ABC Politik

Merdan Yanardağ
15 Ocak 2010
Email :

Son yılların liberal efsanesi çöküyor galiba. Hani şu AKP iktidarının askeri vesayete son verdiği, hatta “muhafazakar bir devrimin” gerçekleşmekte olduğu (ne demekse) ve dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleştiği yolundaki yaygın efsane…

Öyle ki, “muhafazakar devrim” saçmalığı bir yana (böyle bir devrim mi olurmuş) bu iddia şu günlerde neredeyse resmi görüş haline geliyordu. Bu teze itiraz edenler ise acımasızca eleştiriliyor, hatta bir linç girişimiyle karşı karşıya kalarak darbeci, asker yanlısı ve Ergenekoncu ilan ediliyordu.

Gelgelelim bugüne kadar AKP iktidarına kayıtsız şartsız destek veren liberal cephede son günlerde bir çözülme gözlemleniyor. Demokratikleşme yolunda hukukun bile gerektiğinde çiğnenebileceği görüşünü savunacak kadar şirretleşen bu liberal güruhun kimi mensupları “acaba” diye soruyorlar “askeri vesayetten kurtulalım derken tek parti diktatörlüğüne mi gidiyoruz?”

Günaydın!…

Oysa, orduyu sivillerin otoritesine tabi kılmadan ve hukuk içine çekmeden gerçek anlamda bir demokratiklşmeden söz edilemeyeceğini de belirten bu çevreler, Türkiye’nin “sivil faşizme” ya da “islamo-faşist” bir dikta rejimine doğru gittiği şeklindeki görüşleri ise, en hafif deyimle abartılı buluyorlardı.

Onlar için önemli olan askeri vesayet rejiminin yıkılmasıydı. Gerisi teferrauattı…

Gidişattan utangaç şekilde şüphe etmeye başlayan Nuray Mert gibi bazı liberal yazarlar -ki bunlar AKP iktidarı için meşruiyet ve toplumsal rıza üretiminde önemli bir rol oynamıştır- diğerleri tarafından hemen Ergenekoncu ilan edildiler. Ancak küçük bir farkla… Onlar “soft Ergenekoncu” idi. Bu “yumuşatma” sıfatına karşın söz konusu liberal aydınlar suçlama karşısında dehşete düşmüş görünüyorlar.

Ne var ki, Türkiye solunda bile, daha dün birlikte oldukları arkadaşlarını, politik ve felsefi sicillerini çok iyi bildikleri grupları ya da partileri sırf olan biteni farklı değerlendiriyorlar diye darbeci, Ergenekoncu, Genelkurmay’ın adamı/partisi diye insafsızca ve utanmazca suçlayanların olduğu bir ortamda, liberal mahallede “soft Ergenekoncu” olmak açık bir kayırma diye de yorumlanabilir.

* * *

Şimdi son günlerin şu moda kavramı “vesayet”e gelelim.

“Vesayet” hukuki bir kavram, “koruma” ve “himaye” gibi anlamları var. Örneğin, yakınlarını kaybetmiş ve korumaya muhtaç küçük çocuklar için, eğer kendilerine miras da kalmışsa mallarını/parasını yönetmek ve diğer yasal işlerini yürütmek amacıyla asliye hukuk mahkemeleri tarafından bir “vasi” tayin edilir. Aynı uygulama yasal hakları sınırlanmış mahkumlar ve ağır hasta kişiler için de yapılır. Vasiler genellikle birinci derecen akrabalar arasından seçilir. Böyle biri yoksa baroya kayıtlı bir avukata da görev verilebilir. Vasi onu tayin eden mahkeme tarafından denetlenir. İşte bu uygulamaya “vesayet kurumu” denir.

Durum böyle olunca, politikanın diline aktarılan “vesayet” kavramının “askeri” nitelemesiyle birlikte Türkiye’de bir karşılığının olduğu açık. TSK’nın Cumhuriyet’in kurucu kuvveti ve modernleşme projesinin öncüsü olmaktan gelen sistem içindeki ağırlığı nedeniyle, koruması ve himayesine aldığı toplum adına milli çıkarları ve tehditleri belirlediği, onlar adına düşündüğü, doğruyu belirlediği vb. biliniyor.

TSK’nın bu gücü Soğuk Savaş boyunca daha da arttı. Kurucu ideolojinin taşıyıcısı olarak kendisini rejimin ve sistemin koruyucu ve kollayıcı gücü olarak gören TSK’nın bu konumuna, başlangıçta (sermaye birikim sürecinde) sınıf mücadelesini ve toplumsal muhalefeti karşılama kapasitesi sınırlı bulunan burjuvazinin de esastan bir itirazı yoktu. Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı mücadele için geliştirilen ve kapitalist ülkelerin kendi vatandaşlarının bir bölümünü “düşman” olarak görmesine yol açan faşist “dolaylı saldırı doktrini” TSK’nın dokusunu yeniden oluşturan etkenler arasındaydı.

Evet bu anlamda Türkiye’de bir askeri vesayetten söz edilebilir. Ancak, bu durum abartılmamalıdır. Çünkü, silahlı da olsa TSK nihayetinde bürokratik bir kast olmanın ötesine geçemez. Sermaye (ve diğer sınıflar) karşısında görece özerk bir yapıya ve konuma sahip olsa da askere bir sınıf rolü yüklemek, dahası onu bir sınıf gibi değerlendirmek tarihsel ve sosyolojik bakımdan doğru değildir.

* * *

Diğer taraftan TSK, Soğuk Savaş döneminde kendi ülkesini işgal eden anti-komünist bir iç savaş örgütüne dönüşmüştür. Bu dönemde Cumhuriyet’in başlangıç ilkelerinden önemli ölçüde kopmuş ve tutuculaşmıştır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleriyle kendi içindeki ilerici kanadı büyük ölçüde tasfiye ederek, kurumsal bakımdan milliyetçi-gerici bir karakter kazanan TSK, ulusal olma niteliğini de yitirmiştir. NATO ordusu olan TSK Amerikalıların “our boy”ları haline gelmiştir.

‘NATO’dan çıkalım’ diyen emekli generallerin tutuklanmasına o nedenle TSK komuta kademesinden ciddi bir tepki gelmemiştir.

Bütün bir Soğuk Savaş döneminde Türk sağı ve gericilikle iç içe olan TSK sola ve yurtseverlere karşı savaşmıştır. Hiyerarşi dışına çıkan kimi gelişmeleri dışında tutarsak eğer, TSK’nın ülkeyi neredeyse 60 yıldır kesintisiz yöneten sağcı ve muhafazakar iktidarlarla esastan hiçbir sorunu olmamıştır. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı konumlanan, başka bir anlatımla kendisine Kurtuluş Savaşı sırasında yardım eden dostlarına karşı, ülkesini işgal eden batılı emperyalistlerle birlikte olan TSK, NATO üzerinden Amerikan vesayeti altına girmiştir.

Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte TSK’da misyonsuz kalmış, bu dönemde reaksiyoner bir karakter kazandığı için tehdit algısında boşluğa düşmüştür. Yeni dönemde TSK’nın sistem içindeki eski dominant konumuna ihtiyaç kalmamıştır.

Bunun üzerine TSK, 28 Şubat 1997’de rotasını yeniden belirlemeye çalışarak Cumhuriyet’in kuruluş varsayımlarına bir dönüş denemesine girmiştir. Bu kapsamda Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yeniden düzenlenerek komünizm baş tehdit olmaktan çıkartılmış ve irtica (ayrılıkçılıkla birlikte) birinci sırada ve öncelikli tehdit olarak değerlendirilmştir. Ancak, ulusal planda bir tür Soğuk Savaş’ı bitirmeye dönük bu restorasyon girişimi kesintiye uğrayarak başarılı olmamıştır. Süreci kesintiye uğratan en önemli faktör AKP iktidarıdır.

NATO’nun ikinci büyük ordusu olan TSK’ya eski gücü ve etkinliğiyle artık ihtiyaç duyulmaması, askerin bütün bir Soğuk Savaş boyunca arkasında olan ABD ve diğer batılı emperyalist ülkelerin desteğini geri çekmesine yol açmış, bu durum ordunun sistem içindeki konumunu temelinden sarsmıştır. Türkiye’yi bir ılımlı islam ülkesi olarak bölge için model haline getirmek isteyen ABD ve Batı ile AKP’nin hedefleri arasındaki örtüşme, TSK’nın gücünü kırma ve sermayenin ideolojik dokusunu dönüştürme sürecini hızlandırmıştır.

Çatışmanın esasını bu durum oluşturmaktadır.

* * *

Geleneksel iktidar blokunun parçalanması, ülkenin yeni bir fetret dönemine girmesine yol açmıştır. Fetret’e düşen ülkedeki yeni şehzadeler savaşında, “küffar”ın desteğini alan “devşirme ordusu”nun karargahında AKP bulunmakta, bu ordunun vurucu gücünü de polis oluşturmaktadır.

Bugün TSK geriye çekilirken iktidar blokunun bileşenleri yeniden belirleniyor. Servetten ve iktidar daha fazla pay isteyen muhafazakar ve İslamcı taşra sermayesi yükselirken -ki AKP’nin dayandığı iç dinamik esas olarak bu sınıflardır- laik sermayenin ya alanı daraltılıyor ya da dönüştürülüyor.

AKP- Cemaat (Fethullah Gülen Örgütü) bloku Türkiye’nin dönüştürülme sürecinde siyasal zor, baskı ve operasyon aygıtı olarak polisi ve neredeyse tamamını ele geçirdiği bürokrasiyi kullanıyor. Polis giderek silahlı bir politik partiye dönüşüyor.

Dolaysıyla Türkiye, askeri vesayet rejminden kurtuluyor denilirken bir polis devletine doğru götürülüyor. İdeolojik olarak İslamcılaşan polis, TSK’yı dengeleyecek ve etkisizleştirecek başka bir “silahlı kuvvet” olarak sistem içinde güç kazanıyor. Esas olarak polise dayalı düşük yoğunluklu bir islamo-faşist rejim kurulmaya çalışılıyor.

Öyle ki, artık bu tez, bir iddia ya da hipotez olmaktan çıkmış ve somut bir olgu haline gelmiştir. Musafa Sönmez Cumhuriyet gazetesinde 13 Ocak 2010 tarihinde yayımlanan köşe yazısında bu konuda somut veriler ortaya koyuyor.

“Son 4 yılın bütçelerine bakın. Maliye verilerinden aktarıyorum: Askerin bütçedeki payı yüzde 6,5’ten 5’e gerilerken, emniyet hizmetlerinin özelleştirilmesine rağmen, polis bütçesinde 2006 sonrası azalma yok. Polis bütçesi 2006’da askerlerinkinin yüzde 67’si iken 2009’da 86’ya çıkmıştır.”

Bu tabloya göre, polise genel bütçeden ayrılan pay neredeyse TSK’nın tümüne ayrılan paya yaklaşmış durumda. Yani Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri ile Jandarma Genel Komutanlığı’na ayrılan toplam bütçe, polise ayrılan payın biraz üzerinde. Polise ve Milli İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) ağır savaş silahları ithal etme hakkının ve yetkisinin verilmesi için yasal düzenleme hazırlıkları yapıldığı da hatırlanırsa, tablo daha iyi görülecektir. Bütçede yer alan güvenlik harcamalarının dışında, ayrıca çeşitli kurumlar ve fonlar aracılığıyla başta özel güvenlik kuruluşları olmak üzere çeşitli baskı aygıtlarına milyarlarca lira para aktarılmaktadır. Bu olgu da gözönüne alındığında, polise ülke kaynaklarından ayrılan payın askere ayrılan payı aştığını belirtmek abartılı olmayacaktır.

Yine Mustafa Sönmez’in aynı yazıda işaret ettiği gibi, Emniyet’in personel sayısı 230 bini aşmış durumda. Bu rakama göre, her 100 kamu görevlisinden 10’u polis. Bu arada, Sosyal Güvenlik Kurumu kayıtlarına göre, özel güvenlik görevlilerinin sayısı ise 160 bin civarında. Üstelik bu özel güvenlik elemanlarının çoğu çeşitli kamu kurumlarında görevli. Dahası, özel güvenlik şirketlerinin denetimi polise tarafından yapılıyor. Yani özel güvenlik kuruluşları bir anlamda Emniyet’e bağlılar.

Tablo budur… Demokrasinin, demokrat olmayanlar tarafından devleti bütünüyle ele geçirmek ve rejimi dönüştürmek için araçsallaştırıldığı bir dönemde, insanlar, ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilmeye çalışılıyor.