ABC Politik

Merdan Yanardağ
29 Ocak 2010
Email :

Okuduğunuz bu yazıdaki bazı değerlendirmelerim abartılı gelebilir. Tekel direnişine sahip olduğundan fazla anlam yüklediğim, olmayan değerler atfettiğim, yarattığı etkiyi gerçek durumla uyumlu olmayacak şekilde büyüttüğüm, zorlama bazı sonuçlar çıkardığım ve sanki bütün bütün politik dertlerimize deva olacak mistik bir rol biçtiğim sanılabilir.

Bu nedenle ve öncelikle belirtmeliyim ki, işçi sınıfında Allah vergisi bir devrimcilik görmediğim gibi, devrimci olmayan işçi sınıfının da tarihsel ve politik bakımdan hiçbir değer taşımadığını düşünüyorum. Hatta işçi sınıfının, yakın tarihte sosyalizmin çözülme sürecinde de gördüğümüz gibi (o değiştirici gücüyle) bazen karşı devrimci bir rol oynayabileceğini de biliyorum. Dolayısıyla işçi dalkavukluğu diye de tanımlanabilecek uvriyerist yaklaşımların hep bir hayal kırıklığıyla sonuçlandığının da farkındayım.

O nedenle bu yazıda abartma gibi gelebilecek kimi değerlendirmeler Tekel direnişinden çıkarılacak siyaset derslerinin ve Türkiye sınıf mücadeleleri tarihindeki yerinin daha net anlaşılması için kastedilerek yapılmıştır.

O güzel insanlar o beyaz atlarına binip dönüyorlar mı?

Canlı yayınlanan bir televizyon programında (5N 1K / CNNTurk) mikrofon uzatılan Tekel işçisi aynen şöyle diyordu: “Ben 5 vakit namazımı kılarım. Burada da komünist olduk. Evet, 5 vakit komünistim.”

Şaka mı yapıyor diye dikkat ettim, hayır ciddiydi. Çünkü programı yapan gazeteci Cüneyt Özdemir de şaşırdığı için olacak, sorusunu tekrarladı ve aynı yanıtı aldı.

Evet o klasik yasa hükmünü sürüyor direnişler ve grevler işçiler için bir okul olmaya devam ediyordu. İşçi sınıfı eylem içinde öğreniyor, dostunu düşmanını tanıyor ve esaslı bir bilinç sıçraması yaşıyordu.

Yukarıda sözünü ettiğim tv programına da dikkat çeken gazeteci dostumuz ve akademisyen Dr. Atilla Özsever, Ankara’da 17 Ocak günü düzenlenen büyük işçi mitinginden hemen önce Tekel çalışanlarıyla yaptığı sohbetten (yine aynı değişime işaret eden) çok çarpıcı bir anekdot aktarıyordu. Özsever, Hataylı bir işçinin kendisine aynen şunları söylediğini yazıyordu:

“Biz buraya gelmeden önce gençler, öğrenciler için solcu, komünist diye bir önyargıya sahiptik. Ancak buradaki öğrencilerin harçlıklarından bize çay yapıp getirdiklerini, sabaha kadar bu soğukta bizlerle kaldıklarını görünce düşüncelerimiz değişti. Ben Tekel işçisi olmasaydım, buraya destek için gelebilir miydim? Sanmıyorum. Ama gençler bu dondurucu ayazda, bizlerle ekmeklerini paylaştılar. Ben bölgemdeki ilçede aynı zamanda AKP yöneticisiydim. Ama şimdi kesinlikle AKP’ye oy vermem. Sağcı idim, solcu oldum.” (Cumhuriyet, 28 Ocak 2010)

Özsever’in aktardığı bu diyalog, açık bir bilinç sıçramasına işaret ediyordu. Dahası, her türden gericiliğin ve liberalizmin toplum ve entelektüel hayat üzerinde kurduğu ideolojik hegemonyanın parçalanmaya başladığını bu ülkede 30 yıla yayılan büyük akıl tutulmasının kırılma yoluna girdiğini gösteriyordu.

Hataylı işçinin söyledikleri, Tekel direnişinin bir başka yönünü de gösteriyordu Türkiye’de son 30 yıldır işçi sınıfının, emekçilerin ve genel olarak çalışanların sosyo-ekonomik konumlarıyla politik tercihleri (örneğin seçmen davranışları) arasındaki pozitif ilişki kopukluğunun aşılması için uygun bir iklim oluşuyordu.

Uzunca süredir dinci gericiliğin, liberal bireyciliğin, muhafazakarlığın, sağcılığın ve milliyetçiliğin etkisine giren dolayısıyla sınıf bilincinden ve dayanışmasından uzaklaşan işçilerin, yeniden solu, devrimcileri, sosyalistleri tanımaya başladığını, sosyo-ekonomik konumlarıyla politik tercihleri arasında yeniden pozitif bir ilişki kurmaya yöneldiklerini söyleyebiliriz. Hataylı Tekel işçisinin daha önce, “solcu, komünist diye önyargılı yaklaştığını” söylediği kişiler, kendileriyle gece gündüz birlikte olan, onlarla ekmeğini paylaşan ve hiçbir karşılık beklemeksizin işçilerin mücadelesini kendi mücadelesi olarak gören gençler ve öğrencilerde somutladığı “solcu, komünist” tipi, yeniden emekçilerin dünyasına dönüyor ve sıcak bir mücadele kardeşliği/yoldaşlığı oluşuyordu.

Hataylı işçi sözünü ettiği “önyargı” ile, solcu ve komünist sıfatları/kavramları üzerinden geliştirilen bin yıllık ilkel, kaba, ahlaksız ve alçak bir gerici-sağcı propagandanın halkın bilincinde oluşturduğu tahrifata gönderme yapıyor. Emekçiler, somut eylem içinde dostlarını ve düşmanlarını tanıyor.

Öyle anlaşılıyor ki, sınıf içinde çalışmanın koşulları süratle olgunlaşıyor. Tekel direnişi dolayımıyla emekçiler yüzlerini yeniden sola dönmeye hazır hale geliyor.

DİRENİŞ TOPLUMSAL VE TARİHSEL MEŞRUİYET KAZANDI

Tekel direnişi sadece özelleştirmeci yeni liberal politikalara, yeni muhafazakarlığa ve onların arkasındaki felsefeye ağır bir darbe indirmekle kalmıyor, aynı zamanda uzunca bir süredir kopuk olan sosyalist hareketle işçi sınıfı arasındaki ilişkilerin yeniden kurulmasının da hem imkanlarını yaratıyor hem de yolunu yöntemini sunuyor.

Bu ilişkinin 1980 öncesinde ne ölçüde kurulduğu, kurulsa bile sağlıklı olup olmadığı kimi çevrelerde tartışılsa bile, hiç kuşku yok ki, ülke özgülünde 12 Eylül darbesinden ve onun üzerine gelen küresel karşı devrimin (sosyalist rejimlerin çözülmesinin) yarattığı yıkımdan sonra sosyalistlerle işçi sınıfı arasındaki bağın hemen hemen bütünüyle koptuğunu söylemek, sanırım yanlış bir gözlem ve haksızlık olmayacaktır.

Sınıf içinde çalışma ve örgütlenme iddiasındaki kimi örgütlerin, partilerin ve çevrelerin yürüttüğü çalışmalara karşın -ki bu çalışmaları hiç küçümsemediğim gibi, çok değerli bulduğumu da belirtmek isterim- söz konusu kopuşu aşamadıkları da bir gerçek. Ne Zonguldak büyük madenci yürüyüşü, ne 1989 bahar Eylemleri bütün olumlu yanlarına ve etkilerine karşın, gericiliğin ve liberalizmin ülke ve toplum üzerindeki etkisinin kırılmasına ve sınıfın solla buluşmasına beklenen katkıyı yapamadı.

Çünkü, küresel bir zafer kazanan kapitalizmin o dönemde geliştirdiği yeni liberal politikalar, yeni muhafazakarlık ve gericiliğe büyük bir kapı açan yeni felsefi yaklaşımlarıyla (post-modernizm gibi) tam cephe bir saldırı halindeydi. Bir çıkış yaşıyor ve bu çıkışın yarattığı fırtına ortalığı kasıp kavuruyordu.

Oysa bugün yeni liberal politikaların tüm felsefi, politik ve fiziki sınırlarına ulaşılmış durumda. Kapitalizmin 1929’daki büyük ekonomik kriziyle karşılaştırılan yeni küresel mali kriz, liberalizmin ideolojik hegemonyasını dünya ölçeğinde sarstı. İnsanlık, ne tarihin sonuna gelindiğini, ne kurtuluş ideolojilerinin ve büyük anlatıların devrinin kapandığını, ne ulus devletlerin yıkıldığını, ne de emperyalizmin eski ve kötü bir hatıra olduğunu olduğunu göndüler. Tam tersine görülen şey açıkça şuydu Kapitalizm ve liberal ideoloji, gezegenin ve insanlığın geleceğini tehdit ediyordu.

Emek sermaye çelişkisi ve çatışması, son çözümlemede bütün bir toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatı belirlemeye diğer çelişki ve çatışmaların temelini oluşturmaya ve toplumsal ilerlemenin dinamiği olmaya devam ediyordu.

LİBERAL MECZUPLARIN SEFALETİ

Liberal bir meczup olan Ahmet Altan ve onun gibi kötü edebiyatçıların yazdıkları ise artık kimseyi kolay kolay tatmin ve ikna edecek gibi görünmüyor.

Zaten bir tür “solculuk” olarak da sunulan böylesine açık bir sermaye sözcülüğü, bazı meczuplar ve işbirlikçiler dışında artık kimi ikna edebilir ki? Yeni bir dünya isteyen gençler mi, ekmek ve özgürlük mücadelesi yürüten işçileri mi? Gericiliğe ve emperyalizme direnen toplumsal kesimler mi? Kimi?

Ancak efendisine aşık bir uşak psikolojisiyle yazılabilecek aşağıdaki satırlar, dolaşıma çıktığı entelektüel ortamda artık eskisi gibi karşılık bulup saygı görebilir mi? Sanmıyorum. Ahmet Altan Tekel direnişiyle ilgili olarak aynen şunları yazıyor:

“Globalleşen bir dünyada devletlerin ‘tekeller’ kurması ekonomi mantığına tümüyle aykırı. Bu ülkede devlet işletmeleri (…) ekonomi kurallarına aykırı bir biçimde yönetildi ve devlet zarar etti. (…) Bizim devlet de diğer devletler gibi ekonomik alandan çekiliyor ve kendine ait kuruluşları özel sektöre devrediyor.

“Bu ‘özelleştirme’ döneminde birçok işçi işsiz kalıyor. (…) Eğer devlet, ‘işsiz kalan’ işçilere para verecekse, bu para çalışanların parasından verilecek. Çalışanların paralarını alıp, bu paraları ‘çalışmayanlara’ ya da emeklerine artık ihtiyaç duyulmayanlara dağıtmak hak kavramına uygun mu?

“Özel sektörde çalışanlar rekabetin kızgın olduğu bir alanda ve her türlü riski göze alarak çalışırken, ‘devlet çalışanlarının’ rekabetten ve riskten uzak bir çalışma hayatı sürdürmeleri eşitliğe ne kadar uygun? (…) Üretim biçiminin değiştiği, makinelerin işçilerin yerini aldığı bir dünyada “işsizlik” kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. (…) Özel sektörde çalışanlar neden verdikleri vergilerle ‘devlette’ çalışanların hayat garantisi olsunlar? Bunlar, ‘ekonomik aklın’ bize söyledikleri.” (Ahmet Altan, Taraf, 2 Ocak 2010)

Yukarıdaki alıntının her satırından süzülen cahillik bir yana, insanın bunları bir tür “eşitlik” argümanıyla savnması inanılır gibi değil. Böyle bir şeyi ancak görevli bir propagandist yapabilir diye düşünmeden edemiyor insan.

Tekel işçilerinin askeri vesayete karşı mücadele etmek yerine “dünyanın en kolay muhalifliğini seçerek” hükümete, yani AKP’ye karşı mücadele etmesini de eleştiren Taraf gazetesi, onları örtük şekilde Ergenekonculara hizmet etmekle bile suçlamıştı. İçinde “kamu mülkiyeti”, “sosyal haklar”, “devlet” ve “sınıf mücadelesi” gibi kavramlar ya da sözcükler geçen her eylemden, her metinden ve her girişimden nefret eden Taraf yazarlarını kim iflah eder bilemiyorum ama, Tekel işçilerinin saygıyla anmayacakları kesin.

DİRENİŞ LİBERAL İLLÜZYONU DAĞITIYOR, İKTİDARI SARSIYOR

Tekel işçilerinin eyleminin AKP iktidarını böylesine sarsması, Başbakan Erdoğan’ın sinirlerini bozması ve ülkedeki gerici-liberal illüzyonu dağıtması, bu direnişin uygun bir tarihsel dönemeçte gerçekleştiğini gösteriyor. Çünkü bu eylem toplum vicdanında, yakın tarihte başka hiçbir eylemde olmadığı kadar bir kabul görüyor ve meşruiyet kazanıyor. Daha da önemlisi işçi sınıfının diğer kesimlerinden de destek buluyor ve yayılma eğilimi gösteriyor. Sendika bürokrasilerini sarsıyor ve onları eyleme zorluyor. Birden bire ülke gündemine genel grev kavramı giriyor ve yine yakın tarihte hiç olmadığı kadar etkili bir karşılık buluyor.

Tekel direnişi AKP gericiliğine, emperyalizme ve kapitalizme karşı hangi eksende mücadele edilmesi gerektiğini bir kez daha ve hiçbir yoruma yer bırakmayacak bir açıklıkla ortaya koyuyor. İşçiler bu ülkenin kent meydanlarını linç girişimcisi gerici, faşist ve milliyetçi sürüler ile tacizci serserilere bırakmıyor. Toplumun ve tarihin hem vicdanı hem de namusu oluyor.

Bu nedenle Tekel direnişi AKP iktidarını korkutuyor. Bu nedenle, aslında bütçede ve personel politikasında yapılacak küçük bir düzenlemeyle bu sorun çözülebilecekken, yapılmıyor. Çünkü, direnen işçilerin zafer kazanmasıyla “kötü bir örnek” oluşsun istenmiyor. Bu nedenle AKP iktidarı bütün gücüyle bu direnişi kırmaya çalışıyor.

ARTIK BAŞARI ŞART!

Bu nedenle Tekel direnişi mutlaka başarıya ulaşmalıdır. Bir genel grev provası olabilecek 3 Şubat genel iş bırakma eylemi de mutlaka gerçekleştirilmelidir. Çünkü bu eylemlerin başarıya ulaşması, gerici ve Amerikancı AKP’nin durdurulmasının da yolunu açacak, imkanlarını yaratacaktır. Örtülü ılımlı İslam darbesinin püskürtülmesi ve yeni Osmanlıcılığın yenilgiye uğratılması için ileriye doğru gerçekleştirilecek bir atılımın moral kaynağını oluşturacaktır.

Belirtmeye gerek yok ki, bir yenilginin maliyeti ise ağır olacaktır.

Bu nedenle bütün devrimciler, sosyalistler, ilerici sendikacılar, sosyalist parti ve örgütler, emekten yana bütün güçler, bu eylemin başarıya ulaşması için çalışmalıdır.