Türkiye hala 16 Nisan referandum sahtekarlığının sonuçlarıyla yüzleşebilmiş değil. İktidar ve egemen medya bu büyük ahlaksızlığı unutturmaya çalışıyor. Böylece Erdoğan-AKP yönetimi hile yoluyla ülkenin geleceğini yeniden biçimlendirme ve insanların kaderini yeniden çizme girişimini zamana yayarak benimsetme taktiği izliyor. Sanki değişen hiçbir şey yokmuş havası oluşturularak, endişelerin yersiz olduğu duygusu topluma yayılmak isteniyor.
Böylece hem Hayır cephesi bir tuzağa doğru sürüklenerek parçalanmaya hem de 16 Nisan Referandum sahtekarlığı meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Bu tuzağın en önemli aracı 2019 başkanlık seçimi oltasıdır. Bu tuzağı kabaca şöyle özetleyebiliriz:
Hayır cephesi, 16 Nisan Referandumunda en az yüzde 49 oy aldı, bu büyük bir başarıdır. AKP-MHP bloku ise büyük oy kaybetti. Hile yaptılar doğru, ama bu durumu değiştirmek ne yazık ki mümkün değil. YSK’nın aldığı kararlar kesin. Ayrıca, YSK kararı yerinde durdukça Tayyip Erdoğan yönetimi bu konuda direnecek. O halde verili durumu esas alıp ona göre davranmak, geç kalmadan yeni bir strateji oluşturmak lazım. Bunun yolu da 2019da yapılacak başkanlık seçimlerine hazırlanmak, kazanacak iyi ve güçlü bir aday çıkararak şimdiden çalışmaya başlamaktır. Çünkü, AKP-MHP blokunun oy kaybı devam edecek ve 2019da yüzde 50nin altına inecektir. Toplumsal trend bu yöndedir. Böylece 2019da hem gericilik yenilgiye uğratılabilir hem de karşı devrim saldırısı durdurularak süreç tersine çevrilebilir.
Evet, tuzak budur.
Böyle bir analiz üzerine kurulacak siyaset, tarihimizin en büyük siyasal sahtekarlığı karşısında boyun eğmektir. Gericiliğin, ülkenin kaderini değiştirecek boyuttaki hile ve ahlaksızlığına teslimiyettir. Zorbalık karşısında sinmek, hile ve seçim sahtekarlığını meşrulaştırmaktır. Daha da önemlisi, bu yaklaşım siyasal ve toplumsal güç dengelerindeki değişimi gerçek anlamda görememek demektir. Kazandığı halde kaybetmeyi kabul etmektir.
Oysa, Tayyip Erdoğan ve AKP yönetimi 16 Nisan referandumunda ağır bir yenilgiye uğradığı gibi, tarihinin en güçsüz döneminden geçmektedir. Sadece dünyanın demokratik kamuoyunun değil, küresel sermayenin bile desteğini yitirmiş durumdadır. Erdoğan-AKP iktidarı ABD ve Avrupa’nın desteğine artık sahip değildir. Türkiye’de ise cami cemaati (onun da sadece bir kesiminin) dışında anlamlı bir desteğe sahip değildir.
Erdoğan-AKP iktidarının en büyük gücü ise rejimi değiştirme kararlılığı ve inadından gelmektedir. Çünkü AKP, muhafazakar ya da merkez sağ bir parti değil, sistem karşıtı siyasal İslamcı bir harekettir.
MANTIKLI YOL BAZEN EN KÖTÜ YOLDUR
AKP iktidarı döneminde 70 yıllık karşı devrim süreci büyük ölçüde tamamlanmış, Cumhuriyet ve laik düzen esas itibarıyla yıkılmıştır. Şimdi yeni rejimin kuruluş aşamasına geçilmeye çalışılmaktadır. Çalışılmaktadır çünkü, Erdoğan-AKP yönetimi yeni bir rejimi inşa edecek güçten, birikimden, insan kaynağından yoksundur. Can havliyle başkanlık rejimine geçme isteği de bu güç yetersizliğinin ürünüdür. O nedenle Erdoğan yönetimi herhangi bir iktidar gibi değil, bir kurucu irade olarak hareket etmektedir.
Kuşkusuz 150 yıllık modernleşme süreci ve yüz yıla yaklaşan Cumhuriyet rejiminin kazanımlarını bir çırpıda ortadan kaldırmak mümkün değildir. Tarihsel olarak bunların bir bölümü (kadınların seçme ve seçilme hakkı gibi) kaçınılmaz olarak yeni rejimde de varlığını korumaya devam edecektir. Sosyolojik ve tarihi bir yasadır bu. Toplum nezdinde yanıltıcı olan durum da esas olarak budur. Yani pek bir şeyin değişmediği duygusunu yaratan kimi kazanımların, gündelik ve siyasal yaşamda korunmaya devam etmesi…
Oysa aydınlanma ve modernitenin temel kazanımlarının ortadan kaldırılması ve düşük yoğunluklu da olsa dinci (İslamcı) bir rejimin kurulması sadece zaman sorunudur. Toplumsal ve siyasal direniş odakları etkisizleştirildikçe ve zamanı geldikçe bunlar birer birer yaşama geçirilecektir. Pasif karşı devrim sürecinin diyalektiği böyle işlemektedir.
Evet, bu tuzağın adı da esası da 2019 seçimlerine hazırlanma önerisidir. Bu tuzağın en büyük gerekçesi mantıklı olmak tezidir. Oysa, böyle tarihsel dönemeçlerde en büyük hata mantıklı olma önerisine uymaktır. Örneğin Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sırasında en mantıklı olan şey, büyük devletlerin himayesinde görece daha az parçalanmış bir Türkiye önerisini, yani manda düzenini kabul etmekti. İmkansıza yakın olan ise bağımsızlık savaşı ve cumhuriyet devrimiydi. Ama doğru ve gerçekçi olan ikincisiydi. Nitekim tarih bunu teyit etti.
HUKUKUN KURALLARI SİYASETİN YASALARI
CHP, hayır kampanyasını sürdüren güçlerin en büyüğü olmanın yüklediği tarihsel sorumluluğu yerine getiremedi. Çünkü, 16 Nisan akşamı halkı sandık sonuçlarına, kendi iradesine sahip çıkmak için sokağa çağırma sorumluluğunu alamadı. Alması da beklenemezdi. Parti yönetiminin, Sokaklarda silahlı kişiler vardı, çatışma çıkabilirdi, bunun sorumluluğunu almadık şeklindeki açıklaması ise, tam anlamıyla zorbalığa boyun eğmek anlamına geliyordu.
Oysa bu risk göze alınmalıydı. Sokağa silahlı milis indirmek, eğer doğruysa, hem yasa dışı bir tutumun ürünü hem de kaybedenlere özgü bir tavırdı. Dolayısıyla hiçbir tarihsel, siyasal ve ahlaki meşruiyeti yoktu. Salt bu nedenle bile olsa yenilmeye mahkumdu.
Yapılması gereken şey, referandum sonrası oluşan toplumsal tepkiyi iktidara karşı eylemli bir mücadele çizgisine çekerek tezgahı bozmaktı. Olmadı. Ne yazık ki, CHP dışında toplumu sokağa dökecek başka bir siyasal güç de yoktu. Türkiye solunun en büyük sorununu da dramını da 36 yıldır aşılamayan bu durumu oluşturuyordu.
Çok geç kalınmış değil. Yapılması gereken şey, toplumsal tepkiyi sönümlenmeden örgütlemek ve iktidarı kuşatmaktır. Böyle bir siyasal hattın tarihsel ve siyasal meşruiyet zemini çok güçlüdür.
Erdoğan yönetimi zamana oynamaktadır. Buna izin verilmemelidir. Toplumun tepkisi canlı tutulmalıdır. Değilse, ülke uzun yıllar sürecek bir felakete sürüklenmektedir.
Daha önce de belirttiğim gibi; böyle büyük siyasal dönemeçlerde ve köklü rejim çatışmalarında sadece hukuksal mücadelenin yol ve yöntemlerini kullanarak sonuç alınamayacağı bilinmelidir. Çünkü, tarihsel kırılma anlarında, hukukun kuralları değil siyasetin yasaları belirleyici olur. Dolayısıyla hukuk mücadelesinin arkasına eylemli bir toplumsal ve siyasal güç yığılmadan sonuç almak mümkün değildir. Açıktır ki, kazananlar hukuku yeniden yapar ve biçimlendirir. Hukuk istikrarlı dönemlerin zeminidir ve siyasetteki hükmü görece toplumsal barışın sağlandığı dönemlerde yürür.
Yapılacak ilk şey, yeni dönemin sunduğu hiçbir zemini meşru saymamak ve 2019 tuzağına düşmemektir.