ABC Politik

Merdan Yanardağ
12 Temmuz 2020
Email :

İslamcı hareket fantastik ideolojik hedeflerinden birine daha ulaştı. Cumhuriyet tarafından hümanistik bir anlayışla müze haline getirilen Ayasofya, yeniden cami yapıldı. Hemen belirtelim; Ayasofya Müzesi’nin camiye dönüştürülmesi basit ve sembolik bir gelişme değildir. Hele hele “gündemi değiştirme girişimi” diye geçiştirilecek bir siyasi hamle hiç değildir. Açıkça Cumhuriyet ve onun kurucularıyla hesaplaşma amacı güden, rövanşist (intikamcı) bir siyasal adımdır. Ciddi sonuçları olacaktır. Cumhuriyetin başlangıç ilkeleri ve ima ettiği ilerici değerlere karşı bir saldırıdır.

Danıştay’ın gerekçeli kararı (özellikle gerekçesi), hukuksal, siyasal ve tarihsel sonuçlar yaratacak bir niteliğe sahiptir. Söz konusu gerekçede, Ayasofya’nın fetih yoluyla Sultan II. Mehmet’in mülkü haline geldiği, ardından vakfedildiği ve cami olarak toplumun hizmetine sunulduğu belirtiliyor. Fatih tarafından hazırlandığı belirtilen bir vakfiyede yazıldığı rivayet edilen sözler de bu kararın gerekçelerinden biri yapılıyor.

Ayasofya’nın “fetih yoluyla padişahın mülkü olduğu” gibi, Ortaçağ kültürü ve hukukuna yapılan bu gönderme, bir kamu davasında ilk kez karşımıza çıkıyor. Cumhuriyet öncesi hukukuna ilk kez böyle bir gönderme yapılarak karar alınıyor. Dahası, dinsel bir referansla hareket edildiği de açıkça ortaya konuyor. Zaten kararın önemi de bu yaklaşımda yatıyor.

***

Danıştay’ın gerekçesinde, “Vakıf senedindeki cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır. Kadimden beri korunan Vakfa ait taşınmaz ve hakların, istifadesine bırakıldığı toplum tarafından kullanılmasına engel olunamaz” deniliyor. Burada “kadimden beri” kavramına dikkat edilmelidir. Çünkü, bu gerekçe ile Cumhuriyet sonrasında alınan bütün kararlar, örneğin, millete devredilen Osmanoğlulları’na ait bütün mülkün de iade edilmesinin önü açılıyor.

Öyle ki, bu gerekçeyle Cumhuriyetin kendisi bile iptal edilebilir. Yani, sadece millete devredilen (millet adına TBMM’ye verilen) hanedana ait saraylar, kasırlar ve diğer taşınmaz mülkler değil, abartılı ya da şaka gibi gelebilir ama, “vatan” olarak tanımlanan bütün topraklar bile Osmanlı soyundan gelenlerin zimmetine geçirilebilir.

Semboller, hukuksal ve siyasal bir durumun popüler ifadesinden başka şey değildir.
Osmanlı hukukuna göre, imparatorluğun bütün toprakları padişahın mülkü, üzerinde yaşayan insanlar da onun kuludur. Cumhuriyet, Osmanoğulları’nın mülkü olan toprakları vatan, üzerinde yaşayan kullarını da vatandaş haline getirdi. Cumhuriyet işte bu nedenle tarihsel, siyasal ve sosyolojik bakımdan bir önceki çağın hukukundan radikal bir kopuştur. Bu nedenle, bir devrimdir. Dolayısıyla, Cumhuriyet hukukunun iptali, devrimin inkarı ve tasfiyesi anlamına gelecektir. Nitekim, Ayasofya’nın yeniden cami haline getirilmesi kararı üzerinden bu yapılmıştır.

***
Danıştay gerekçesinde, ayrıca bir hukuk oyunu da yapılarak, sanki ortada medeni kanunu ilgilendiren bir “mülkiyet sorunu” varmış ve bu ihtilaf çözülmüş gibi davranıyor. Bu sinsi gerekçe ile medeni hukukun basit bir hükmünden yola çıkılarak kamu hukuku yeniden düzenlenmek isteniyor.

Ayasofya’yı müze haline getiren, Mustafa Kemal’in imzasının da bulunduğu 1934 yılına ait devrim kanunu niteliğindeki Bakanlar Kurulu Kararnamesi yok hükmünde sayılarak, Cumhuriyetin hukuksal temelinde büyük bir gedik açılıyor. Dolayısıyla Cumhuriyetin kazanımlarının da (ondan geriye ne kaldıysa) tasfiye edilmesinin önü açılıyor.

***

Öye yandan Erdoğan’ın, bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi yayınlayarak Ayasofya’yı pekâlâ cami yapabilecekken bundan kaçındığı anlaşılıyor. Bunun yerine bütün sorumluluk Danıştay’a yüklenmiş görünüyor. Bu tutum, hâlâ bazı tereddütlerin yaşandığını da ortaya koyuyor.

Kararın ardından konuşan Erdoğan, Osmanlı ve fetih hukukunu savunuyor, Cumhuriyeti mahkûm etmeye çalışıyor. İşi Cumhuriyet’i kuranlara resmen hakaret etmeye kadar vardırıyor. Öyle ki, Atatürk “tarihe ihanet etmekle” suçlanıyor.

Ayasofya’nın yeniden cami haline getirilmesinin “bağımsızlık” ve “egemenlik” hakkının kullanılması olduğunun iddia edilmesi ise, emperyalizmle yüz kızartıcı bir işbirliği içine girenlerin, demagojik bir manevrası olmanın ötesine geçmiyor. Söz konusu konuşma, Ayasofya kararının İslamcı kesimler bakımından başka bir anlama geldiğini açıkça ortaya koyuyor. Şöyle deniyor:

“İbadete kapalı bulunduğu yıllar boyunca ecdat yadigarı bu eser, büyük bir tarih kıyımına maruz kalır. Fatih tarafından inşa ettirilen Ayasofya Medresesi, sebepsiz yere yıkılarak ortadan kaldırılır. (…) Şaheser levhalar ise çok büyük oldukları için kapıdan çıkarılamaz ve mecburen depoya kaldırılır. Bu levhalar daha sonra Demokrat Parti devrinde tekrar yerlerine asıldı. Ayasofya’nın uğradığı tahribat bunlarla sınırlı kalmaz. Cami olduğu devirlerden hiçbir eser kalmasın isteyenler, az kalsın Ayasofya’nın minarelerini dahi yıktıracaklardı. (…) Esasen, tek parti döneminde alınan bu karar, tarihe ihanet olmanın yanında, hukuka da aykırıydı.”

Bu konuşma, toplumsal uzlaşmaya değil, çatışmacı, düşmanlaştırıcı ve dışlayıcı bir dile işaret ediyor.

***

Bitirirken muhalefetin teslimiyetçi tutumu üzerinde de kısaca durmak gerekiyor. Bilindiği gibi CHP, günlük siyasal hesaplarla bu tip konularda açık bir tutum sergilemekten kaçınıyor. CHP’nin “aman provokasyona gelmeyelim” ya da “bize din düşmanı demesinler” diye özetlenebilecek bu ürkek, sürekli kendi sağına bakan tutumu, Cumhuriyeti savunmasız bırakıyor. Cumhuriyet, bugün cami avlusuna terk edilmiş bir çocuk gibi sahipsizdir. Kaderi, adeta 24 Temmuz’da Cuma’dan çıkacakların insafına bırakılmış gibidir.

Oysa Cumhuriyet, bütün kusurlarına karşın Ortaçağ hukukunun, kurumlarının, değerlerinin reddi anlamına geliyor. Din-tarım toplumunun yıkılarak modern bir ulus devletin kuruluşuna işaret ediyor. Bu nedenle, Cumhuriyete yönelik gerici itiraz ile devrimci eleştiriyi bir birine karıştırmamak önem taşıyor. Özellikle, sol liberallerin ideolojik bir hile yaparak, cumhuriyete yönelik devrimci itiraz ile gerici eleştiriyi eşitlemesinin, solun zihinsel dünyasını kirlettiğini unutmamak gerekiyor. İslamcıların aydınlanma düşmanlığını “demokratik bir tutum” gibi sunan liberal sahtekârlık tuzağından kurtulmak geç kalınmış bir zorunluluk oluyor. Bunun için cumhuriyete yönelik eleştirilerimizi geri çekmek de gerekmiyor.