Bir kez daha vurgulayalım; dinci faşizan iktidarın en güçlü olduğunun sanıldığı bu dönem, paradoksal olarak onun en zayıf olduğu ve inişe geçtiği bir sürece de işaret ediyor. İktidarın saldırganlığının başlıca nedenini de bu durum oluşturuyor. AKP, iktidarı kaybetmekten ve bir hesap sorma dalgasının altında kalmaktan korkuyor. Bu korku, koydukları hedefe ulaşmak için her şeyi göze alarak hareket etmelerine yol açıyor.
Ancak, bu belirsizliğin daha fazla devam etmesi mümkün görünmüyor.
Çünkü, muhalefetin büyük aymazlığı, dahası mevcut siyasal tabloyu, toplumsal dengeleri ve içinden geçilen tarihsel dönemeci doğru okumak konusundaki yetersizliği nedeniyle; 15 Temmuz darbesinin yarattığı krizi fırsata çeviren Erdoğan-AKP yönetimi, OHAL aracılığıyla iktidarını yeniden kuruyor. Muhalefetin etkisizliğinden yararlanarak hızla toparlanıyor ve yeniden güç kazanıyor. Geri dönüş eşiğini aşarak rejim değişikliğini tamamlamak, böylece kalıcı bir düzen kurmak için bütün gücüyle Cumhuriyetin kazanımlarına ve laik değerlere yükleniyor.
Gerçekte darbecileri tasfiye etmeye değil, siyasal ve tarihsel hedeflerini paylaştığı 15 Temmuz darbesini tamamlamaya, yani kendi darbesini yapmaya çalışan İktidar, bu amaçla üst üste kritik hamleler yapıyor. Tepkileri ölçüyor, etkili bir direnişle karşılaşmadığı her durumda, öncekini aşan yeni bir saldırı dalgası başlatıyor. Örneğin; Cumhuriyet gazetesine operasyon yapıyor, tepkilerin düzeyine bakıyor, ardından milletvekillerini tutuklamaya yöneliyor.
PAKİSTANLAŞMAK!
Erdoğan-AKP iktidarı, her halükarda kendisini garantiye almak için yeni bir anayasa yapmak, böylece yarattıkları fiili duruma uygun hukuksal bir zemin oluşturmak istiyor. Çünkü, Türkiye’nin bu yeni fetret döneminde sürekli anayasal suç işliyor. Bu nedenle suçu “suç” olmaktan çıkarmak için elinden geleni yapıyor.
Adına başkanlık sistemi dedikleri bu fiili durum, dinci-faşist bir diktatörlük demektir. Biçimsel “demokrasiye” de son vermektir. Bir “baş yüce” düzenidir. Düşük yoğunluklu da olsa bir şeriat rejimidir. Pakistanlaşmaktır.
Ancak, hedefledikleri bu düzenin 21. yüzyıl dünyasındaki Türkiye’de tarihsel temelleri, referansları, iktisadi gerekçeleri, toplumsal ve siyasal dayanakları son derece zayıf, belirsiz ve meşruiyetten yoksundur. Sorun da başarısızlığın kaynağı da buradadır.
İSLAMCILARIN İDEOLOJİK HESAP HATASI
AKP’ye yön veren kadro ve Tayyip Erdoğan çok önemli bir siyasal ve tarihsel hesap hatası yapıyor. Bu hesap hatası şudur; İslamcılar ve AKP, milletin çok büyük bir kesiminin Cumhuriyet ve laiklikle kavgalı olduğunu sanıyor. Cumhuriyeti bir avuç seçkinin rejimi olarak görüyor. Sadece İslamcılar değil muhafazakâr sağın bir kesimi de bu tarih tezi paylaşıyor. Bu nedenle İslamcılar, gerçekte yüzde 8 ila 15 aralığında bir seçmen desteği bulunmasına karşın, dar bir dinci programı bir uzlaşma bile aramadan bütün ülkeye dayatmakta sakınca görmüyor.
Büyük hesap hatası budur. Dünyayı, gerçeği ve maddi yaşamı ideolojik ön yargılarına feda etmek anlamına gelen bu hatanın bedelini hem kendileri hem de toplum ağır şekilde ödeyecek gibi görünüyor.
Bütün hesaplarını, Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte devlet ve milletin bir birine yabancılaştığı hipotezine, dahası bu iki kurum ve güç (devlet ile millet) arasında bir kavganın bulunduğu varsayımına dayandırıyorlardı. Millet dedikleri soyut kavramın içini ise Sünni İslamcılık ile dolduruyorlardı. Böylece milleti devletle barıştırma gerekçesiyle Cumhuriyetin bütün ilerici kazanımlarını tasfiyeye yöneldiler.
İşte tam da bu aşamada beklenmedik şiddette “sivil” bir direnişle karşılaştılar. Hesap büyük ölçüde çöktü ama ısrar devam etti. Gezi Direnişi ya da Haziran İsyanının tarihsel anlamı budur.
Türkiye gericiliği bu toprakların 200 yıllık aydınlanma geleneği ve ilerici birikimini hafife aldı. Bu ülkedeki cumhuriyetçi ve devrimci damarın tahminlerin çok ötesinde bir derinliğe sahip olduğunu görememişlerdi. Oysa Cumhuriyetin temsil ve ima ettiği değerler sandıklarından çok daha büyük bir toplumsal desteğe sahipti. Bu kitle desteği toplumun en ileri, üretici, eğitimli kesimlerini içeriyordu. Ülkeyi taşıyan da onlardı.
Bu tarihsel olguyu sosyalist solun büyük kesiminin ve Kürt siyasal hareketinin de göremediğini belirtmek gerekiyor. İslamcı-muhafazakar entelijensiyanın hatasını sol da tersinden tekrarladı.
Özellikle 12 Eylül 1980den sonra solun dokularına işleyen bu hatalı bakışın bedeli de çok ağır oldu. Liberalleşen sol, özellikle sosyalist hareket daraldı, kitle bağlarını yitirdi ve bu toprakların ilerici birikiminden büyük ölçüde koptu. Bu nedenle hem liberallerin hem Kürt ulusalcılarının –hatta- hem de İslamcıların çekim alanına girdi. Onların etkisi altında ideolojik deformasyona uğradı.
Günümüzün asıl sorunu budur. Sol bu sorunu aşamadığı ve liberalizmle lekelenen zihniyet dünyasında bir temizlik yapamadığı sürece, AKP gericiliğine karşı toplumsal muhalefete öncülük de edemeyecektir.
AKP SİLKELENSE YIKILACAK AMA…
AKP İktidarı, tıpkı amblemindeki ampul gibi asılı durumda. Altı boş! Farklı toplumsal güç odaklarını içerecek ve kendi yönetimlerine meşruiyet sağlayacak yeni bir iktidar bloku oluşturamıyorlar. Cami cemaatinden başka anlamlı bir destekten yoksunlar. Bu nedenle çok korkuyorlar. Uykularının kaçtığından eminim. Çünkü biliyorlar ki, dünyanın hiçbir yerinde sadece cami cemaatine dayalı bir iktidarı sürdürmek imkansızdır.
Bırakın diğer etkenleri, sadece bölge jeopolitiği bile bütünüyle bu iktidarının karşısında. Batı AKP iktidarının arkasındaki desteğini çekmiş durumda.
Dolayısıyla iç ve dış iktidar dinamiklerini büyük ölçüde yitiren, aklı alınmış ve baştan çıkarılmış kalabalıkların desteğinden başka -ki sandık hilelerini bir yana bıraksak bile- dayanağı kalmayan AKP’den kurtulmak hiç bu kadar yakın olmamıştı. Özetle AKP iktidarından kurtulmak için bütün nesnel şartların hazırdı.
Ama olmuyor! Yukarıda da belirttiğimiz gibi, tren kaçıyor. Erdoğan-AKP iktidarı muhalefetin aymazlığı nedeniyle yeniden güç kazanıyor. Türkiye, karanlık bir döneme giriyor. Toplum ucu iç savaşa açılan bir çatışmanın içine sürükleniyor.
HENÜZ VAKİT VARKEN!
Siyasal İslamcı iktidar Cumhuriyeti yıktığı halde, kendi rejimini ve düzenini kuracak gücü bulamıyor. Buna görgüsü, bilgisi, birikimi ve insan kaynakları yetmiyor. Bu durum, kirizi ve çatışma ortamını derinleştiren bir etki yaratıyor.
AKPden kurtulmak için koşullar çok elverişli olsa da, bu iktidar kendiliğinden yıkılmayacak. Bir mucize de olmayacak. Örneğin, büyük bir ekonomik krizin bu gerici dikta rejimini tasfiye edeceğini beklemek boş yere umutlanmak olacak. Bilmek gerekiyor ki, Erdoğan-AKP iktidarı asıl gücünü kendi iktidar dinamiklerinden değil, muhalefetin etkisiz, dağınık ve programsız olmasından alıyor.
Sonuç olarak, henüz vakit varken, AKP iktidarının ancak devrimci bir program ve etkin bir muhalefet stratejisiyle, dolayısıyla Türkiye’nin toplumsal muhalefet güçlerini harekete geçirerek yıkılabileceğini görmemiz gerekiyor.