Ölüm haberi yine sabaha karşı geldi. Uğursuz bir vakittir o alacakaranlık kuşağı. Kötü haber hep o vakitlerde gelir, biz o saatlerde öğreniriz hayatımızı değiştiren, yüreğimizi yaralayan gelişmeleri. Yine öyle oldu.. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırdım. Haberi verenler sevgili dostum, yol arkadaşım, meslektaşım Tayfun hakkında konuşuyor, yazıyordu. Talipoğlu’nu kaybettik diyorlardı; “o artık yok”. Anlayamadım önce, ancak saatler sonra ağır gerçek bilincime hakim olunca, ağladım. Gözyaşlarım içime aktı.
Ajanslar; “Gazeteci, yazar, sanatçı-müzisyen Tayfun Talipoğlu’nu kaybettik” diye haber geçiyordu. Ayrıntılar gelmeye başladı, Edindiğimiz bilgiye göre diyordu haber siteleri, sosyal medya yazıcıları; “Tayfun Talipoğlu bu sabaha karşı, yani 21 Mart günü, saat 01.00de İzmir’de kaldığı evde fenalaşarak yere yığıldı”. Gelen sağlık ekiplerinin ilk müdahalesi de onu geri alamamıştı. Haber bu kadardı işte. Soğuk satırlar büyük ve sıcak yürekli bir arkadaşımızı yitirdiğimizi böyle anlatıyordu.
Tayfun 55 yaşındaydı ve bu kısa ömre yüzyılları sığdıran insanların soyundandı. O, 55 yıla yol hikayelerini, şiirleri, kitapları, özgürlük kavgasını ve sevgileri doldurmuştu. Onu daha gazeteciliğe ilk başladığım yıllardan tanıyordum, arkadaştık. Yurt gazetesini kurduğum yıllarda bize katıldı, arkadaşlığımız zamanla sıkı bir dostluğa dönüştü ve hiçbir şey eksilmeden, tersine artarak, zenginleşerek bu güne kadar geldi.
Yurt gazetesinden ayrıldığımda hiç tereddüt etmeden o da istifasını verdi. ABC Gazetesi’ni kurduğumuzda yine ikirciksiz şekilde ekipte yer aldı ve yazar kadrosuna katıldı. Son güne kadar da yazmaya devam etti. Kendisiyle TELE 1 televizyonunda içinde müzik ve şiirin de olduğu bir siyasi sohbet programı üzerinde çalışıyorduk. Bir eğlence programı yapmayı da konuşuyorduk.
Tayfun, AKP-Cemaat koalisyonunun Cumhuriyeti birlikte boğazladığı o karanlık günlerde, Ergenekon tertibine dahil edilip tutuklandığımda, Muğla E Tipi Cezaevine ziyaretime gelen ilk arkadaşımdı. Bunu hiç unutmayacağım. Daha tutukluluğumun ilk haftasıydı, 2013 yılının Eylül ayı başlarında bir gün… Avluda havalandırmadayım, tepede bir yaz güneşi, Bodrum taraflarından geldiğini sandığım tatlı bir esinti vardı. Duvarları beyaza boyalı dikdörtgen bir kuyu gibi de olsa havalandırma mekanı, o Ege rüzgarı okşuyordu yüzümü.
Büyük bir cezaeviydi, ağır suçlular vardı. Çünkü Muğla ili, Bodrum, Marmaris, Fethiye gibi ünlü ilçeleriyle sadece turizmin değil, rantın da önemli havzalarından biriydi. Ancak, cezaevindeki tek terör zanlısı (hükmen tutuklu) ve en tehlikeli suçlu bendim ve bu nedenle 4 kişilik bir koğuşta tek başıma, yani tecrit edilmiş şekilde kalıyorum. Yönetim, güvenlik nedeniyle böyle diyordu. Onlara hak vermiyor değildim, ama tecrit tecritti sonuçta.
İşte böyle bir cezaevi ortamında gardiyan hiç beklemediğim bir anda, mazgaldan ziyaretçin var diye seslenince şaşırdım. Beklediğim kimse yoktu henüz. Yakınlarımı, dostlarımı bir sonraki hafta bekliyordum.
Ziyaret mahalline gittiğimde karşımda Tayfunu gördüm. İçimi nasıl bir sıcaklık kapladığını anlatamam. Muğla’ya gelmiş, Adliyeye gidip savcılıktan görüşme izni almış (birinci dereceden akraba olmadığı için bu zorunluydu) şehrin hayli dışındaki cezaevine ulaşmış, cam bölmenin arkasında beni bekliyordu. Süremizin el verdiği kadar konuştuk, konuştuk…
Ziyarette –ki cam bölmenin arkasından ve telefon ahizeleriyle konuşuyorduk- bana, Buradan çıkacaksın, bu tertip çökecek, gerekirse başka gazete yapacaksın, sen bir fikir ve eylem adamısın. Dahası yetenekli bir gazetecisin. Sana bir teksir kağıdı versek sen oradan gazete olarak çıkarırsın dedi. Böyle bir betimleme duymamıştım. hoşuma gitti. Çok da güldüm. Ben bütün bunları moral vermek için söylüyor diye düşündüm.
Yedi ay sonra Cemaat-AKP kumpası çöktü ve cezaevinden çıktım. Tayfun yine yanımdaydı. TELE 1 televizyonunu kurarken bütün aşamalarını konuştuk. Yanımdaydı.
Tayfun ile o ketum geceden üç gün önce İstanbul’da yine birlikteydik. Önce bizim televizyon binasına geldi, yeni programı konusunda konuştuk. Bir gün sonra Okmeydanı’nda buluştuk. Bir Cumartesi günü, yani 18 Mart’ta İstanbul Okmeydanı’ndaki İdil Kültür Merkezi’nde, Yürüyüş Dergisi’nin düzenlediği Grup Yorum ile dayanışma paneline birlikte katıldık. İkimiz de konuşmacıydık.
Tayfunun böyle bir etkinliğe katılmasının öneminin altını çizmek isterim. Onun kimliği ve kişili bakımından önemlidir çünkü. Bu etkinliğe katılması –ki bana buralara hep gelirim dedi- kendisine haksız yere yöneltilen eleştirilere en iyi yanıttır.
Böyle bir etkinliğe katılmak önemlidir çünkü; neredeyse her sokağının başında TOMA’ların beklediği, polisin giriş ve çıkışlarını tuttuğu, gaz bombalarının sık sık havalarda uçuştuğu Okmeydanı ya da Gazi Mahallesi gibi semtlerde bu tip siyasal etkinliklere katılmak popüler bir televizyon yayıncısı için öyle kolay bir iş değildir. Cesaret ister.
Şakası yok, sizi hemen aforoz ederler. Merkez medyanın kapısından geçirmezler. Kendilerine solcu ya da “eski solcu” da deseler, medyanın o şöhretli isimleri, yöneticileri o kenar mahallelere gelip bu türden etkinliklere pek katılmaz. Dahası katılanlara da hoş görülü davranmaz.
Krıminal bir vaka haline getirilmeye çalışılan Grup Yorum ile dayanışma etkinliği, dağıtımını yapan çocukların / gençlerin sırtlarından vurulduğu Yürüyüş Dergisi panelleri öyle pek tekin değildir.
Evet, Tayfun o panellere katılır, etkinliklerde konuşur, o devrimcilerle dayanışma içine girerdi. Sakin, iddiasız ve yüreklice. Ancak O’na affedemeyeceğimiz bir haksızlık yapıldı. AKP, Çankaya gibi Ankara’nın önemli merkez ilçelerini alabilmek için ona belediye başkanlığı teklifi yaptı, bu doğru, ama Tayfun elinin tersiyle bu ikbal önerisini itti. Ardından milletvekilliği teklifi yaptı iktidar partisi, onu da reddetti.
AKP, Tayfunun halkın her kesimiyle kurduğu o sıcak, türkü tadındaki ilişkiden, ona duyulan sempati ve sevgiden yararlanmak istiyordu, ancak o buna izin vermedi. TRT’deki programı da zaten bu nedenle kaldırıldı.
Liberaller, dönek solcular, gözünü iktidara ve servete diken her türden buruşuk aydın ve siyasetçinin benzer tekliflerin çok daha küçüklerinin üzerine atladıklarını anımsarsak; Tayfun Talipoğlu’nun tavrının önemini çok daha iyi anlarız. Tayfun Talipoğlu’nun uzun süredir sadece dayanışma amacıyla yazı yazdığı, program yaptığı gazete ve televizyonları anımsarsak –ki bir tür işsizlik demektir bu- ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Bizim muhalif mahalle tarafından Tayfunun kıymeti pek bilinmedi. AKP’nin Tayfun’da gördüğünü, hem de iyi bir sınav vermesine karşın, bizimkiler göremedi. İşsiz kaldı, çaktırmadı. Gururluydu. Birkaç dostu dışında dayanışma gösteren olmadı. Önünde gideceği yol kalmayınca, bir yol yapan insanlardandı. Yetenekliydi, her şeye karşın ayakta kaldı.
Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) mezunuydu. Kaymakamlık sınavlarını kazandığı halde, siyasal görüşleri nedeniyle sakıncalı bulundu ve görev verilmedi. Müzisyendi, şiir yazardı. Öykü ve deneme kitapları vardı. O yüreği solda atan bir aydın ve gazeteciydi. Ben, onunla yaptığımız Merzifon seyahati sırasında toplum tarafından nasıl sevildiğine ve halkla kurduğu o sıcak ilişkiye tanıklık ettim. Zaten AKP de bunu gördüğü için ondan yararlanmaya kalkmıştı. Ancak olmadı, kendisini devşirmeye kalkanları yenilgiye uğrattı.
Tayfun, aramızdan ayrılmadan hemen önce bize son eserini bıraktı. Bir Hayır şarkısı hazırlıyordu. Stüdyo kayıtlarını tamamlamak ve belki bir klip çekmek için çalışırken yaşamını yitirdi. Henüz hiçbir yerde yayımlanmayan o şarkı bizde mevcut. Biz o şarkının videosunu / kaydını hem ABC Gazetesi’nde hem de TELE 1 televizyonunda Tayfun’un anısına yayınlayacağız.
Tarifsiz bir üzüntü içindeyim, şaşkınım. Ne diyeyim, ışıklar içinde yat kardeşim, huzur içinde uyu.