ABC Politik

Merdan Yanardağ
10 Eylül 2010
Email :

Devrimcilere akıl vermeyi her nedense kendisine iş edinen Birikim dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner, Radikal gazetesinin Pazar ilavesinde önemli bir yazı yayımladı. (Bkz. Radikal İki, 5 Eylül 2010)

Laçiner bu yazısında AKP gericiliğinin topluma dayattığı anayasa değişiklik taslağına neden “evet” dememiz gerektiğini anlatıyor. Ancak Laçiner’in yazısının önemi buradan değil, referandum tartışmasının ötesine geçerek, Türkiye’deki liberal sosyolojik bakışın ve tarih okumasının teorik gerekçelerini kurma demesinden kaynaklanıyor.

Bu nedenle, “Evet’in tarih öncesi” başlıklı yazıyı, referandum tartışması bağlamında kaleme alınan bir makale olarak değil, liberal tarih anlayışı ve siyaset felsefesinin açık ve yetkin şekilde ortaya konulduğu bir metin olarak değerlendirmek ve tartışmak gereklidir. Önemi buradadır. Ben de Laçiner’in yazısında ortaya attığı tezleri bu bağlamda tartışmaya çalışacağım.

Laçiner söz konusu yazısında, hem bir tarih ve siyaset felsefesi, hem de bir analiz yöntemi olarak diyalektik ve tarihsel materyalizmi bir kenara bırakıyor. Marksist referanslara dayandırmaya çalışsa da, tezlerinin gerçek kaynağını, tarihselci bakış ve toplumsal ilerleme yasası karşıtı, sivil toplumcu, liberal tarih anlayışının kurucu babası Karl Popper’den alıyor. Laçiner sadece, Popper’in “Tarihselciğin Sefaleti” ve “Açık Toplum ve Düşmanları” kitaplarında ileri sürdüğü tezleri sosyalist bir jargonla tekrarlamanın ötesine geçemiyor.

Laçiner adı geçen yazısında, bize çok marksist gerekçelere, burjuva devrimini tamamlayacağını ileri sürdüğü muhafazakar sermayeyi desteklemeyi teklif etmektedir. Burjuvazi ve devlet arasındaki yüzyıllık mücadelenin “evet” oylarının kazanması halinde biteceğini, dolayısıyla burjuvazinin nihayet devleti tam olarak eline geçireceğini ve böylece geleneksel sosyalist anlayışın da yine yüzyıllık hegemonyasının sona ererek gerçek bir sosyalizm mücadelesinin önünün açılacağını ileri sürmektedir. İnsan bu tezin neresinden tutacağını bilemiyor. Çünkü neresinden tutsanız elinizde kalıyor.

***

Ömer Laçiner 85 yıllık burjuva devletinin sınıfsal niteliğini siliyor ve onu bir tür sınıflar dışı ya da sınıflar üstü siyasal oluşum olarak değerlendiriyor. İkinci Cumhuriyetçi “askeri-bürokratik vesayet rejimi” tezini aynen devraldığı anlaşılan Laçiner’in analizinde ve tarih anlayışında sınıflar, emperyalizm, kapitalizm, altyapı-üstyapı ilişkisi bulunmuyor. Bunun yerine kerameti kendinden menkul bir “vesayet rejimi” geçiriliyor.

Laçiner’in öznel niyeti ne olursa olsun, nesnel olarak önerdiği tutum bir tür sınıf işbirlikçiliğidir. Solu, sosyalistleri, emekçileri muhafazakar-İslamcı sermayenin ve onun partisinin yedeğine takma girişimidir.

Laçiner tarihi, toplumların gelişim yasası bağlamında, bir akış içinde ve sınıf mücadeleleri temelinde değil, artık bıkkınlık veren ve birer klişe haline gelen sivil toplum-devlet çatışması, dolayısıyla merkez-çevre mücadelesi ile açıklamaya çalışıyor. Üstelik bu bin yıllık ve bayat liberal tezleri bir de sosyalizm dersi vermeye kalkarak tekrarladığı için hiç çekilmiyor.

Laçiner yazısının başında, 12 Eylül 2010 referandumunda AKP’nin dayattığı anayasa değişiklik taslağına “hayır” diyen ya da “boykot” politikasını savunan solcuların/sosyalistlerin ortak ve başat gerekçesinin, “AKP’nin işçi-emekçi sınıfın maddi koşullarını düzeltmek, haklarını genişletmek için çaba göstermediği, Anayasa değişikliklerinin de sosyalist hareketin/işçi-emekçi sınıfın çıkar ve talepleri ile doğrudan ilişkisi olmadığı” tezine dayandığını ileri sürüyor.

Laçiner “hayır” diyen ya da “boykot”u savunan bütün sosyalistlerin böyle bir yaklaşıma sahip olduğunu nereden çıkarıyor bilmiyoruz ama, kendi ortaya artığı görüşlerle yine kendisi tartışan yazar, “Eğer sosyalist sıfatıyla yaşadığımız son yılları sadece, asıl olarak o ‘maddi çıkar’ parametresiyle değerlendirmekle yetinecek isek söylenecek fazla bir şey yok. Çünkü bu yaklaşım sosyalizmi alelade bir siyaset derekesine indirgemek, tarihsel misyonunu hiçe saymak demektir” diyor. (a.g.y)

Amerikancı-gerici AKP iktidarının anayasa değişiklik paketine “hayır” diyen sosyalistler hiçbir şekilde bu politik tavırlarını sendikalist taleplerle sınırlı tutmadılar. Sokakta yürütülen günlük ajitasyon ve propaganda söylemini bir yana bırakırsak eğer, AKP’nin bir İslamo-faşist rejim kurma girişimi çok daha kapsamlı bir değerlendirmeye tabii tutuldu ve sadece maddi çıkar parametresiyle değil, felsefi-siyasal gerekçelerden de hareket eden bir muhalefet cephesi oluşturuldu.

Bir sınıf olarak burjuvazi ve bir sistem olarak kapitalizm tarihsel ömrünü doldurmasına karşın, siyasal, ekonomik ve toplumsal varlığını, yani siyasal ömrünü sürdürmektedir. İşçi sınıfı ve insanlık politik bir eylemle kapitalizmi aşana kadar da varlığını sürdürmeye devam edecektir.

Ancak burjuvazi dünyanın içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte artık kendi varlığını ve egemenliğini ahlaki, tarihsel ve siyasal bakımdan açıklama yeteneğini yitirmiştir. Bir başka anlatımla, sınıf olarak burjuvazi tarihsel meşruiyetini tüketmiştir. İçinde bulunduğu refahı, sahip olduğu zenginliği ve iktidarı açıklayamamaktadır.

Kapitalizm artık bütün insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit etmektedir. Durum böyle olunca burjuvazi varlığını ve egemenliğini sürdürebilmek için yeniden meşruiyet üretmek ihtiyacıyla karşı karşıyadır.

İşte toplumların dinselleştirilerek insan aklının ve bilincinin yeniden teslim alınıp bir önceki çağa iade edilme girişimi bu meşruiyet arayışının ürünüdür. Artık insan aklına ve bilime yaslanarak sömürü ve yağma düzenini, servetini, toplumsal ve siyasal hakimiyetini açıklayamayan burjuvazi özgür akla ve bilimsel bilgiye yönelik kapsamlı saldırı başlatmıştır. Burjuvazi kendi eseri olan Fransız devrimine, Aydınlanmanın kazanımlarına ve insanlığın ilerici birikimine karşı amansız düşmanlık geliştirmeye yönelmiştir.

Yeryüzündeki gerici dalganın nedeni budur. İktisadi plandaki neo-liberal politikalara, siyasal planda yeni muhafazakarlık, dincilik, felsefi planda da post-modernizm ve bütün bir teolojik literatür eşlik etmektedir. Bizim gibi sermaye birikimi sınırlı, gelenekleri ve kültürel temelleri zayıf burjuva toplumlarında bu sorun daha yakıcı şekilde yaşanmakta, rejim dinselleştirilmektedir.

***

Ömer Laçiner tezinin merkezine, Türkiye’deki burjuva devriminin tamamlanmadığı varsayımını koymaktadır. Bu tamamen yanlıştır. Yirminci yüzyıla özgü gecikmişlik ve sınırlar içinde Türkiye’de burjuva devrimi gerçekleşmiştir. İttihat ve Terakki hareketinin Temmuz 1908’i ve Kemalistlerin önderliğindeki 1923, gerçek anlamda burjuva devrimleridir.

Çünkü her burjuva devriminin bütün yönleriyle “demokratik” olmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Burjuva devrimleri, bizatihi feodal rejimleri yıktıkları, dinsel toplumsal düzeni tasfiye ettikleri, yurttaşlık hukukunu kurdukları, insan aklını özgürleştirerek toplumların kaderlerine yön veren iradeyi-iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirdikleri için demokratiktirler. Yoksa tarihteki her burjuva devrimi iktisadi planda bütün feodal ilişkileri tasfiye etmediği gibi, bütün ulusal sorunları da çözememiştir. Türkiye bu bakımdan bir istisna değildir.

Ömer Laçiner öyle anlaşılıyor ki ne 1908’i ne de 1923’ü gerçek anlamda tamamlanmış bir buruva devrimi olarak görmemektedir. Öyle ki, birbirinin devamı olan bu iki burjuva devriminin 2010 Türkiyesi’nde bile hala tamamlanmadığını ileri sürmektedir. Bu yanıyla Laçiner, Milli Demokratik Devrim (MDD) tezini bir bakıma yeniden üretmektedir. Ancak bir farkla MDD’ciler yarım kalan burjuva devriminin tamamlanmasını sosyalistlerin görevi olarak belirlerken, Laçiner bunun muhafazakar taşra burjuvazisi tarafından gerçekleştirileceğini iddia etmektedir.

***

Fethullah Gülen örgütlenmesini de meşru bir sivil toplum hareketi olarak gören Laçiner, AKP’nin ve Cemaatin devleti tam olarak ele geçirmesini savunmakta, en azından bunun bir sakıncasının olmadığına inanmakta ve dahası bize de “evet” oyu kullanmayı önererek bu operasyonu desteklememizi istemektedir.

Laçiner şöyle yazmaktadır:

“Sosyalizm, işçi-emekçi sınıfın maddi yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesi kuşkusuz içermekle birlikte, asıl olarak uygarlaşma sürecimizde ileri bir aşama, hatta bir sıçrayış olma iddia/misyonunun adıdır. Onun tarihe tarihsel gelişmeye verdiği özel önem bundan dolayıdır. Ve ‘gelişme’ dediğimiz şey maddi çıkara, mülkiyet ve bölüşümdeki paya bakılarak ölçülmez. İnsanların bilme, yapma ve yaratma kapasitelerini ne ölçüde ve nasıl kullanabildiklerine, bununla hangi eşitsizlik türlerini ne ölçüde geride bıraktıklarına ve bunlar kadar önemli olarak da bütün ilişkilerde fiziksel gücün, zor ve şiddet kullanımının geriletilme derecesine bakarlar.” (a.g.y)

Laçiner’in mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerini önemsizleştiren yaklaşımı başlı başına büyük bir yanlış oluşturmaktadır. Sosyalistler tarihsel gelişmeyi, toplumsal ilerlemeyi ve devrimleri değerlendirirken mülkiyet ve bölüşüm ilişkileri ile insanların bilme ve yaratma kapasitelerindeki gelişmeye, geride bıraktıkları eşitsizlik biçimlerine, siyasal zorun yeni kaynaklarına ve onun kullanılma biçimlerine bir bütün olarak bakarlar. Eğer böyle bir bütünsel bakış olmaz ise ya indirgemeci ve sığ bir ekonomist bakışa ya da devrimleri sadece kültürel ve siyasal bir kategori olarak görme yanlışına düşülür.

Laçiner, bu bakışının doğal uzantısı olarak sosyalistlerin, “kapitalist burjuva toplumlarına geçişi de bir devrim olarak nitelerken, onun bölüşüm-mülkiyet düzeninde yaptığı dönüşümden ziyade, fizik gücü, ‘doğal imtiyaz’ı, hak ve değerler hiyerarşisinin tepesine yerleştiren arkaik zihniyetleri alaşağı etmesinin altını çizer” demektedir. Genel çizgileriyle doğru.

Gelgelelim Laçiner, tam da bu özelliklere sahip olan 1908-1923 burjuva devrimlerini “devrim” saymamakta, onun yerine insanın yaratıcı aklını teslim almaya çalışan, varolan eşitsizlik ilişkisini daha da derinleştiren, yurttaşlık yerine itaat ve kulluk kültürünü geçirmeye çalışan, burjuva devrimlerinin temel ölçütlerinden biri olan pozitif bilimin yanına teolojik litaretürü koymaya kalkışan İslamcı/muhafazakâr taşra burjuvazisinin bir “devrim” yapmasını, daha doğrusu yapılan devrimi tamamlamasını beklemekte, bunu desteklemektedir.

Oysa, AKP’nin temsil ettiği yeni muhafazakârlık, özgür akla ve bilimsel bilgiye karşı bir saldırıdır. 1908 ve 1923’ün temsil ettiği uygarlık aşamasının gerisine düşmektedir.

***

AKP’nin de bir parçası olduğu uluslararası gericilik, bu özelliğiyle bir tür “Ortaçağ’a dönüş” ideolojisi olarak değerlendirilmelidir. Örneğin ABD’deki neo-con (yeni muhafazakar) akımın burjuva demokrasisini bile reddeden seçkinci, teolojik ve faşizan özü tam da bu özellikleri taşımaktadır. Yeni muhafazakârların aydınlanma ve moderniteye yönelik tarihsel ve kategorik bakımdan gerici eleştiriyi, toplumu baskı altına alan devlete karşı horlanan, dışlanan ve çevrede tutulan milletin başkaldırısı diye nitelendirmek, eğer yanlış (K. Popper’ci) bir tarih anlayışından ya da bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa tam bir saflık örneği oluşturmaktadır.

AKP ile rakipleri arasındaki mücadelenin bir anlamda “burjuva form ve içeriğindeki uygar/sivil ‘güç’ biçim ve imkanları ile arkaik, fiziki zor, tehdit ve korkudan beslenen güç biçimleri arasında bir mücadele olduğunu” belirten Laçiner, bu mücadelenin aslında son genel seçimlerde (2007) AKP’nin zaferiyle sonuçlandığını belirtiyor. Laçiner şöyle devam ediyor:

“AKP’nin değişiklik paketinin mazrufu (içeriği-y.n) bu artçı muharebelerinin son direniş noktası olan yüksek yargıyı mevzilerinden orta vadede sökmektir. Bu paketin kabulü ile Türkiye’de modern/burjuva-kapitalist toplumun siyaset alanı ‘tarih öncesi’nin kalıntılarından temizlendiği gibi, özel olarak da toplumun siyasal kültürünü nefessiz bırakan, iğdiş eden fiziki şiddet ve güç kültü, bundan beslenen değerler, prestij algısının tıkacı da yerinden sökülmüş olacaktır.” (a.g.y)

Ve Laçiner, yukrıdaki değerlendirmeyi tamamlayan ve yazının özünü oluşturan asıl sözünü söylüyor:

“Umarız ki sonuç, burjuvazi ve ‘devlet’ arasındaki asırlık mücadelenin 12 Eylül2010’da nihayet bitiş noktasına, sosyalistler için de geleneksel sosyalist anlayışın yüzyıllık hegemonyasının sonuna gelinmesi olsun.” (A.g.y)
Laçiner, böylece sosyalistlerin önünün açılacağını ve kafaları karışmadan, bulaşık bir ideolojik kurguya sahip olmadan, artık devleti de elinde tutan egmen bir burjuva sınıfına karşı nihayet (örneğin 100-150 yıl sonra) gerçek bir sınıf mücadelesi vermesinin mümkün olacağını iddia ediyor. Aslında Laçiner, 2010 Türkiye’sinde bütün kurumlarıyla sermayenin egemenliğinde olan Türkiye Cumhuriyeti’nin hala bir burjuva devleti olmadığını sanıyor. Komik bir durum.

Laçiner’in anlamadığı ya da karıştırdığı durum ve tarihsel olgu şudur bütün burjuva devrimlerinde, daha devrimin başlangıcında burjuva sınıfı iki kanada ayrılır. Tarihin önünü açan bu sınıfın “devrimci” ve “muhafazakâr” kanatları daha devrim sürecinin içinde oluşur ve birbirleriyle mücadele etmeye başlar.

Muhafazakârlık hakkındaki ilk teorik eserin sahibi olan İrlanda asıllı İngiliz politikacı Edmund Burke (1729-1797) ünlü kitabını henüz Fransız devriminin bütün sıcaklığının yaşandığı günlerde yazmıştı. Amerikan bağımsızlık mücadelesini desteklediği halde Fransız devrimine karşı çıkan İngiliz parlamenter Burke, “Fransız Devrimi’nin Etkileri” adlı kitabında bir siyasal akım olarak muhafazakârlığın teorik temellerini atmıştı. Burke’nin karşı çıktığı şey devrim değil, değişim ve ilerleme için seçilen devrimci yöntem ve yoldur.

Muhafazakârlık, Fransız devrimi sırasında Jakoben hareketin eski toplumun kurumlarına karşı yaptığı radikal ve/veya devrimci müdahalelere karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Daha yavaş, eski kurumları ve gelenekleri koruyarak tedrici (aşamalı) bir değişimden yana olanlar muhafazakâr akımı oluşturdular. İktidardan devrilen sınıf ve zümrelerle de işbirliği yanlısı olan bu kesim sermayenin gerici kanadını oluşturdu.

Türk devrimi de farklı bir yol izlemedi. Ömer Laçiner’in de “AKP’nin son halkası olduğunu” belirttiği muhafazakar gelenek, Türkiye’de iktisadi planda hep liberal çizgide oldu. Siyasal, kültürel ve ideolojik planda tutucu/muhafazakar ve hatta gerici bir çizgi izlerken iktisadi planda liberal bir tutum takındılar.