Gülen Cemaati’nin nasıl bir yapılanma olduğu kavranmadan ne 15 Temmuz darbesi ne de bu örgütün daha önce işlediği cinayetler (Hrant Dink gibi) anlaşılabilir. Nitekim birçok insan ve çevre için uzun süre anlaşılamadı ya da anlaşılmak istenmedi. Öyle ya, eğitim hizmetleri vermek için bağış toplayan, dinler arası diyalog isteyen, Abant Platformu gibi ülke sonrunlarının konuşulduğu zeminler oluşturan, sekülerleşme eğilimi gösteren bir dini hizmet cemaatiydi. Bu nedenle bir tür sivil toplum örgütü sanıldı. Öyle sunuldu.
Prof. Dr. Mete Tunçay –ki kendisi Abant Platformu katılımcılarındandır- 15 Temmuz darbesinden daha bir hafta önce (10 Temmuz 2016 / Hürriyet) verdiği bir röportajda, Gülen Cemaatinin cinayet işleyen, poliste adliyede örgütlenip kumpas kuran bir yapılanma olduğuna inanmadığını, öğrencilere burs vermek için bağış toplayan bir çevre olduğunu söylüyordu. Mete Tunçay kadar saf olmasalar da Birikim Dergisi yazarları ve yöneticileri Ömer Laçiner ve Prof. Murat Belge gibi sol liberaller de aynı şeyi düşünüyordu.
Uzunca süre, AKP-Cemaat koalisyonuna demokratik gerekçelerle yatırım yapan liberallerin önemli bir bölümünün dramı burada, yani AKP ve Cemaate inanmış olmalarındadır. Doğrusu inanmak da istediler. Bu tutum onlara demokratik, hatta sol gerekçelerle kurulu düzene kapağı atma, iktidara yaslanma imkanı veriyor, dolayısıyla bunun imtiyaz ve olanaklarından da yararlanmalarını sağlıyordu. Dolayısıyla bu tutum hiç masum değildi. Daha önemlisi, biz niyet okuyamazdık gerekçesiyle açıklanabilecek bir tutum olmaktan çok uzaktı. Zaten birkaç örnek dışında da kandırıldık gerekçesine sığınan bu liberallere kimse inanıp samimi bulmadı.
Hala küstah bir saldırganlık içinde olan, her kötülüğün altında Kemalist vesayetçi ya da ulusacı arayan şirret liberaller ise yaşam tarafından bütün görüşleri yanlışlandığı gibi, tarih ve insanlık önünde de adeta suç üstü yakalandı. Bu nedenle yukarıda işaret ettiğimiz alık liberaller ideolojik bir mücadelenin konusuyken, bu meczup liberaller ise artık politik bir mücadelenin nesnesidir. Böyledir çünkü, onlar doğrudan maddi çıkar ve siyasal ilişkiler içine girerek iktidar odaklarıyla ahlaksız bir bağ kurdular. Dahası karşı tarafa, gericiliğin ve kötülüğün yanına geçtiler. Ve bu tutumun üzerini yine ahlaksız bir şekilde demokratik gerekçelerle örtmeye çalıştılar.
ÇÖPLÜĞE DÖNÜŞEN LİBERAL MAHALLE!
Liberaller, Cemaati hayır işleri yapan ve ülkeyi demokratikleştirmek isteyen bir nevi sivil toplum platformu ya da örgütü sandıkları için, bugün olan biteni de bir türlü kavrayamıyorlar. Öyle ki, bu çevrenin önde gelen isimleri hala 15 Temmuz darbesini Cemaatin yaptığına bile inanmıyor. Japon askeri gibiler. Gerçeğin ortaya çıktığını bir türlü kabullenmiyorlar. Örneğin, Yetmez Ama Evet kampanyasıyla ünlenen Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) yöneticilerinden Roni Margulies, gazeteci ve yazar Ahmet Altan ve Birikim dergisi çevresinin lideri durumundaki Ömer Laçiner gibi sol liberaller, ortalığa saçılan kanıtlara, raporlara, ifadelere ve itiraflara karşın, 15 Temmuz darbesini Cemaatin yapmadığını, bu kalkışmanın ana gücünü (gövdesini) Kemalistlerin oluşturduğu görüşünü ısrarla savunmayı sürdürüyorlar. (Bkz. Cins Dergisi Eylül 2016)
Çünkü bu liberaller (özellikle sol liberaller), Siyasal İslamcı bir grubun, Kemalist Cumhuriyeti (ondan geriye ne kaldıysa) yıkmak için kanlı bir askeri darbe yapmaya kalkıştığını kabul ettikleri anda, son 20 yıldır savundukları bütün görüşlerinin, siyasal tercihlerinin, ilişkileri ve hatta yaşamlarının çöp olacağını biliyorlar. Bitecekler… Bunu görüyorlar. Bu nedenle, son bir çabayla iç tutarlılıklarını korumaya çalışıyorlar. Bu duruma melodramatik bir meczupluk hali de denilebilir.
Oysa Gülen Cemaati denildiğinde; İslamcı, Amerikancı, Soğuk Savaş artığı, halk düşmanı gizli ve faşizan bir siyasal örgütle karşı karşıya olduğumuz açıktı. Biraz daha açarsak şunları da ekleyebiliriz; Gülen Cemaati, esas olarak devlet içinde yuvalanmış, bürokrasi içinde içinde örgütlenen, daha çok güvenlik ve istihbarat aygıtları içinde yapılananan (polis-asker) sinsi ve tehlikeli bir çeteydi. Bunu görüyor ve yazıyorduk.
KUMPAS CİNAYET DARBE
Kendisine bağlı bir sermaye grubu da yaratan Cemaat, eğitim ve sağlık sektörlerine özel ilgi gösteriyordu. Cemaat bu yapılanmayı kullanarak, hedef aldığı çevrelere karşı komplolar düzenleyen, şantaj yapan mafyatik-masonik bir örgütlenmeydi. Daha da önemlisi, amaçlarına uluşmak için, eline geçirdiği devlet olanaklarını yasa dışı şekilde kullanarak dinleme ve teknik takip yapan, seks tuzağı kuran, cinayet işlemekten kaçınmayan bir suç örgütüydü.
Yani karşımızda hayır işleri yapan bir inanç grubu, dini hizmet yapan bir cemaat yoktu. Hiçbir dönemde olmadı da… Nitekim Doç. Dr. Necip Hablemitoğlunun, gazeteci Hrant Dinkin, Danıştay Yüksek Yargıcı Mustafa Yücel Özbilgenin, Trabzonda Rahip Santoronun öldürülmesi; Malatyadaki Zirve Yayınevi katliamının gerçekleştirilmesi (ikisi Alman üç kişi boğazları kesilerek öldürüldü) ve Kırklarelinde yerel gazetecilik yapan emekli öğretmen Haydar Meriçin Gülen hakkında yazacağını açıkladığı bir kitaptan hemen önce kaçırılıp domuz bağıyla bağlanarak katledilmesi, Cemaatin polis içindeki yapılanması eliyle gerçekleştirdiği kirli operasyonların en bilinen örnekleriydi.
Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, KCK, Odatv gibi davalarda da görüldüğü gibi, hedeflerine ulaşmanın önünde engel olarak gördükleri muhalif, yurtsever, devrimci aydınlara, gazetecilere, askerlere, polislere ve siyasetçilere karşı sahte kanıt ve suçlamalara dayalı teptip kuran; polis ve adliyedeki yapılanmasına dayanarak TSKdaki Kemalist, solcu ve Alevi kökenli askerlere karşı tasfiye operasyonu yapan; ABD istihbaratıyla iç içe çalışan ihanet içindeki bir çeteydi.
Bunu biz, yaşamlarımız tehdit altındayken yazdık, bu nedenle gözaltına alındık, hapislerde yattık. Bize inanan milyonlarca yurttaş vardı. Ancak, askeri vesayet dedikleri yapıyı gericilerle birlikte yıkacağını sanan sağlı sollu liberaller, dönek solcular, olan biteni okuma becerisi gösteremeyen bazı çevreler bizim yazdıklarımıza birer komplo teorisi, ulusalcıların dezanformasyonu olarak baktı. Oysa çoğu kendi sırtlarını iktidara yasladıklarının ve polis istihbaratının sızdırdığı enformasyonla hareket ettiklerinin farkında bile değillerdi. Hoyrat bir kıyıcılık, insafsız bir tasfiye, riya ve ilkesizlik her yeri kaplamıştı.
AKP-CEMAAT SUÇ ORTAKLIĞI
Gülen Cemaati halka, ülkeye ve yurtseverlere karşı bu suçları tek başına işlemedi. Cemaat, AKP iktidarının en önemli fiili koalisyon ortağıydı. Cumhuriyetin tasfiye edilerek, yerine mezhepçi faşizan bir rejimin kurulması, başka bir ifade ile Amerikancı bir ılımlı İslam düzeninin oluşturulması projesini birlikte yürüttüler.
AKP iktidarı, Cemaatin kurduğu tertiplerde en az onun kadar rol oynadı. Eğer hükümetin onayı, katkısı, ortaklığı, koruması ve siyasi desteği olmasaydı, bu ahlaksız kumpasların yaşama geçirilemesi imkansızdı. Bunu gördük. Ayrıca yine biliyoruz ki, Hrant Dink, Danıştay, Malatya Zirve Yayınevi cinayetlerindeki Cemaatin rolünden AKP hükümetinin habersiz olması imkansızdı. Anımsanacağı gibi Erdoğanın Cemaate yönelttiği ilk suçlamalardan biri, Faili meçhul cinayetler işlediler şeklindeydi. Biz bunu duyduk!. Zaten tersini düşünmek de saflık olacaktı.
Dolayısıyla, bugün Cemaate karşı yürütülen sert tasfiye operasyonu (özellikle 15 Temmuz darbesinden sonra), suç ortakları arasındaki bir kavga olarak yorumlanabilir. Zaten 65 yıldır içi boşaltılarak bir kabuğa dönüşen laik cumhuriyeti birlikte yıkan, ele geçirdikleri ganimeti paylaşma aşamasında –ki bu ganimet devlettir- anlaşmazlığa düşen iki siyasal islamcı gücün çatışmasıyla karşı karşıyayız.
Bu nedenle AKP bütün suçu Cemaate yıkarak kendisini aklamaya çalışıyor. Ancak durum böyle diye Cemaate yönelik yapılan operasyonlara karşı çıkmamız gerekmez.
TASFİYE OPERASYONU VE ÖZGÜRLÜKLER
Cemaate karşı operasyona karşı çıkmak ahmaklıktır. Hele bunu bir basın özgürlüğü ya da düşüncelerini ifade etme hakkı gerekçesiyle yapmak ise tam bir aymazlıktır. Karşımızda devlet içinde örgütlenmiş, gizli, denetlenemeyen, hesap verme yükümlülüğü olmayan, Hrant Dinkin öldürülmesinde de görüldüğü gibi, gerektiğinde cinayet işleyen bir dinci bir çete var. Yurtseverlere karşı suikast düzenleyen, muhalif aydınların ve gazetecilerin özgürlüklerini ellerinden alan ve nihayet kanlı bir askeri darbe yapmayı göze alan (15 Temmuz) bir yapılanma söz konusu.
Böyle bir örgütün tasfiye edilmesini, işlediği suçların hesabının sorulmasını istemek demokratik bir hak olduğu gibi, tarihsel bir sorumluluk ve zorunluluktur. Bu hesap sorulmadan bu ülkede temiz bir gelecek kurulamaz. Belirtmeye gerek yok ki, elbette tutuklananların, gözaltına alınanların, bürokrasiden tasfiye edilenlerin hak ve hukuklarını savunmaktan da kaçınmayacağız. Tıpkı, darbeci subaylara işkence yapılmasına karşı çıktığımız ve Boğaz Köprüsü’nde teslim olduğu halde tekbirle boynu kesilerek öldürülen askerin hukukunu savunduğumuz gibi..
Ancak bu tutumun başka koşulu daha var; 11 yıl boyunca bu çeteyle cumhuriyeti yıkmak ve islamo-faşist bir rejim kurmak için işbirliği yapan AKP’yi aklamadan bu hesap sorulmalıdır. Çünkü asıl suçlunun, bu çetenin önünü açan, istediği her şeyi veren Erdoğan-AKP iktidarı olduğunu bilmek gerekiyor. Unutmayın ki, çatışma ne kadar şiddetli olursa olsun AKP, Cemaatle aynı siyasal ve tarihsel hedeflere sahiptir.
Bu sinsi siyasal islamcı parti (AKP) darbe krizini fırsata çevirerek kendi rejimini kurmaya çalışıyor. Bu amaçla tasfiye torbasına, cumhuriyetçileri, solcuları, Kürt muhalifleri de doldurarak kendi rejimini kurmanın önünde engel gördüğü kesimleri de biçmek istiyor. Asıl karşı çıkılması gereken şey, Erdoğan-AKP iktidarının bu fırsatçı tutumudur.