Türkiye’de son 70 yıldır izlenen sistematik dinselleştirme; Cumhuriyetin modern, aydınlanmacı ve ilerici kazanım ve değerlerinin adım adım tasfiye edilmesi, insanların sınıfsal konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı.
İnsanlar sosyal ve sınıfsal konumlarından hareketle, akıl ve bilinçleriyle değil, inançlarıyla siyasal tercih yapar hale getirildi. Tercihi belirleyen temel etken din, geleneksel kültür ve etnik duyarlılıklar oldu. Sonuçta, efendilerinin arkasından sürüklenen, kendi köleliğini her gün yeniden üreten bir toplum yaratıldı.
Örneğin; AKP son üç seçim kampanyasını ekonomik-sınıfsal talepler etrafında değil, daha çok kültürel değerler ve ideolojik zeminin üzerinden yürüttü. Saldırılarını laiklik, cumhuriyet ve aydınlanmanın kazanımlarına yöneltti. Cumhuriyete karşı Osmanlılığı savundu. Çünkü, ortada esas olarak bir rejim tartışması/çatışması vardı. Siyasete rejimi değiştirme iddiasıyla giren AKP de, seçim kampanyasını din, kutsal dava, milletin değerleri gibi ideolojik-kültürel temalar etrafında yürüttü.
Muhalefet ve sol ise bu olguyu göremedi ve esas olarak ekonomik taleplerle sınırlandırılan bir program üzerinden siyasal mücadele yürütmeye çalıştı.
Durum böyle olunca, ne cumhuriyetin kazanımları ne de laiklik etkin bir şekilde savunulmadı. Toplumun AKP’ye karşı olan yüzde 50yi aşkın kesiminin, ilerici değerler etrafında birleştirilmesi için ciddi bir girişim de geliştirilemedi.
YENİ SINIFSAL ÇATIŞMA EKSENİ LAİKLİKTİR
Türkiye tarihsel bir kavşakta duruyor. Ülke, ya insanlığın ilerici birikimini içererek bu krizi aşıp geleceğini yeniden kuracak ya da bir önceki çağın değerler dünyasına teslim olacak. İkilem budur!
Bu çatışma ekseni kavranmadan, toplumsal güçler buna göre konumlanmadan Türkiyede gerçek anlamda siyaset yapmak mümkün değildir. Solun geniş toplum kesimleriyle buluşmasının, kitleselleşmesinin ve gerçek anlamda bir güç olmasının yolu da bu gerçeği kavramaktan geçer. Değilse, siyasal kavganın yürüdüğü tarih sahnesinde bir aksesuar olmanın ötesine geçilemeyecektir.
Bu çatışma ekseninin anahtar kavramı laikliktir.
Laiklik için amasız, fakatsız ve sulandırılmamış bir mücadeleyi esas almadan artık sol, sosyalist, sosyal demokrat vb. olunamaz.
Bugün, sınıf mücadelenin eksenini de laiklik karşısında alınacak tutum belirliyor. Çünkü laiklik, bir orta sınıf fantezisi ya da bir Kemalist saplantı değil, sınıf mücadelesinin de demokratikleşmenin de eşitlik kavgasının da üzerinde yükseleceği asıl zemin, olmazsa olmaz bir ön koşuldur.
Laiklik, çağımızda sermaye sınıfının terk ettiği bir değerdir. Burjuvazinin, iktidarını sürdürmek için bir önceki çağın değerlerine iltica ederek sokakta bıraktığı bir ilkedir.
TAMAMLANAMAYAN ELEŞTİRİ
Bir tarih dersidir; kendi devrimini yarım bırakanlar, kendi mezarını kazar. Cumhuriyeti kuranlar bunu yaptı. Cumhuriyetin kurucu ve taşıyıcı unsurlarının bir bölümü, yıktıkları Ortaçağ düzeninin değerleri ve güçleriyle uzlaştı. Sırf sol korkusu nedeniyle –özellikle NATO’ya girişle birlikte- kendi devrimlerine ihanet ettiler. Bu ihanetin bedelini söz konusu kesimler ağır şekilde ödedi ödemesine, ama ülkeye yazık oldu. (Ergenekon ve bağlı diğer davaların anlamı buydu.)
Cumhuriyetin solunu tasfiye edenler, ülkenin bütün dengelerini yitirmesine ve gericiliğe teslim olmasına yol açtı. İleriye gidemeyen cumhuriyet geriye savruldu ve yıkıldı. Yaşadıklarımızın dramatik özeti bundan ibarettir.
Türkiye, yukarıda da belirttiğimiz gibi, yüz yılı aşkın bir süre sonra yine benzer bir kavşakta duruyor. Toplum siyasal, kültürel ve ideolojik bir kargaşa yaşıyor. Gericilikle hesaplaşmasını tamamlayamamış olmanın acısını çekiyor. Dinin eleştirisini tamamlayamayan toplum, güncel ve tarihsel hiçbir eleştiriye de gerçek anlamda başlayamıyor.
HEGELİN HUKUK FELSEFESİ, MARX VE LAİKLİK
Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi kitabında*, daha 1845 yılında Almanya’da dinin eleştirisi tamamlanmıştır der. Yani dinin, toplumsal / kamusal alandan çekildiği, siyasal yaşamın dışına çıkarılarak özel alana iade edildiğini belirtir. Marx daha sonra şu çok önemli saptamayı yapar:
Dinin eleştirisinin tamamlanması, bütün eleştirilerin başlangıcıdır.
Marx, kapitalizme yönelik bütün itirazlarını, eleştirilerini ve reddiyesini bu sapma üzerine kurar. Marksist laiklik anlayışının temelini oluşturan bu saptama yaşamsal öneme sahiptir. Bugünün dünyası ve Türkiyesi için de çok önemli, kritik ve yoğunlaştırılmış bir devrimci çözümlemedir. Çünkü Marx, dinin eleştirisini tamamlamadan kapitalizmin eleştirisini geliştiremezsiniz demektedir. (Bkz. K. Marx, Hegelin Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, S.191 vd.)
Bugün Türkiye’de işçi sınıfının önemli bir bölümü, yoksulların çoğunluğu işte bu nedenle cellatlarına, kendilerini iliklerine kadar sömüren efendilerine, yağmacılara oy vermektedir. Çünkü Türkiye’de dinin eleştirisi tamamlanmamış, aydınlanma atılımı yarım kalmış, burjuvazi kendi cumhuriyetine ihanet etmiştir.
O nedenle İslamcıların ve bazı alık liberallerin ileri sürdüğü gibi, laiklik bir orta sınıf fantezisi, seçkinlere ait bir kavram ve yaşam tarzı değil, halk için, emekçiler için, işçi sınıfı için yaşamsal öneme sahip bir ilke ve düzendir.
Dolayısıyla sol ve sosyalist hareket bugün laiklik eksenli bir ideolojik mücadeleyi yükseltmeden, laikliği yeniden kazanmadan ya da Marxın ifadesiyle dinin eleştirisini tamamlamadan gerçek anlamda sınıf mücadelesini geliştirmesi de neredeyse imkansızdır. Öncelikle yapılması gereken şey ise, liberalizmle zihinleri lekelenen solun esaslı bir alan temizliği yapması ve orijinal referanslarına dönmesidir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, AKP iktidarına karşı gelişen mücadeleyi, yakın zamana kadar,Ne şeriatı canım, Kemalist despotizm ve askeri vesayet yıkılıyor, demokratikleşiyoruz diyerek paralize eden, toplumsal direniş refleksini kıran liberallerin ihaneti mahkum edilmeden, sözünü ettiğimiz ideolojik mücadele de kazanılamaz.
LAİKLİK HALKA AİT OLAN DEMEKTİR
Laiklik kavramının etimolojik kaynaklarına baktığımızda da aynı gerçeği görürüz. Laicus/Laikus kavramı Yunancadan gelme Latince bir kavram. Yunancada halk demek.
Ergin Yıldızoğlu’nun Tekin Yayınevinden çıkan Laiklik Savunulmalıdır adlı yeni kitabında İlber Ortaylıyı referans göstererek belirttiği gibi; Latince’deki Laicus da rahiplerin dışında kalan yani seçkinlerin dışındaki toplum kesimi, halk anlamına geliyor. Eğitim ve bilgi, ruhbana ait bir imtiyaz olduğundan, Laicus kavramı aynı zamanda is¸ bilmez, eğitimi düşük insan anlamında da kullanılıyor. Yıldızoğlu’nun yaptığı bu saptama, ruhban sınıfının bilgi üzerindeki tekeline işaret ediyor. Dolayısıyla, Laicus kavramı da, Antik Yunan ve Roma’da halkın, çoğunluğun yönetimi anlamına geliyor.
“Laicus kavramı ile demokrasi kavramı arasında doğrudan bir ilişki bulunuyor. Laiklik ile demokrasi tam anlamıyla eşleşiyor. Laiklik demokrasilerin temelini ve ön koşulunu oluşturuyor.” (Bkz. Ergin Yıldızoğlu, Laiklik Savunulmalıdır, S.135 vd.)
Laiklik olmadan burjuva demokrasisi bile olmuyor. Eğer demokrasi seçim sandığından ibaret değilse –ki değil- laik olmayan sandıklı rejimlere de bilimsel ve tarihsel açıdan demokrasi denemeyeceğini bilmek gerekiyor.
ERGİN YILDIZOĞLUNUN YENİ KİTABI*
Değerli dostum Ergin Yıldızoğlu’nun yukarıda işaret ettiğim ve çok önemli bulduğum kitabı üç ay önce yayımlandı. Yıldızoğlu’nun yeni kitabı, laiklik mücadelesinin neden bir zorunluluk olduğunu ortaya koyduğu gibi, bu zorunluluğun felsefi, iktisadi, tarihsel temelini ve gerekçelerini tatmin edici derinlikte ifade etmesi bakımından da önem taşıyor.
Yıldızoğlu söz konusu kitabında ayrıca, ruhban sınıfının tekelinde tuttuğu dini bilgi ve bu bilginin yeniden üretilme mekanizmalarının, bir tür üretim araçlarının özel mülkiyeti gibi bir karaktere sahip olduğunu ve bir egemenlik aygıtı işlevi gördüğünü de daha önce benzerini görmediğimiz özgün bir yaklaşımla ortaya koyuyor.
Diğer taraftan, işçi sınıfının yeni bölüğü/fraksiyonu diyebileceğimiz ve kimi sosyal bilimci ve iktisatçıların, bana göre yanlış şekilde, yeni orta sınıf demeyi tercih ettiği, eğitimli çalışanların toplumsal ve sınıfsal çözümlemesini de yapan Yıldızoğlu, bu kesimi yaratan iktisadi ilişkilerdeki (maddi temel) gelişmeleri ve değişimi de bize gösteriyor. Yıldızoğlu, işçi sınıfının bu yeni fraksiyonunun neden 19. Yüzyılın sanayi proletaryasının işlevini görmeye aday olduğunu da Marksist bir perspektifle işaret ediyor.
Sol açısından yakıcı bir sorun olan Marksizm’in sınıf tahlillerini güncelleyen, bu anlamda teoriye katkıda bulunan, laiklik mücadelesinin tarihsel, sınıfsal ve maddi temellerini ortaya koyan bu ufuk açıcı kitabı, bütün dostlarıma ve okurlarımıza şiddetle öneriyorum.
Hakkında daha uzun bir değerlendirme yapılmayı hak eden bu kitaba zaman zaman geri döneceğim. Yazımın bundan sonraki bölümünde, bir saygı ifadesi olarak, Yıldızoğlu’nun söz konusu eserinde sunduğu, benim tamamen katıldığım zemini ve tezleri esas alarak ilerleyeceğim. Bazı kısımlar birebir alıntı şeklinde olacak.
LAİKLİK DİNCİLERİN EGEMENLİĞİNE İTİRAZDIR
“Laiklik kavramının tarihsel içeriğini ruhban sınıfının, ulemanın kurumsallaşmış dinlerin ve onlara dayalı feodal üst sınıfların toplumsal egemenliğine karşı itiraz oluşturuyor. Bu anlamda laiklik, eleştirel akıl, din adamları sınıfının (ruhbanın) bilgisini sorgulama, düşünce özgürlüğü, dini siyasi iktidar alanından (kamusal alandan) çıkartma anlamına geliyor.”
Ancak, Türkiye’de uzunca süredir laiklik kavramının temsil ve ima ettiği değerler, liberal aydınların da paha biçilmez katkılarıyla, demokrasi ve özgürlüklerin karşıtı olarak sunuldu. Kavram tersine çevrildi, insan aklının ve vicdanının özgürleşmesi anlamına gelen laiklik, tam bir aymazlıkla, dahası akla ve bilime ihanetle, vicdan ve ifade özgürlüğünün karşıtı gibi sunuldu. Bu girişimdeki kritik yaklaşım, Yıldızoğlu’nun da işaret ettiği gibi, laikliği yeniden tanımlama ihtiyacı diye ortaya konuldu. Bu tutum tam anlamıyla dinci ve liberal bir tuzak olarak işledi.
Çünkü, laikliği yeniden tanımlama ya da katı laiklik diye yine son derece yanlış bir yaklaşımla desteklenen kavramı yumuşatma söylemi, özgürlükçü laiklik gibi bilim ve tarih dışı yeniden tanımlama çabaları, var olan rejime karşı, özgürlükleri genişletme yönünde değil, tam tersine Siyasal İslam’ın iktidarını tahkim eden, dinci-faşizan bir totaliter rejime katkıda bulunan bir işlev gördü.
Oysa, bugün laikliği savunmak, düşünce özgürlüğünün, demokratik hakların genişletilmesini istemektir. Düşünce özgürlüğünü, demokratik hakları istemek ise, dinin iktidar alanından ve kamusal yaşamdan çıkarılmasını savunmaktır.
Bu da bizi bir kez daha ideolojik-kültürel mücadele alanına getiriyor. Çünkü tarihin bazı dönemlerinde sınıf mücadelesi ideolojik-kültürel bir dolayım üzerinden yürür. Böyle dönemler tarihsel bakımdan kritik eşikler, toplumların kaderlerinin yeniden çizildiği anlardır.
Dolayısıyla, Ergin Yıldızoğlu’nun belirttiği gibi solun, kültürel-ideolojik alanı klasik Marksist öğretideki değerlendirmeden hareketle bir üst yapı kurumu diye nitelendirip ikinci plana ataması büyük bir hatadır. Çünkü, sorunu böyle değerlendirmek, hem Marksist öğretideki saptamayı ve kavramı yanlış yorumlamak hem de dogmatik bir yaklaşım olacaktır.
Solun ideolojik-kültürel mücadeleyi ihmal etme lüksü yoktur. Bu yaşamsal mücadele alanından uzak durmak, halkımızın değerleriyle çatışmamak gibi feodal-gelenekçi bir tutumla da birleşince, gerici ideolojik-kültürel hegemonyanın yeniden üretilmesinden, üstelik bu yeniden üretime soldan katkıda bulunmak dışında başka bir sonuç yaratmaz. Bu da mücadeleyi kaybetmek anlamına gelir.
Özellikle günümüzde giderek etkin şekilde tarih sahnesine çıkmaya başlayan işçi sınıfının yeni kesimleri, yani eğitimli çalışanlar bu ideolojik-kültürel mücadelenin maddi gücünü, taşıyıcı sınıfsal temelini oluşturacaktır
* Kral Marx, Hegelin Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, 2009 Ankara, 268 s.
* Ergin Yıldızoğlu, Laiklik Savunulmalıdır, Tekin Yayınevi, Ağustos 2016, İstanbul, 168 s.