BirGün gazetesindeki bu ilk yazımda, geçen hafta Meclis’ten oy birliğiyle geçen “Yassıada Yasası” nedeniyle, 27 Mayıs konusunu ele alacağım. CHP ve HDP’nin de oy verdiği yasa tasarısı ile, sadece Adnan Menderes ve arkadaşları için verilen idam kararları “yok hükmünde” sayılmadı, Marmara ortasındaki bu adada yapılan yargılamalar bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırıldı. Bunlar arasında, insanlığa karşı işlenen suçlar da vardı.
Bu konuyu çok önemsiyorum. Çünkü, 27 Mayıs 1960 müdahalesi ya da ihtilaline ilişkin tartışma, bana göre, Türkiye solunun 12 Eylül 1980 darbesiyle girdiği yeni dönemde aldığı ilk ideolojik yenilgilerden biridir. Bu konuda sağlam durulamadığı için diğerleri de arkasından geldi. O nedenle, yeniden ideolojik ve entelektüel inisiyatifi ele geçirmek, dahası kültürel bir hegemonya kurmak için -ki siyasal hegemonyaya giden yoldur- yenildiğimiz alana geri dönmek gerekiyor. Tıpkı, “yiğit düştüğü yerden kalkar” şeklindeki halk deyiminde olduğu gibi..
Ancak, bu konuya gelmeden önce, daha güncel bir gelişmeye değinmek ve bir ön değerlendirme yapmak isterim. Şöyle;
Hafta sonuna doğru, benim TELE 1 televizyonundaki programda Osmanlı’nın en baskıcı ve despot padişahlarından biri olan, dini ve hilafeti etkin bir siyasal araç olarak kullanan, İsdibdat Rejimi’nin (bir tür feodal faşizm) kurucusu Abdülhamit’e yönelik eleştirilerim üzerine, yaygın bir gerici saldırı başlatılınca, acaba yazı konusunu değiştirmeli miyim diye de düşündüm. Küfür ve ölüm tehditleri yağıyordu. Belli ki, yaşam damarlarından birine basmıştık. Programın üzerinden (25 Haziran Perşembe günü 20.00’de ekrana gelmişti) daha birkaç saat geçmeden, RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin gece yarısı 02.13’te sosyal medya üzerinden bir mesaj yayınlayarak, bana karşı saygısız bir ifadeyle TELE 1 hakkında “inceleme” başlatıldığını duyurdu.
Ancak, tehditler ve saldırılar karşısında geri adım atmadık. Gerici ve faşizan zorbalığa boyun eğmedik. Sonuçta atmosfer değişti, inisiyatif bize geçti. Çünkü, dinci hareketin tarihsel ve ideolojik bir referans kaynağı olarak aldığı ve bir “kurucu ata” yapmak istediği Abdülhamit’i savunmak, tartışılmaz tarihsel gerçekler karşısında, çok zordu. Hele kıt bilgiyle olacak iş değildi. Yalan ve küfürle ancak birkaç saat idare edebildiler. İllüzyon çöktü. Saldırganlar bozguna uğradı.
Deyim uygunsa, böyle bir “direniş” ve karşı hamle beklemiyorlardı. Son yıllarda alıştıkları gibi, saldırdıkları, küfür yağdırdıkları, iktidarın zor aygıtlarıyla (polis, adliye) tehdit ettikleri insanların geri çekileceğini sanıyorlardı. Ezberleri bozuldu. Geriye küfür ve tehditleri kaldı.
Bu tartışma çok önemlidir. Sürdürülmeli ve üzerine gidilmelidir. Çünkü Türkiye, bir anlamda tam da bu tartışmanın ima ettiği bir kavşakta bekliyor. Ülke; ya Abdülhamit’in temsil ettiği yöne ya da Osmanlı-Cumhuriyet aydınlanma hareketinin işaret ettiği yola girecek… İkilem bu kadar basittir.
Toplum, yüz yıl sonra ne yazık ki, yeniden böyle bir tarihsel tercihle karşı karşıya bulunuyor. Nedeni basit; yarım kalan her devrim, kendi mezar kazıcılarını yaratıyor.
27 MAYIS DARBE Mİ DEVRİM Mİ?
Geçen hafta neredeyse bütün yandaş gazete ve televizyon kanallarında bir yas vardı. Öyle ki, 27 Mayıs 1960 “darbesi” kısa bir süre önce anılmış, ardından da Yassıada’yı sözüm ona “Demokrasi Adası” yapma projesi üzerinden –ki beton adaya dönüştürdüler- adeta bir “milli matem” havası yaratmaya çalışıyorlardı. Televizyonlarda programlar yapılıyor, siyah-beyaz klipler dönüyor ve derin bir saptırma ya da cehaletle desteklenen yorumlar yapılıyordu..
Bu atmosferde, 27 Mayıs İhtilali sonrasında Marmara Denizi’nin ortasında bulunan Yassıada’da yapılan yargılamaların, “bütün sonuçlarıyla yok hükmünde sayılması” için iktidar partisi bir yasa tasarısı getirdi. Yasa, Meclis’ten neredeyse oy birliğiyle geçti. Hayır diyen kimse yoktu. CHP ve HDP’li milletvekilleri de tartışmadan oy verdi.
Sanki ülkede adalet ve hukukun üstünlüğü sağlanmış, demokratik bir rejim var da, tarihimizde bizi rahatsız eden kara bir lekeyi silmek istiyorlar. Oysa durum tam tersiydi. İktidarın bugün kurmaya çalıştığı rejimin yolu, 27 Mayıs ile devrilen siyasal iktidar tarafından, tarafından döşenmişti. Demokrat Parti’yi (DP) aklamak, gerçekte AKP’nin yaptıklarını onaylamak anlamına gelecekti.
Sıradan insanlar, Meclis’ten geçirilen bu yasa ile Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı adıyla kurulan mahkeme tarafından, dönemin başbakanı Adnan Menderes, bakanları Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan hakkında verilen idam kararlarının kaldırıldığını sandı. Oysa öyle değildi.. DP iktidarının bütün kirli işleri, hatta insanlığa karşı işlediği suçlar da “yok hükmünde” sayıldı.
***
ABD ile işbirliği içinde “Seferberlik Tetkik Kurulu” ismiyle 1954’de Kontrgerilla’yı bu ülkede kuran Demokrat Parti iktidarıdır. Kore’ye asker gönderip emperyalist işgal savaşına katılan, bu uğurda 970 askerin ölümüne yol açan, Türkiye’yi NATO’ya sokan, ülkeyi yarı bağımlı hale getiren, Köy Enstitülerini ve Halk Evlerini kapatan, Nazım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkaran, 1951 Tevkifatı başta olmak üzere, sola ve sosyalistlere karşı sistematik şekilde baskı, işkence ve zulüm uygulayan, 6-7 Eylül 1955’de ırkçı provokasyonunu düzenleyip, İstanbul’da Rum ve Ermeni yurttaşlarımızın mallarını ve mülklerini yağmalatan Bayar-Menderes diktasıdır.
Tam anlamıyla bir Kontrgerilla operasyonu ve iktidar tezgahı olan bu olayda, 300 kadına tecavüz edildi, 30 gayrimüslüm yurttaşımızın öldürüldü ve yüzlercesi yaralandı. Dahası, milyarlarca dolarlık mal ve mülk yağma edildi. Servet el değiştirdi. Bu utanç verici tezgah, tarihteki yerinde duruyor. Bu olay nedeniyle on binlerce Rum ve Ermeni yurttaşımız ülkeyi terk etti.
Basına sansür uygulayan, grevli-toplu sözleşmeli sendikal hakları tanımayan, yargı bağımsızlığını ortadan kaldıran, Meclis’te kendi partisine mensup milletvekillerinden Tahkikat Komisyonu (Soruşturma Komisyonu) kurarak bu heyete mahkeme yetkisi veren DP iktidarıdır. Tahkikat Komisyonu CHP’ye kapatmaya ve yaklaşan 1961 seçimlerini ertelemeye hazırlanıyordu. Aydınları, gazetecileri, bilim insanlarını, devrimci gençleri hapseden “demokrasi kahramanı” Adnan Menderes hükümetidir. Bu liste daha da uzatılabilir, ama sanırım gerek yok.
***
Sadece Cumhuriyet tarihinin değil, Batı dünyasının da en demokratik anayasalarından birini yapan; siyasal, sendikal ve toplumsal özgürlüklerin önünü açan, sol üzerindeki yasakları kaldıran 27 Mayıs 1960 müdahalesi; gericilere ve liberallere göre, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’den farkı olmayan bir darbedir. Mantık şudur; bütün darbeler kötüdür, 27 Mayıs da darbe olduğuna göre, o da kötüdür. Bu bakış, Aristo’yu mezarında ters çevirecek, süzme bir düz mantıktan başka şey değildir. Öze değil biçime takılmaktır. Bu bakışta diyalektik yoktur.
Gerçekte, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleri, büyük ölçüde 27 Mayıs’a karşı ve onun sağladığı özgürlük ortamını (Anayasayı) yok etmek amacıyla yapıldı. Bir bakıma 12 Mart’da yarım kalan, 12 Eylül ile tamamlandı.
Kendi genelkurmay başkanını tutuklayan, 270 generali (general sınıfından subayların tamamına yakınıdır bu sayı) ordudan atan, işkenceci oldukları savıyla bütün emniyet müdürlerini görevden alıp bir bölümünü tutuklayan, siyasi tutuklu ve hükümlüleri serbest bırakan; dahası sivil ve aydın muhalefet hareketiyle buluşan bir askeri müdahale, siyaset terminolojisinde klasik bir darbe olarak nitelendirilemez.
Güçler ayrılığı ilkesini ve yargı bağımsızlığını getiren, (bugün inanılmaz gibi gelecek ama) üniversite, TRT ve benzer kurumların özerkliğini sağlayan, basında sansürü kaldıran, bütün bunları yaparken öncesinde ve sonrasında önemli bir halk muhalefetini, öğrenci gençlik hareketini ve aydınları yanına alan 27 Mayıs ile gerici-faşist 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini aynı kategoride değerlendirmek için, ya cahil ya İslamcı ya da liberal olmak gereklidir.
Cumhuriyet devrimini tamamlamaya çalışan ve ona demokratik bir karakter vermeyi amaçlayan 27 Mayıs hareketinin en büyük suçu, üç siyasetçinin (Menderes, Zorlu ve Polatkan) idamıdır. İnfaz hukukunda idam bir cinayettir. Bunu tartışmaya bile gerek yoktur. Ancak, bu üç gerici-işbirlikçi politikacının suçsuz olduğunu söylemek tarihsel gerçeklere aykırıdır.
Dünyadan bu konuda verilecek en çarpıcı örnek ise, tahmin edilebileceği gibi, 1974 Portekiz Karanfil Devrimi’dir. Formel bir bakışla değerlendirildiğinde, o da bir askeri darbedir. Öyle ki, 27 Mayıs’a çok benzer şekilde, genç subayların/askerlerin öncülük ettiği, işçi sınıfının ve halkın büyük çoğunluğunun desteklediği bir darbe… Bu “darbe” ile 40 yıllık faşist Salazar diktatörlüğü yıkılmış, sömürgeler özgürleştirilmiş, siyasi af çıkarılmış, işkenceci polis şefleri ve generallerin büyük bir bölümü tutuklanmıştır. Komünist parti ve sosyalistler üzerindeki yasaklar kaldırılmış, yapılan yeni anayasa ile parlamenter demokratik bir rejim kurulmuştur. Bugünkü Portekiz demokrasisi varlığını 1974 askeri müdahalesine borçludur. Nitekim, Batı’da aklı başında hiç kimse 1974 Karanfil Devrimi’ne “darbe” demiyor.
Sonuç olarak; 27 Mayıs ne darbedir ne de gerçek anlamıyla bir devrim.. Altını çizerek tekrar edersek; 27 Mayıs, Cumhuriyet devrimini başlangıç ilkeleri doğrultusunda bütün tarihsel ve mantıki sonuçlarına ulaştırma girişimidir. Tarihsel ve siyasal bakımdan, 1923 burjuva devrimine demokratik bir boyut kazandırma hamlesidir. O da yarım kalmıştır. Ülkenin daramı buradadır.
İhtiyacımız olan şey; sisteme, kurulu (ve kurulmak istenen) düzene yönelik devrimci eleştiriyi geliştirmektir, liberal itirazları değil.. Bu zemini kaybetmek solun ideolojik yenilgisinin de temelini oluşturdu. Cumhuriyet devrimi ve 27 Mayıs İhtilali eleştirilecekse eğer, -ki eleştirilebilir- bu soldan doğru yapılmalıdır. Gerici itirazları, “demokratik eleştiri” sanmak liberal saflıktır.