Ülkenin sağlı sollu liberalleri ve kimi demokratları bu günlerde derin bir şaşkınlık yaşıyor. Türkiye’yi demokratikleştireceğini iddia ettikleri ve bu nedenle uzun süre büyük destek verdikleri AKP-Cemaat iktidarı, önce birlikte Cumhuriyeti boğazladı, ardından kendi arasında devlete kimin hakim olacağı kavgasına tutuştu. Nihayet eski ortaklardan biri, ülke tarihinin en kanlı darbesini (15 Temmuz) yapmaya kalkıştı. Sonuçta, AKP eski ortağını büyük ölçüde tasfiye etti. Ancak, Türkiye’nin İslamcı faşist bir diktatörlüğe doğru sürükleme süreci kesintiye uğramadı.
Liberallerin ve kimi demokratların, içinden geçtiğimiz şu tarihsel dönemeçte yaşadığı şaşkınlık, AKP’nin gerici bir diktatörlük kurduğunu görmenin yarattığı bir ruh halidir. Aldatılmışlık duygusunun yarattığı bir tür hayal kırıklığıdır. Ve daha da önemlisi; bütün öngörü ve tezlerinin yaşam tarafından yanlışlandığını görmenin yarattığı bir travmadır…
İşte bu şizoid bir kimlik yarılmasına işaret eden ruh hali üç ayrı tepki şekilde dışa vuruyor. Birincisi; en yaygın olan tutumu oluşturuyor ve yanıldık ya da aldatıldık diyerek bir geri çekilme şeklinde ortaya çıkıyor. Bu durumda yapılması gereken şey, geçmişte laikçiler”, ulusalcılar veya askeri vesayetçiler diye kendi akıllarınca aşağıladıklarını sandıkları toplum kesimlerinden özür dilemektir. Ancak, bu grubun önemli bir kesimi ısrarla bunu yapmıyor. Durum böyle olsa bile, bu eziklik bir yere kadar anlaşılabilir bir ruh halidir. Adalet Ağaoğlu, Oya Baydar gibi isimler bu kategoride değerlendirilebilir.
İkincisi; yanıltıldık, ama niyet okuyamazdık şeklindeki tuhaf tutumudur. En sinsi, en oportünist ve en ahlaksız tavırlardan biri de budur. Çünkü bu tutum, Biz doğru yerde duruyorduk, savunduğumuz çizgide haklıydık, ama AKP ve Cemaat bizi yanılttı ya da İslamcılar bize ihanet etti” diyerek yanlışta ısrar etmektir. Bu tutumda Siyasal İslamcılarla ortak bir demokrasi projesi yapılamayacağı, çünkü İslam teolojisinin buna izin vermeyen bir dokuya sahip olduğu tezine verilen bir yanıt yoktur. Dahası, Emevi/Sünni İslam’ın kendi ortaçağını henüz aşamamış, reform ve aydınlanmasını gerçekleştirememiş teokratik bir hareket olduğu gerçeğini de ıskalamaktır.
Gerçek anlamıyla entelektüel bir sefalet ve derin bir ahlaksızlık olarak değerlendirilebilecek bu tutum, 15 Temmuzda İslamcı bir grubun askeri darbe yapmaya kalkışmasıyla birlikte çöktü. Kemalistler ya da ulusalcılardan darbe bekleyen liberaller, dinci bir darbe karşısında ne diyeceklerini bilemedi. Bu tutumun temsilcileri arasında ise Nuray Mert’i, Aydın Engin’i, Nilüfer Göle’yi sayabiliriz.
Gelelim üçüncü tavra.. Bu liberal tutumu ise; AKP ve Cemaat bizi yanılttı, ama biz bu olasılığı biliyorduk. Önemli olan Kemalist askeri vesayeti yıkmaktı, bu nedenle biz bilerek hareket ettik. Tutumumuz o zaman da doğruydu şimdi de.. şeklindeki yaklaşımla özetleyebiliriz.
En baştan çıkmış liberal tutum budur. Tam anlamıyla bir meczupluk halidir. Öyle ki, bu tutumda ısrar edenler, 15 Temmuz darbesini bile Cemaatin değil, Kemalistlerin gerçekleştirdiğini ileri sürecek kadar gerçeklikten kopmuş durumdadır. Çünkü, dini bir grubun darbe yaptığını kabul etmek, İslamcılarla ortak bir gelecek tasarlanamayacağını da kabul etmektir. İşte bu kabul, söz konusu liberallerin 30 yıldır savunduğu neredeyse bütün tezlerin çöp olması anlamına gelmektedir. Ahmet Altan, Mehmet Altan, Ömer Laçiner gibi isimler bu grup içinde sayılabilir.
DEMOKRASİ ELEŞTİRİSİNİ GERİ ÇEKMENİN BEDELİ
Öyle anlaşılıyor ki, eğer AKP söz konusu çevreleri aldatmamış olsaydı, diyelim ki, AB kriterlerini yerine getirseydi, bu kesimlerin kurulu düzene, küresel kapitalist sisteme, sınıfsal adaletsizlik ve eşitsizliklere pek itirazları olmayacaktı. Çünkü bu yaklaşımda ne kapitalizm, ne sınıf mücadelesi, ne sermaye egemenliği ve ne de emperyalizm olgusu vardır. Siyaset; ekonomik alt yapıdan bağımsız, maddi temeli ve bağlamı olmayan, adeta kültürel bir kategori gibi ele alınır.
Türkiye’de bu liberal tutumun bir dönem büyük güç kazanması ve etkili olmasının nedeni ise, sol dahil bütün toplumsal kesimlerde son 30 yıldır demokrasi kavramının sihirli bir anlam kazanmasıydı. Demokrasi kavramının böyle mistik bir anlam kazanmasında, sadece liberallerin payı yok elbette. Bu akıl dışı politik iklimin oluşmasında sosyalist solun büyük kesiminin de demokrasiye yönelik bütün eleştirilerini geri çekmesinin payı çok büyük.
Oysa bir solcunun daha mücadeleye adımını attığı ilk yıllarda öğrendiği (ya da öğrenmesi gerektiği) gibi, demokrasiler kapitalist toplumlarda adaletsizlik ve eşitsizliklerin üzerini örten bir şal gibidir. Çünkü, burjuva demokrasileri insanlarda soyut bir eşitlik duygusu yaratarak sermayenin siyasal ve toplumsal egemenliğini gizleyen bir işlev görür. Bu nedenle demokrasiler, kapitalist toplumlarda aslında burjuvazinin en gelişkin ve güvenli egemenlik rejimleridir.
Bu konuda, sol da dahil olmak üzere, büyük bir kafa karışıklığının bulunduğu gerçektir. Çünkü liberalizm, solu sanıldığından daha derin bir şekilde etkiledi ve bozdu. Post-modern edebiyatın sol üzerindeki etkisi de hayli yıkıcı oldu. Özellikle 1990 sonrasında ideolojik ve politik bakımdan yenilenme çabası, ne yazık ki, liberal demokrat bir karakter kazandı.
SOLCULUK ÖNCELİKLE DEMOKRASİ ELEŞTİRİSİDİR
Bilindiği gibi sosyalistler yaklaşık 150 yıl önce, burjuva demokrasisinin hukuksal ve biçimsel eşitlik ilkesinin karşısına, toplumsal eşitlik ilkesiyle çıktı. Siyasal literatüre “sosyal demokrasi” kavramı bu nedenle girdi. Marksist politika teorisi de, bir anlamda bu eleştirinin içinden doğdu. Marks ve Engels’in de kuruluşlarında yer aldığı ilk komünist partilerin adının sosyal demokrat olarak konulmasının nedeni de budur.
Dolayısıyla, devrimci ve sol politika öncelikle burjuva demokrasisinin eleştirisi üzerinde yükselir. Burada sorun, siyasal ve hukuksal eşitlik ilkesine itiraz etmek değildir. Tam tersine, 1789 Fransız Devriminin insanlığa sağladığı en büyük kazanım olan bu ilke elbette kararlılıkla savunulmalıdır. Ancak, sorun bununla yetinilip yetinilmeyeceğidir. Gerçek ve sol bir demokrasi perspektifi, hak ve özgürlükler için yürütülecek mücadeleyi toplumsal eşitlik ilkesine bağlamakla edinilebilir. Hukuksal ve siyasal eşitliğin yanı sıra, ekonomik ve sosyal eşitliğin de gerçekleştirilmesi için mücadele etmek, sizi ancak solcu ve devrimci yapabilir. Değilse, bir burjuva ya da liberal demokrat olarak kalmanız kaçınılmazdır.
ULUSALCILARIN YANILGISI
Bugün Tayyip Erdoğan-AKP iktidarı, 15 Temmuz darbesinin yarattığı siyasal ortamı bir fırsata çevirerek hedefledikleri rejimi, yani dinci-faşist bir diktayı kurmaya çalışıyor. AKP ve Erdoğan, siyasal ve toplumsal hedeflerini paylaştığı 15 Temmuz darbesini bir anlamda tamamlamaya çalışıyor. Yani AKP, darbecilerle mücadele etmiyor, aslında darbeyi farklı biçimde siyasal ve toplumsal hedeflerine taşıyor.
Durum böyle olmasına karşın, şimdi de kimi ulusalcı çevreler, liberallerin geçmişteki tutumuna benzer bir yaklaşımla, AKP iktidarına, “Cemaati tasfiye ediyor” diye destek veriyor. Böylece, bu ulusalcı çevreler, tıpkı bir dönem liberallerin İslamcı iktidara karşı toplumsal direniş refleksini kırdığı gibi, –cumhuriyet mitinglerinden sonraki havayı anımsayın- şimdi de Erdoğan-AKP iktidarının ülkeyi dinci bir başkanlık rejimine sürüklemesine karşı koyacak cumhuriyetçi ve laik kitlelerin direniş iradesinin kırılmasına yol açıyor.
Oysa, darbecilerin daha kısa süre önce Erdoğan’ın yol arkadaşları ve AKP’nin illegal koalisyon ortağı olduğunu unutmamak gerekiyor. Çünkü, AKP ve Cemaat arasında kurulan, 11 yıl boyunca da sorunsuz süren bir ittifak üzerinden Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk gibi tertipleri birlikte kurduklarını unutmanın bedeli, bir önceki kumpastan daha ağır olabilir.
Ularım Türkiye böyle bir aptallığa izin vermeyecektir.