Siyasal İslamcı hareket, hala soldan (daha doğrusu liberal soldan) devşirdiği kavramlarla konuşmaya, yazmaya ve ülkenin ilerici güçlerine bu kavramlar üzerinden saldırmaya devam ediyor. Kendi özgün kavramlarını geliştirme yeteneği olmayan İslamcı hareketin başka çaresi de yok. Çünkü, günümüzde bu ideolojik mücadeleyi 1500 yıllık kavramlar üzerinden yürütmesi imkansız görünüyor. Bunun son örneğini, İbrahim Kalın’ın paylaştığı bir kısa mesaj oluşturuyor. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü, 30 Temmuz günü paylaştığı sosyal medya (Twitter) mesajında aynen şöyle diyor:
“Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır.”
Bu kısa ve net mesaj, entelektüel ortama liberal solun ya da sola yakın aydınların soktuğu post-modern bakışa/anlayışa yaslanıyor. Kavram da oradan alınmış. Ancak asıl önemli olan ise şu; modernite, aydınlanma ve pozitivizme (pozitif bilim, akılcılık) yöneltilen post-modern eleştiri, liberallerin büyük ahmaklığı ve katkısıyla uzunca süredir “demokratik” bir itiraz gibi algılanıyor.
Oysa; modernite, kapitalizmin bir ürünüdür. Kapitalizm olmadan ne modernite ne aydınlanma ne de pozitif bilimden söz edilebilir. Kapitalizm eleştirilmeden modernite eleştirilemez. Maddi ve sınıfsal bağlamından koparılmış, salt kültürel bir zemin üzerinden geliştirilen modernite eleştirisi, ancak kapitalizmin mutlak ve aşılamaz bir sistem olduğu tezine hizmet eder.
Dolayısıyla, kapitalizmi inkar etmeyen, onu aşma perspektifine sahip olmayan, yani bağlamından koparılmış bütün modernite eleştirileri son çözümlemede gericidir. Tıpkı İbrahim Kalın’ın modernite eleştirisi gibi, kaçınılmaz olarak Ortaçağ değerler dünyasına yaslanır ve ona hizmet eder. Türkiye’nin son 30-40 yıllık entelektüel serüveni bunun açık kanıtıdır.
Gerçekte İbrahim Kalın ve islamcılar, ne yaptıklarını gayet iyi biliyor. Onlar, “150 yıldır anlatılan modernite hikayeleri” derken, 1876 I. Meşrutiyet’inden itibaren alıyorlar bu tarihi. Çünkü bu tarih kendi gerileme ve yenilgi dönemlerinin başlangıcını ifade eder ve bu doğrudur. Diğer bir anlatımla, bizim uzun-orta dönem modern devrimci tarihimiz de aynı dönemden itibaren başlar. Nitekim, Marx’ın çok önemli bulduğum “Doğu/ Türkiye Sorunu” adlı kitabındaki makalelerde de bunu açıkça görmek mümkündür. Ne yazık ki Türkiye solu, 30-40 yıldır kendi devrimci referans alanlarını yitirdiği ve zihniyet dünyası liberalizmle lekelendiği için bunu unuttu. Hatırlatacağız.
* * *
Kapitalizmin son dönemde gözlemlediğimiz bütün semptomları, neo-liberal ideolojinin, piyasacı zihniyet ve politikaların çöküşüne işaret ediyor. Bu çöküş, özellikle 1990 sonrasında entelektüel inisiyatifi eline geçiren liberal, islamcı ve yeni muhafazakâr hareketlerin üzerine bastıkları zeminleri de ortadan kaldırıyor. Öyle ki, liberal zihin kirlenmesi ve piyasacı politikalarının egemenliği nedeniyle, uzunca süre partinin amblemindeki ‘altı ok’tan biri olan “devletçilik” ilkesini bile savunmaktan utanan CHP, artık kamucu-halkçı politikalara yöneliyor. Örneğin; CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun 22 Nisan ve 19 Temmuz 2020 tarihlerinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan iki makalesi de, esas olarak neo-liberal politikaların eleştirisi ve kamucu anlayışın savunulması eksenine dayanıyor.
Bilindiği gibi bu yaklaşım, CHP’nin geçen hafta sonu (25-26 Temmuz 2020) toplanan 37. Olağan Kurultay’ında da resmi çizgi haline geldi. Söz konusu “devletçilik” ilkesinin açıkça ve cesaretle savunulduğu yeni politik rota, kamulaştırılmaları bile öngörüyor. Sistem içi muhalefet alanının en büyük gücü olan CHP’nin söz konusu yeni yöneliminin, solu ve siyaset dünyasının bütününü etkilemesi kaçınılmaz görünüyor.
Ancak, bilinmeli ki, İslamcı-muhafazakar ve neo-liberal akımların ayaklarını bastığı zeminin hızla kayıyor oluşu, hâkimiyetlerinin de otomatik olarak çökeceği anlamına gelmiyor. Tam tersine, bu hâkimiyeti yitirme tehlikesi karşısında İslamcı hareket ve onun siyasal iktidarı daha da saldırganlaşacaktır. Nitekim öyle de yapıyor. Bu saldırganlık, siyasal şiddet araçlarının devreye sokulmasıyla giderek adeta bir “devlet terörüne” dönüşüyor.
* * *
Bilindiği gibi; bir sınıf olarak burjuvazi ve bir sistem olarak kapitalizm, tarihsel ömrünü doldurmasına karşın, varlığını sürdürüyor. İnsanlığın büyük uygarlık krizinin kaynağı bu olgudur. İşçi sınıfı ve insanlık, devrimci siyasal bir eylemle kapitalizmi aşana kadar bu durumun devam edeceği anlaşılıyor. Ancak, dünyanın içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte önemli de bir farklılık bulunuyor; burjuvazi artık kendi egemenliğini, daha da önemlisi varlığını ahlaki ve tarihsel bakımdan açıklama yeteneğini de yitirmiş görünüyor.
Kapitalizm artık bütün insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit ediyor. Durum böyle olunca, burjuvazinin, kendi varlığını ve egemenliğini sürdürebilmek için yeni ve farklı meşruiyet alanları üretmek gibi bir ihtiyacı bulunuyor. Tek çare olarak, bir önceki çağın kültürüne ve ideolojisine iltica ediyor. Dini yeniden keşfediyor, insan aklını kutsal metinlerle yeniden teslim almaya ve toplumları bunun üzerinden yönetmeye çalışıyor. Bu olgu günümüz dünyasında sadece Türkiye ve İslam ülkelerinde değil, bütün yeryüzünü kapsayan bir eğilime işaret ediyor.
Ancak, kendi Ortaçağını henüz aşamamış İslam dünyasında, bu yönelimin etkileri son derece yıkıcı oluyor. İslam dünyası, Suud rejimi, Körfez Emirlikleri, IŞİD, El Kaide, El Nusra, Bako Haram gibi Ortaçağ artığı güçlerin terörize ettiği, insanlık için yeni ve esenlikli bir ufuk sunmak bir yana, onu bin yıl öncesine iade etmeye çalışan akımların ve hareketlerin elinde acı çekiyor. İlımlı İslam’ı temsil ettiği belirtilen AKP ve benzerleri de Ortaçağını aşamamış bu İslam dünyasında aynı işlevi görüyor.
İşte; yeni gericilik olarak tanımladığım, kapitalizm bağlamında koparılmış bir modernite ve aydınlanmaya eleştirisi, yani post-modernizm, burjuvazinin bu yeni meşruiyet üretme ihtiyacının bir ürünü oluyor. Sanatı, edebiyatı ve felsefesiyle post-modernizmin başkaca bir anlamı da bulunmuyor.
* * *
Post-modernistlerin, liberallerin ve dinci-muhafazakârların aydınlanma ve modernite eleştirisi, tarihselciliğin ve toplumsal ilerleme fikrinin reddine dayandığı için, bir tarihsel dönem olarak kapitalizmi ve burjuva uygarlığını aşma dinamiği de taşımıyor. Tam tersine, mevcut olana, kurulu düzenin mutlaklığına insanlığı ikna etmek ve bir önceki çağın zihniyet dünyasını devralarak kapitalizmi tahkim etmekten başka bir sonuç yaratmıyor.
Post-modernistler, aydınlanma ve modernite geleneğine karşı çıkarken, epistemolojik olarak aklın ve bilimin belirleyici konumunu reddediyor. Aydınlanma geleneğinin tersine, insan aklının sınırlılığına işaret ederek, aklın ve bilimin evreni, toplumları ve tarihi tam olarak açıklamaya yetmediğini ileri sürüyor. Böylece dinsel doğmalar ve teolojik literatüre geniş bir kapı açıyor. Dahası, dinciliği bilimle eşitlemeye çalışıyor.
Dolayısıyla; toplumsal ilerleme anlayışına, tarihselciliğe ve “büyük anlatılar” dedikleri kurtuluş ideolojilerine karşı çıkan post-modernistler, sınıf mücadelelerinin, kapsayıcı toplum modellerinin ve nihayet bilimin de sonunun geldiğini iddia ediyor. Tarihselciliğin reddi, insanlığın bugünüyle geçmişi ve geleceği arasındaki bağı koparıyor. Geriye sadece “bugün ve şimdi olan” kalıyor.
Kapsayıcı toplum modellerine itiraz ederken, sanılanın aksine bunların yerine daha birleştirici ve enternasyonalist bir yaklaşım da getirmiyor. Tam tersine; alt kültürlere ve etnisiteye dönüşü savunarak insanlığı daha küçük, birbirinden ayrışmış birimlere doğru iteleyerek ufalıyor. Dinsel akımları, tarikatları, cemaatleri, yerel kültürleri, mezhepleri, etnik farklılıkları öne çıkarıyor. Öyle ki, demokrasi anlayışını bile söz konusu etnik ve dinsel kesimlerin serbestisine indirgiyor.
* * *
Post-modernizm, toplumu, maddi temellerinden bağımsız ve her şeyi kapsayan kültürel bir olgu olarak ele alıyor. Daha da önemlisi, kapitalizm yokmuş gibi davranıyor. Toplumu, ekonomik süreçlerden ve sınıf mücadelelerinden bağımsız, geleneklerin ve yerel kültürlerin –örneğin dinin- belirlediği yaşam tarzının kalıpları içinde değerlendiriyor.
Oysa insanlık, modernitenin doğuşuyla sınıf mücadelesi verdiğinin de bilincine ulaştı. İktidar göklerden yeryüzüne indirildi, insan aklı özgürleşti… Böylece tarihin, toplumların, ekonominin, siyasetin yasalarını bulmaya; aklın, felsefenin ve bilimin gücünü hayata aktarmaya; dahası bütün bu temel alanlarda mücadelenin araçlarını geliştirmeye başladı. Bu bağlamda Marksizm, hem modernitenin bir ürünü hem de onun bir inkarıdır. Ancak, sosyalizm modernitenin kazanımlarını yok saymaz, onları içererek aşar. Bu anlamda moderniteye yönelik ve onu aşma yeteneğine sahip biricik eleştiri Marksist itirazdır.
Diğer taraftan, post-modernizm özünde bir Marksizm eleştirisidir. Ancak, bu tavrını genel olarak modernite eleştirisi içinde gizler. Sosyalizmi ve sosyalist kuramı, tıpkı faşizm gibi modernitenin bir ürünü ve totalitarizm türü sayar. Bu kaba eşitleme hiçbir bilimsel analize dayanmaz. Sadece, 1990’larda sosyalist sistemin çözülmesini, modernizmin de sonunun geldiği şeklinde yorumlanır. Onlara göre, bir çağ ve tarihsel evre olarak modernite kapanmıştır. Dolayısıyla moderniteyle birlikte, onun ürünü olan her şey gibi sosyalizm, ulusal devlet ve laikliğin de sonu gelmiştir.
Hepsi budur. Büyük ve önemli bir insanlık deneyimi bu basitlikle açıklanır. Hem de başkaca hiçbir kanıt sunulmadan yapılır bu iş. İnsanlık geleceksizleştirilir. Toplum Ortaçağ değerler dünyasına iade edilir. Bütün İslamcılar ve yeni muhafazakarlar gibi İbrahim Kalın da tam olarak bunu yapmaktadır.