AKP gericiliği 2020 yılında tarihsel bir virajı almaya çalışıyor. İlerici güçlerin zaafa düşmesinin de etkisiyle hızlanan siyasal İslamcı hareket, Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasıyla birlikte, dinci-faşizan rejimin inşa sürecinde de önemli bir aşamayı geride bırakmış görünüyor. Ancak, bu tablo hem bir başarıya hem de bir çözülmeye ve başarısızlığa işaret ediyor. Çünkü, Erdoğan-AKP iktidarı, muhalefet alanının dağınıklığı, örgütsüzlüğü ve daha önemlisi programsızlığından aldığı güçle, “tek adam yönetimi” denilen totaliter rejimi şöyle ya da böyle kurmasına karşın; yeni (düşük yoğunluklu) şeri düzeni, onun kurumlarını ve hukukunu oluşturmakta ise yetersiz kalıyor. Toplum direniyor.
İslamcı hareket, uzun vadeli bir bakışla, insanlık tarihinin bu aşamasında gerçekte kısa bir evre, kendilerinin sıkça tekrarladığı gibi dar bir parantez olduklarının farkında mı bilmiyorum. İslamcı hareketin, insanlığın bilimsel-tekonolojik atılımı, dünyanın büyük değişimi ve toplumsal ilerleme karşısında çaresiz bir iç çekiş ve ilkel bir öfke hareketi olmaktan başka bir anlamı bulunmuyor. Ancak, siyasal İslamcı hareketin, sistemin dışladığı kalabalıkların tepkisini harekete geçirme kapasitesine sahip olduğunu da görmek gerekiyor.
Diğer taraftan, İslamcı hareketin, değişim ve toplumsal ilerleme karşısında yaşadığı çaresizlik, sadece tarihin işleyiş yasalarının kahrediciliğinden kaynaklanmıyor. Örneğin Türkiye’de İslamcı hareketin, değişim karşısındaki bu derin çaresizlikten kurtulmak için yeni ideolojik-siyasal referans noktaları ya da çıkış alanları oluşturmak amacıyla ortaya attığı bütün hipotezler de son derece zayıf temellere dayanıyor. Dahası, bu İslamcı tezler yalandan ve tarihin yüz kızartıcı bir çarpıtılmasından ibaret bulunuyor.
***
Gerçekte yaşam tarafından da birçok kez yanlışlanan söz konusu tarihsel, siyasal ve toplumsal hipotezlerin, -etkisi artık azalsa da- halen revaçta olmasının tek bir nedeni bulunuyor; sol bu alanda yaşamsal öneme sahip olan ideolojik ve entelektüel mücadeleyi anlaşılmaz bir şekilde ihmal etti. Öyle ki, sokakta/alanda bir İslamcı gençle karşı karşıya gelen devrimci bir genç bu konularda (İslamcı tezler konusunda) bu nedenle alabildiğine yetersiz ve donanımsız kaldığını gördü. O nedenle bu yazıda, belki küçük bir katkıda bulunmak için, siyasal İslamcı hareketin üç hipotezini ele alarak değerlendirmeye çalışacağım.
Şöyle başlayabiliriz; muhafazakâr-dindar çevreler ve İslamcı gruplar, değişime ve modernleşmeye doğaları gereği direnme eğilimindedir. Çünkü modernite, İslam’daki ruhban sınıfının -ki böyle bir sınıfın olmadığı şeklindeki görüş, yaşam ve tarih içinde tamamen yanlışlanmıştır- egemenliğini, imtiyazlarını, toplum üzerindeki etkilerini, serveti kontrol kapasitesini büyük ölçüde ortadan kaldırır. Dolayısıyla iktidarı kaybeden sınıf ve çevrelerin bir önceki çağın egemen güçlerinin ideolojisi olan din ve dincilik üzerinden bir direniş geliştirilmesi tarihin ve toplum biliminin işleyiş yasalarla uyumlu bir durumdur. Dinci direniş, yarım kalan, tamamlanamayan bütün burjuva devrimlerinin de kaderidir. Bu gerici direniş, bazen Türkiye’de olduğu gibi başarıya da ulaşabilir.
Diğer taraftan, kapitalistleşmenin toplumun marjlarına (kenarına) doğru ittiği, eğitimsiz ve yoksul halk kesimlerinin de ulaşabilecekleri ve kolayca edinebilecekleri tek ideoloji dindir. Din, onların acılarını dindirmek için sığınabilecekleri neredeyse tek alandır. Özellikle, 1990 sonrası dünyada sol ve sosyalist hareketlerin küresel ölçekte geriye çekilmesiyle bu alan alabildiğine dini hareketlerin etkisine açık hale gelmiştir.
***
Kökleri eski ekonomik ve siyasal düzene (din-tarım toplumuna) ait kimi toplumsal oluşumlar, kurumlar ve çevreler de din eksenli bir direniş tutumu alırlar. Özellikle eski kurumlar ve sınıflarla ideolojik, siyasal ve tarihsel hesaplaşmasını tamamlayamamış toplumlarda bu durum sıklıkla görülür. Türkiye de bu tip ülkelerden biridir. O nedenle her dinsel gerekçeli direniş, salt teolojik bir perspektifle ele alınıp anlaşılamaz. Modernleşmeye direnen kesimlerin gerçekte çoğu kez sınıfsal ayrıcalıklarını kaybetmiş yapılanmalar (tarikatlar, cemaatler, şeyhler) olduğunu görmek gerekir.
İslamcı hareket, yürüttüğü ideolojik ve siyasal mücadele sırasında ortaya attığı tezlerde üç temel yanılgı içinde bulunuyor. Diğer bir ifadeyle tarihsel bakımdan üç büyük hesap hatası yapıyor. Birincisini şöyle özetleyebiliriz; Türkiye gibi ciddi düzeyde bir aydınlanma ve modernleşme geleneği oluşturmuş bir ülkede İslamcılar bu birikimi inkâr ediyor ya da görmezden geliyor. İslamcı hareket, modernleşme süreci ve yenilikçilerin sisteme hâkim olmasıyla birlikte, toplumun / milletin devlete yabancılaştığını ve ondan koptuğunu ileri sürüyor. Burada “devlet” kavramını “Meşrutiyet” ve “Cumhuriyet” diye okumak gerekiyor. Hem meşrutiyet hem de cumhuriyetin kilit kavramını ise laiklik ve sekülerleşme oluşturuyor.
İslamcı-muhafazakâr hareket, aydınlanma sürecinde modern değerleri benimseyen bir azınlığın devlete egemen olduğuna inanıyor. Dolayısıyla, Cumhuriyeti “seçkinlerin rejimi” diye nitelendiriyor. Laikliği de toplumsal yabancılaşmaya ve kendi tarihinden kopuşa yol açan o bir avuç seçkinin fantastik tercihi olarak görüyor. İslamcı hareketin bütün sektörleri bu tarih tezini paylaşıyor.
***
Dünyayı, gerçeği, maddi yaşamı kendi ideolojik ön yargılarına feda etmek anlamına gelen bu hipotezin bedelini, toplum ağır şekilde ödüyor. Çünkü, siyasal İslamcılar hiçbir kanıta dayanmadığı halde sürekli tekrarlanarak bir genel kabule dönüştürmeye çalıştıkları bu tez nedeniyle, siyasal hedeflerini de Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte yaşandığını ileri sürdükleri “devlet ve millet yabancılaşmasını” ortadan kaldırma varsayımına yöneltiyor. Böylece “milleti devletle barıştırmak” temel siyasal amaç olarak belirleniyor. Devletle milleti barıştırmanın ise tek bir yolu bulunuyor; devleti milletin değerlerine yaklaştırmak…
Bu çerçevede, devletin laik niteliklerinin tasfiye edilmesi ve “milletin değerleri” ile uyumlu hale getirilmesi gerektiği tezi ortaya atılıyor. Burada, “milletin değerleri” ise, Siyasal İslamcı hareketin ideolojik çizgisi, başka bir ifadeyle dar bir İslami yorum oluyor. Gel gelelim sorun da tam bu yaklaşımda bulunuyor. Çünkü, İslam’ın her yorumu (özellikle siyasal yorumu), doğası gereği kendisini mutlak doğrunun da temsilcisi olarak görüyor. Dolayısıyla, söz konusu yaklaşım, farklı inanç ve felsefi tercihleri reddediyor. Doğası gereği farklı İslami yorumları da dikkate almıyor. Böylece sadece İslam’ın bir mezhebi değil, o mezhebin de dar bir yorumu olan Siyasal İslamcılık Müslümanların tamamına ve topluma dayatılıyor.