Bundan tam bir yıl önce, iktidardaki siyasal ve dinci gericilikle kalabalıkların ilişkisini değerlendiren bir yazı kaleme almıştım. Bu yazının ana izleği ve fikri, kütlelerin masum olmadığı ve insanlığın karşılaştığı büyük felaketlerdeki suç ortaklığına işaret etmekti. Çünkü, emekçiler ya da genel olarak halk, tarihte her zaman devrimci ve ilerici bir rol oynamaz. Tam tersine çoğu kez tutucu, karşı devrimci ve gerici bir rol oynar.
Kitlelerin o yaratıcı yıkıcılıkları, tarihin belli dönemeçlerinde, o büyük sıçrama anlarında ortaya çıkar ve kendisinden sonraki on, hatta yüz yılları belirlese ya da etkilese de kısa sürer. Ardından yine uzun bir dinginlik ve tutuculuk dönemi başlar. Büyük kalabalıklar, onların inançları, siyasal tercihleri, kültürel eğilimleri her zaman iyinin, doğrunun, haklının yanında olmaz. Tersine çoğu kez yanlışın, vasat olanın, zalimin, haksızın yanında yer alır, onu destekler ve meşrulaştırır. Boyun eğmeyenler, isyan edenler, kurulu düzene baş kaldıranlar tarihin her döneminde başlangıçta azınlıktır. Onlar öncülerdir. Tarihin değişim dinamosunun yakıtıdır onlar. Kendi edebiyatını kurar, destanlarını yazarlar, zamanın o ağır ve uzun süren akışı içinde.
Kitlelerin, büyük kalabalıkların silkinip ayağa kalktığı, öncülere katıldığı, yaratıcı yıkıcılıklarının açığa çıktığı tarihsel dönemeçler devrimci kriz dönemleri ve toplumu saran başkaldırı anlarıdır. Ancak, o yıkıcı enerji bazen karşı devrimci ve gerici bir güç olarak da çıkar tarih sahnesine. Aslında “bezen” değil, çoğu kez öyle olur. Örneğin; Sosyalist Dünyanın yıkılışı, Polanyada Leh Valesa liderliğindeki tersane işçilerinin hareketi böyle bir şeydir.
SOLUN SAFLIĞI VE HAYAL KIRIKLIĞI
Solcular saf, vicdanlı ve iyi kalpli insanlardır. Halka, emekçilere, işçi sınıfına, yoksullara hatta bütün insanlara inanırlar… Onların iyi ve haklı oldukları konusunda hiçbir şüpheleri yoktur. Ancak genellikle yanılırlar. Hayal kırıklığına uğrar, aldatılırlar. Bu nedenle sağlam bir bilgi birikimine, felsefi eğitime ve siyasal inanca sahip olmayanlar yaşadıkları derin hayal kırıklığı sonucu ya halka küser ve kenara çekilirler ya da çok yaygın bir davranış olmamakla birlikte fena halde –aktif ya da pasif- dönek olurlar.
Solcular, kitlelerin o çok kısa tarih anlarındaki başkaldırılarını, isyanlarını, devrimci ve yıkıcı enerjilerini kutsar ve yıllarca anlatarak yeniden üretirler. Sonuçta insanlığın uzun serüveni içindeki bu çok kısa sayılacak anları / dönemleri bir destana, mistik bir öyküye dönüştürürler. İsyanların, devrimci başkaldırıların öznesi olan emekçileri, gerçek hayatla hiç ilgisi olmayacak şekilde idealize eder, kutsarlar. İşçi sınıfında, hatta genel olarak halkta Allah vergisi bir devrimcilik bulunduğunu sanırlar.
DEVRİMCİLİK HALKA KARŞI OLMAYI DA GÖZE ALMAKTIR
Oysa devrimcilik, aynı zamanda halka karşı olmayı göze almaktır. Çünkü devrimci olmak, sadece egemen sınıflara karşı mücadele etmek değil, onların iktidarını yeniden üreten halkın değerlerine, kültürüne, eğilimlerine, geleneklerine de itiraz etmektir. Değilse, yani halka ait olan her şey aynı şekilde kalacak ve kutsanacaksa, devrimci olmanın da bir anlamı kalmayacaktır.
Devrimciler öncüdür, değiştiricidir, geleceği temsil ederler… Onlar, her tarihsel ilerlemenin dinamosu, devrimleri yaratan her toplumsal isyanın ve patlamanın fitilidir.
Bugün Türkiye’de, henüz büyük çoğunluk olmasa da, azımsanmayacak bir toplam oluşturan kalabalıklar, ülkenin en ilkel, en cahil, en saldırgan, en gerici ve faşizan anlayışını temsil eden bir siyasal hareketi destekliyor. Eğer halkın tercihlerine saygı duyacak ve ona itiraz etmeyeceksek, AKP iktidarına yönelik bütün eleştirilerimizi, itirazlarımızı ve siyasal mücadele irademizi de askıya almamız gerekiyor.
Diğer taraftan, şöyle bir itirazın da pek bir anlamı yoktur; kitleler aldatılıyor!.. Evet, bir aldatılma ve aldatma durumu tarihin her döneminde var. Ve fakat, aldatılmaya hazır geniş bir kitlenin bulunduğu da gerçektir. Yani kabahat sadece aldatana değil, aldatılmaya hazır olana da özgü bir durumdur. Hatta, Nazımın dediği gibi, söylemeye pek dilimiz varmaz ama, kabahatin çoğu onda, aldatılmaya hazır geniş halk kesimlerindedir. Daha da önemlisi; o kalabalıkların büyük bölümü, aslında ne aldanır ne de aldatılır Onlar, tıpkı oy verdikleri ya da destekledikleri siyasi parti / hareket gibi düşünür. İşte bu gerçek kavranmaz ve ona karşı esaslı bir mücadele yürütülmezse, gericiliğin, kötülüğün, vasatın ya da faşizmin yenilgiye uğratılması da imkansızdır.
KÖTÜLÜĞÜN İKTİDARINDA HALKIN PAYI BÜYÜKTÜR
Tam bir yıl önce, AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan’ın en büyük başarısı, kötülüğü toplumsallaştırma yeteneğine sahip olmasıdır. Bu ülkede kötülüğün, hoyratlığın, ilkelliğin, yağmanın, yalanın, talanın toplumsal temeli genişliyor diye yazmıştım.
Geçen bir yıllık süre içinde kötülüğün toplumsal tabanı tahminlerimin de ötesine geçerek genişledi ve toplumu bir umutsuzluk ve karamsarlık hali teslim almaya başladı. Ancak, kötülüğün toplamsallaşmasına karşı itiraz eden ve direnenlerin sayısı arttı. Söz konusu yazımda bu duruma işaret etmiştim, genişleterek devam ediyorum.
Açık ki, her geçen gün toplumun dokularına daha çok riya, ikiyüzlülük ve ahlaksızlık siniyor. Gericilik Türkiye’yi çürütüyor. Toplum, ülke Pekistanlaştıkça ya da kıytırık bir Körfez Emirliğine dönüştükçe kalkınacağını, büyüyeceğini ve gelişeceğini sanmak gibi bir akıl dışılığa sürükleniyor.
Oysa, dünyada daha dinselleştiği ya da daha çok İslami ilkelere göre yönetildiği için gelişen ve kalkınan tek bir ülke bile bulunmuyor. Dünyada Ortaçağ’ı aşan hiçbir Müslüman ülkenin bulunmaması bir tesadüf olabilir mi? Yeryüzündeki tek istisna olan Cumhuriyet Türkiyesi ise uğradığı büyük ihanetin bedelini ödüyor ve çöküyor.
Erdoğan ve AKP, kitle tabanını genişlettiği ve toplumsallaştırdığı kötülüğün adına, milli irade diyor.
AKPye destek veren toplum kesimleri arasında yoksulların ve alt sınıfların bulunması, sözünü ettiğimiz kötülüğün niteliğini değiştirmiyor. Tam tersine bu durum, kötülüğü büyüten ve acımasızlaştıran bir rol oynuyor. Burada kavranması gereken çok önemli olgu şu oluyor; halkın önemli bir bölümünün kötülüğü desteklemesi ona meşruiyet ya da haklılık kazandırmıyor. Tıpkı Hitleri ve Nazileri katıldığı bütün seçimlerde destekleyen ve onları birinci parti yapan Almanların faşizmin bir parçası haline gelmesi gibi, AKP ve Erdoğan’ı destekleyen kalabalıklar da bu kirlenme, kötülük ve tarihsel suçun ortağı haline geliyor.
SOL KENDİNİ SUÇLAMAKTAN ARTIK VAZGEÇMELİ
Eğer acı çekmekten mistik bir tad almıyorsak, solun artık, “Aydınlar ve biz de hatalıyız, kendimizi anlatamadık, halka inemedik, topluma karşı sorumluluklarımızı yerine getiremedik” şeklindeki o klişileşmiş ezberi bir yana bırakması gerekiyor. Çünkü bu ezberin hiçbir temeli ve gerçekliği bulunmuyor. Kendisini, hiçbir karşılık beklemeden ülkesine ve topluma adayan, geleceğini gözünü kırpmadan feda eden, büyük tehditlere karşın mücadeleyi sürdüren, bu uğurda işkence gören bir kuşak var, daha ne olsun! Bu ülkede hiçbir şartta boyun eğmeyen, idam sehpalarına çıkan, vurulan, hapis yatan, acı çeken büyük bir devrimci gençlik geleneği, kararlı bir cumhuriyetçi ve aydınlanmacı toplum kesimi bulunuyor. Onlar bu ülkenin çocukları… Ötesi var mı?
Dünyada on yıllardır bu özelliğini koruyan ve tutumunu/eylemini sürdüren başka kuşak örneği yok. Bu durum Türkiye ve toplum için büyük bir şanstır. Çünkü, Batılı ülkelerin hiç birinde kendi kişisel geleceklerini kolaylıkla garanti altına alabilecek toplum kesimleri, eğitimli ve meslek sahibi kentliler, parlak bir aydın ve gençlik kuşağı kurulu düzene, sermaye iktidarlarına karşı böyle uzun soluklu bir mücadele halinde değil, olmadı da. Bu nedenle, ödediği ağır bedellere karşın, kendi çıkarı ve geleceğinden çok, halkın, emekçilerin, işçi sınıfının ve yoksulların hakları ve hukuku için mücadele eden böyle geniş bir kesimin bulunması Türkiye ve bu halk için tarihin bir armağanıdır.
Gel gelelim toplum bu şansı bu ülkede hiçbir zaman yeterince değerlendiremedi. Bu kuşakların hakkını veremedi. Durumun farkına vardığı zaman ise ya baskıyla ezildi ya dinle aklı alındı. Ancak, her durumda gönüllü olarak aldatılmaya istekli geniş bir kesim var oldu. Dahası o kesimler, kendisini karşılıksız seven, geleceğinden vaz geçen devrimci kuşakların fedakarlıklarını kendi küçük ve gündelik çıkarları için kullanmaktan kaçınmadı.
HENÜZ GEÇ DEĞİL!
Bir başka olgu da şudur; Erdoğan ve siyasal İslamcı iktidarı yoksulluğun, dışlanmışlığın, kenara itilmişliğin yarattığı öfkeyi, insanlığın ilerici birikimine, laikliğe, bilimsel değerlere, Cumhuriyetin ve modernitenin kazanımlarına yönelik bir düşmanlığa dönüştürdü.
Böylece Siyasal İslamcı hükümet, bütün sağcı iktidarların yaptığını aşarak, kurduğu yağma düzeninin, eşitsizlik ve adaletsizliklerin üzerine yeşil bir şal serdi.
Ancak başka bir gerçek daha var… Bu ülkede her şeye karşın, halkın yarısından fazlası teslim olmamakta direniyor. Gericiliğe karşı koyuyor. Çünkü, bu toprakların 200 yıla yaklaşan bir aydınlanma ve modernleşme tarihi bulunuyor. Bu terihin ve birikimin sağladığı güç, toplumun Ortaçağ karanlığına teslim olmasının önündeki en büyük engeli oluşturuyor.
Sosyalist sol ve CHP yukarıda işaret ettiğimiz toplumsal, tarihsel ve kültürel durumun pek farkında değil. Özellikle CHP farkında olmadığı için, kendi sağına kayarak, liberalleşerek ve muhafazakar değerlere göz kırparak iktidara geleceğini ve gericiliği durduracağını sanıyor. Oysa böyle yapmakla tam tersinin gerçeklemesine, Türkiye’nin gericiliğe teslim olmasına ve cumhuriyetin tasfiye edilmesine katkıda bulunuyor.
Diktatörlükler, kitle temeline sahip bütün gerici ve faşist rejimler genellikle savaşların ve toplumların aklını başına getiren büyük felaketlerin sonunda yıkıldı. O nedenle gericiliğin saldırısını durduramazsak, örneğin bir referandum ya da iç savaşın ardından kötülüğün mutlak iktidarına, Bonapartist bir diktatörlüğe tanık olabiliriz.
Bu kez öyle olmasın istiyor ve tarihi tecrübenin bir değeri bulunduğuna inanıyorsak, gereğini yapmalıyız. Zamanın çok daraldığını da unutmadan!..