarikatın, dinci partin ya da siyasal bakışın) için hırsızlık yapmış veya insan öldürmüşsen bunu da suç saymıyorlar. Hak dinine sahip olunca bir ahlaka ihtiyaçlarının olmadığını düşünüyor ya da ileri sürüyorlar.
Bu anlayışa göre kendilerine destek vermeyen toplum kesimlerini millet kategorisinin dışında saydıkları gibi kutsal dinlerine daha doğrusu mezheplerine ve siyasallaşmış din yorumlarına göre de din düşmanı sayıyorlar. Türkiye’de iktidar ve kamu gücü -2016 dünyasında- böyle ilkel ve faşizan zihniyet sahiplerinin eline geçmiş durumda.
KÖTÜLÜĞÜ SADECE TOPLUMSALLAŞTIRMIYOR, KUTSALLAŞTIRIYOR
Bugün toplumun önemli bir kesimi, hile ve seçim sahtekarlıklarını çıkarsak bile söz konusu zihniyete ve bu zihniyetin sahiplerine en az yüzde 35 düzeyinde oy veriyor. Tehlikeli olan da bu; toplumun ciddi bir kesimi kötülüğü, suçu, hırsızlığı, yağmayı kutlu dava adına ya da gündelik küçük çıkarları için destekliyor.
Bu durum kötülüğün toplumsallaşması ve kutsallaştırılmasıdır. Tıpkı IŞİD’in kutsal din adına çağ ve insanlık dışı ilkel katliam ve açık artırmayla pazarlarda köle saydığı kadınları satmak yeklindeki ilkel uygulamaları gibi..
Erdoğana destek veren toplum kesimleri arasında ağırlıklı olarak yoksulların ve alt sınıfların bulunması, yapılanların kötülük olması gerçeğini değiştirmiyor. Tam tersine bu durum, kötülüğü ve acımasızlığı daha da artıran bir rol oynuyor. Erdoğan ve siyasal islamcı iktidarı yoksulluğun, dışlanmışlığın, kenara itilmişliğin yarattığı tarihsel ve sınıfsal öfkeyi, insanlığın ilerici birikimine, akılcı ve bilimsel değerlere, cumhuriyet ve modernitenin kazanımlarına yönelik bir düşmanlığa dönüştürüyor. Böylece, yoksulluk ve dışlanmanın gerçek nedenlerini gizliyor; sınıfsal adaletsizliklerin ve sermaye düzeninin üzerini de yeşil bir şalla örtüyor.
Erdoğan kötülüğü sadece toplumsallaştırmıyor, onu kutsallaştırıyor da… CHP lideri Kemal Kılıçdaroğluna yönelik olarak geçen hafta İstanbul Fatih Cami avlusunda (ayaklarının dibine patlamamış mermi atarak) bir saldırı yapılmasının ardından, Saray sözcüsü tarafından milletin tekdiri anlamına gelen açıklamalar yapılması, Erdoğanın üst üste ve yalana dayalı şekilde Kılıçdaroğlunu hedef göstermesi açıkça bu anlama geliyor.
Erdoğan ve APK iktidarı, Kılıçdaroğlu üzerinden gerçekte kendilerini desteklemeyen bütün toplum kesimlerini, bütün muhalifleri ve solu tehdit ediyor.
DEVRİMCİ OLMAK GEREKTİĞİNDE HALKA KARŞI OLMAYI GÖZE ALMAKTIR
Erdoğan ve AKP iktidarının böyle fütursuz olmasının en önemli nedeni, büyük bölümünü dönek ve eski solcuların oluşturduğu liberallerin demokratik gerekçelerle verdiği destek ve halk onayını kutsamalarıdır. Hitleri bile onaylamaya götürebilecek böyle bir çarpık demokrasi ve kitle desteği anlayışı, bu günkü iktidar sahiplerinin her kötülüğü halka onaylatmak gibi bir yolu seçmesinde, milli irade diye her toplumsal onayı kötülüğe ve suça tahvil etmesinde belirleyici rol oynadı.
Oysa kötülüğün toplumsallaşması, onun geniş kitleler tarafından histerik bir coşkuyla desteklenmesi, kötülüğü kötülük olmaktan çıkarmadığı gibi, onu demokratik ya da katlanılabilir de yapmıyor. Bilinmeli ki, aydınlanmamış kalabalıklar, yönlendirilebilen halk çoğunluğu, yoksullar ve alt sınıflar her zaman devrimlerin ya da ilerici atılımların kitle tabanını oluşturmuyor. Bu nedenle kitle dalkavukluğuna ve bu anlamda popülizme itibar etmemek gerekiyor.
Çünkü ne yoksullar ne de işçi sınıfı önsel olarak Allah vergisi bir devrimciliğe sahip değildir. Tersine, işçi sınıfı da içinde olmak üzere, toplumun yoksul kesimleri çoğu kez gericiliğin ya da faşizmin kitle tabanını, hatta vurucu gücünü oluşturabilirler.
Nitekim Hitler ve Nazi hareketinin kitle temeli ve vurucu kadroları da ağırlıklı olarak benzer kesimlerden oluşuyordu.
Dolayısıyla Türkiye’de dinci-faşizan rejimin belli bir toplumsal desteğe sahip olması, ona tarihsel, siyasal ve ahlaki bir meşruiyet sağlamıyor. Bu konuda liberallerin yarattığı bilinç kirliliğinden bir an önce kurtulmak gerekiyor. Diktatörün kitle desteğine sahip olması, örneğin onun polislerinin insanları vurarak öldürmesine, dinci sokak çetelerinin terör estirmesine demokratik bir boyut kazandırmıyor.
Bu nedenle, devrimci olmak için çoğu kez halka karşı olmayı da göze almak, bu cesareti göstermek gerekiyor. Eğer öyle olmasaydı ne bilimde ne sanatta ne de toplumsal-siyasal yaşamda hiçbir ilerleme gerçekleşme, tarihte hiçbir devrim olmazdı. Örneğin biz hala dünyanın düz ve dönmediğine inanıyor olurduk.
CHP’NİN YENİ STRATEJİSİ
Sonuç olarak, gericilik ve karşı devrimle, faşizm ve kutsallaşan kötülükle ona taviz vererek, onun baskısı ve propagandasının etkisiyle onun değerleriyle uzlaşarak mücadele edilemez. Mezhepçi gericilikle mücadele, Ben de Cumaya gidiyorum ya da Biz imam hatiplere karşı değiliz diyerek veya örgütüne dincileri alıp, Bakın gördünüz mü biz din düşmanı değiliz diye kendini ispatlamaya çalışarak mücadele etme stratejisi yenilmeye mahkumdur. Böyle bir mücadele stratejisiyle dünyada kazanan hiçbir siyasal ve tarihsel aktör yoktur. Çünkü böyle bir mücadele stratejisi ancak karşıtını meşrulaştırır, onu doğrulamış olur ve düşmanının/rakibinin manevra alanını genişletir. Bu bize tarihin, sosyoloji ve siyaset biliminin verdiği bir ders ve ölçüdür. Kasaba politikacısı sezgileri ile verilecek kararlar ancak bozguna götürür.
Bu bakımdan son dönemde Kemal Kılıçdaroğlu’nun üslubu ve aldığı tutum ile özellikle CHP İstanbul İl Örgütünün izlediği çizgi son derece olumlu ve ümit vericidir. Çünkü yapılması gereken şey, taviz vermeden, eğilip bükülmeden, kendini kanıtlama derdine düşmeden, acaba din düşmanı ya da terör destekçisi gibi görünür müyüm şeklindeki saçma kaygılara kapılmadan, esas olarak kendisinin ne yaptığını ve ne söylediğini önemseyen bir yaklaşımla gericilik ve mezhepçi faşizmle mücadele edilebilir.
Daha da önemlisi, korkmadan ve siyasal cesaret göstererek, sokak hakimiyetinin önemini bilerek ve gereğini yaparak gericilik ve faşizmle mücadele edilebilir. Çünkü, sürekli kaybeden, yenilen, ezilen ve buradan mağduriyet üretmeye çalışan bir görüntü vererek toplumun güvenini kazanmak ve onları etkilemek mümkün değildir. Milletvekillerini, ilçe ve il yöneticilerini, genel başkanını bile koruyamayan bir partiye halk güven duymaz. Böyle güçsüz bir partinin kendisine de sahip çıkamayacağını düşünür. Sanılanın aksine, Doğu toplumları mağdur olanı desteklemez, ancak yıllar sonra onların arkasından ağıt yakar. Toplum, eskiden mağdur olan ama güç ve şu anda muktedir olanları destekler. AKP’nin bu kitle psikolojisini başarıyla kullandığı bilinmelidir.
UZLAŞMA DEĞİL, YARATICI YIKICILIK
Eğer burada (son dönemde üst üste saldırıya uğraması nedeniyle) söz konusu olan CHP ise, asıl güçlünün kendisi olduğunu bilmek zorundadır. Bu toplumun en eğitimli, diri, güçlü ve üretici kesimlerine dayanan bir parti olduğunu unutmamalıdır. Bu anlamda, elinde merkezi iktidar gücünün bulunmamasının bir önemi yoktur. O gücünü cumhuriyetin en önemli kurucu unsurlarından biri olmasından, emekçilerden, kurucu ideolojisinden, aydınlanma geleneğinden ve insanlığın ilerici birikiminden aldığını bilmelidir.
AKP’nin dayandığı güç ise Abdülhamit’tir, Vahdettin’dir, medrese ve ulemadır. Yani geçmiştir, Ortaçağdır. Bugün AKP en güçlü olduğunun sanıldığı bir dönemde gerçekte en zayıf döneminden geçmektedir. Bu partinin ve gericiliğin cami cemaatinden başka dayandığı bir güç kalmadığı bilinmelidir. Sadece bu güce yaslanarak böyle büyük ve önemli bir ülkeye el koyamaz, onu 21. Yüzyılda taşıyamazsınız.
Bu mücadele ancak açık tutum ve topluma güven vererek kazanılabilir. Kötülüğün kutsallaştırıldığı ve toplumsallaştığı bir yerde ihtiyacımız olan şey,sadece demokrat olmak değil, yeniden devrimci olmaktır. Uzlaşma değil, yaratıcı yıkıcılıktır. Ancak yeniden kuruluş bu yaklaşımla gerçekleştirilebilir.
ÜLKENİN KADERİ SOKAKLARDA BELİRLENECEK
Önümüzdeki günlerin, ülkenin kaderinin sokaklarda belirleneceği bir dönem olacağı anlaşılıyor. Dinci bir karşı devrim saldırısı altındaki Türkiye’nin böyle bir kavşağa gelmesi kaçınılmazdı.
Yaşamın diyalektiği böyle ve bu yasa bize iktidarın baskı ve terörüne aynı şiddette bir karşı koymanın da kaçınılmaz olacağını söylüyor. İşte AKP’nin korkusu da buradan kaynaklanıyor. Saray Sözcüsü İbrahim Kalının iki gün sonra geri adım atıp, Kılıçdaroğlu’nun saldırıya uğramasının ardından ettiği lafları geri alıp düzeltmeye çalışmasının anlamı budur.
Yaratıcı bir yıkıcılıktan, dolayısıyla siyasal ve toplumsal yenilenmeye yol açacak olan yaratıcı bir kuruculuktan korkuyorlar. Ülke ve toplum bu kez soldan, aydınlanmadan, cumhuriyet değerlerinden ve insanlığın ilerici birikiminden hareketle bölünmeli, saflar belirlenip sıklaştırılmalıdır.