Yazımızın geçen haftaki ilk bölümünde de ifade ettiğim gibi; İslamcı hareket, Türkiye’nin aydınlanma ve modernleşme sürecinde devletin, “milletin değerlerine” yabancılaşarak ondan koptuğunu ileri sürüyor. Dahası, modernleşme nedeniyle devletle milletin kavga, hatta çatışma halinde olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla İslamcılar, millet ile Cumhuriyeti barıştırarak bu tarihsel travmayı aşacaklarını belirtiyor. Milleti devletle /Cumhuriyetle barıştırmanın ise tek yolu bulunuyor; devleti milletin değerlerine yaklaştırmak ya da milletin değerlerini devlete egemen kılmak… Peki o “milletin değerleri” nedir? Din, sadece din!
İslamcılar için, “milletin değerleri” dinden başka şey değildir. Üstelik o din, İslam’ın dar ve mezhepçi bir yorumundan, Emevi şeriatından ibarettir. İslamcıların bu tezi kendi dünyalarında yıllardır ve sürekli tekrarlayarak genel bir kabul haline getirdikleri anlaşılıyor. Solun ve aydınlanmacıların bu konuları yeterince tartışmamış ya da eleştiriye bile değer görmemiş oluşu, İslamcılarda kendi tezlerinin doğru olduğu konusunda içi boş bir özgüven de yaratmış durumda.
Oysa, dünyada en az yüz ayrı İslam yorumu bulunuyor. Katı, selefi, totaliter, zorbalığı esas alan ilkel İslami yorumlar olduğu gibi, daha özgürlükçü ve akılcı yorumlar da var. İslamcılar, “milletin değerleri” ya da kültüründen, Emevi-Arap yobazlığını anlamakla kalmıyor, bunu din diye topluma dayatıyor. Siyasal İslamcıların ufku, 11. Yüzyılda İmam Gazali’nin temellerini attığı, felsefeyi (bilimi) ve akılcılığı yasaklayan nakilci öğretinin, dini devletin ideolojik bir aygıtı olarak yeniden tanımlayan teolojik literatürün sınırlarını aşamıyor. Mutezile ekolünün akılcılığını 9. yüzyılda boğan Eş’ariciliği, yani tanrı merkezli bilgi anlayışını esas almayı 21. yüzyılda da sürdürüyorlar. İslamcılığın dramı da sefaleti de tam buradadır.
İslamcı hareketin en büyük yanılgısı ya da değerlendirme hatasının temelini; modernleşme ve laikleşmenin geniş bir toplumsal desteğe sahip olduğunun görülememesi oluşturuyor. Toplumsal ve tarihsel ilerleme yasasının anlaşılamaması ya da İslamcılar tarafından reddedilmesi doğaları gereği normal karşılanabilir ama, devrimlerin başlangıçta yerleşik toplumsal değerlerle çatışmasının kaçınılmazlığını görememeleri, -ki bu durum İslamiyet’in doğuşu sırasında da yaşandı- tam bir cehalete ve “ideolojik” ön yargıya işaret ediyor.
Durum böyle olunca, cumhuriyetin toplumsal desteğin büyüklüğü ve geniş bir halk kesimi tarafından temel ilkelerinin benimsendiği gerçeği dinciler tarafından kavranamıyor. Dar bir teolojik bakışla, durumun farklı olması gerektiği düşünülüyor. Gerçek, dinci önyargıya feda ediliyor.
Türkiye İslamcılığı, bu toprakların 200 yılı aşan aydınlanma geleneğini ve birikimini hafife alıyor. Birinci Meşruiyet’i yaratan, Meclisi Mebusan’ı kuran, 1908 Hürriyet Devrimi’ni gerçekleştiren, Abdülhamit’i tahttan indiren ve tarihsel bir ilerici atılım olan burjuva devrimi yaparak Cumhuriyet’i kuran tarihsel damarı –ki sol da bu damarın ürünüdür- ve siyasal-kültürel geleneği hafife almak, İslamcı hareketin en büyük hatasını oluşturuyor. Sadece Gezi Direnişi bile, bu geleneğin büyük bir toplumsal zemine sahip olduğunu, dahası Cumhuriyet’in ufkunu da aşan bir potansiyelinin ve devrimci geleneğin bulunduğunu ortaya koyuyor.
Felsefi oylumu da bulunan, tarihsel ve toplumsal bakımdan yıkıcı sonuçlar yaratma potansiyeline sahip ikinci yanılgı ise; siyasal İslamcıların yeni bir uygarlık modeli yaratma iddiası oluyor. Hiçbir bilimsel (tarihsel, sosyolojik, iktisadi, felsefi, siyasal) temele dayanmayan; fantastik ve gerçeklikten kopuk bir tarih tezi ve uygarlık anlayışı savunuluyor. AKP dönemi başbakanlarından ve İslamcı hareketin –bir dönem- önemli ideologlarından Ahmet Davutoğlu bu hipotezi, 2013 yılında yayınlanan ve dış politika konuşmalarına da yer verdiği, “Teoriden Pratiğe” adlı kitabında geliştirmeye çalışıyor. Söz konusu hipotez genel çizgileriyle şöyle özetlenebilir:
İslamcıların ve Prof. Davutoğlu’nun iddiasına göre, Batı uygarlığı derin bir kriz halindedir. Bu krizden çıkabilmesi için, ancak yeni bir kültürel alaşıma ihtiyacı vardır. Çin ve Hint uygarlıkları kapalı kültürler ve büyük ölçüde tek etnisiteye dayalı uygarlıklar oldukları için böyle bir alaşımı gerçekleştirecek yeteneğe ve dinamiklere sahip değildir. Böyle bir alaşımı yaratabilecek tek uygarlık havzası İslam’dır. Çünkü, İslam dininin elinde çok önemli bir güç, farklı milletler tarafından okunan ve onları bir araya getiren bir kitap var. Bu kitap Kur’an’dır. İslam, Budizm’den farklı olarak Batı uygarlığıyla da ilişki içindedir. Daha da önemlisi, İslam bir kavimle sınırlı olmadığı gibi, çok milletli bir yapıya ve yayılıma sahiptir. Bu nedenle İslam evrensel karaktere sahip son dindir. (İnanılmaz ama tez tam olarak böyle.)
Dolayısıyla, Batı uygarlığının birikimini de içine alarak yeni bir alaşım oluşturabilecek yegâne kültür de İslam’dır. Daha da önemlisi, uzun vade Batı uygarlığını aşma, hatta onu tasfiye etme potansiyeline sahip tek uygarlık havzası da yine İslam alemidir. Türkiye ise, İslam dünyasının en gelişkin ülkesi ve bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı’nın varisi olduğu için, bu projeye/hedefe öncülük edebilecek tek ülkedir. Eksik olan, bu perspektife sahip bir siyasal önderliktir. (Bkz. Ahmet Davutoğlu, Teoriden Pratiğe, Küre Yayınları, 2013 İstanbul, S.174 vd).
İşte AKP, bu boşluğu dolduran tarihsel bir aktördür.
Durum böyle bir basitlikle ele alınınca, yanılgı da bir o kadar büyük oluyor.
Üçüncü hipotez ise, ılımlısı ve radikaliyle İslamcıların, Müslüman ülkelerin geri kalmışlıklarını dinden ve İslami kültürden uzaklaşmalarına bağlaması oluyor. Buna göre geri kalmışlıktan kurtulmak için daha fazla dine sarılmak gerekiyor. Böylece, tam anlamıyla tarihsel ve siyasal bir kısır döngü yaratılıyor. Çünkü, geri kalmışlığın gerçekte temel nedenini devletin ve toplumun dinselleştirmesi oluşturuyor. Bu durumda, geri kalmışlıktan kurtulmak için toplum daha fazla dinselleştirildikçe ülke de daha fazla geriye savruluyor.
İslamcılar, yozlaşmanın bir ürünü olarak gördüğü Batı kültürünü reddetmeyi savunurken, nesnel bakımdan başarılı bir gelişme ve kalkınma modeli olarak önlerinde duran ve herkesin gördüğü gerçeği inkâr edemiyor. Bu nedenle Batı’nın kültürünü reddederken, “fennini ve tekniğini almak” gerektiğini savunuyor. Çünkü onlar “Batı kültürü” denilince bunu sadece Hıristiyanlık olarak anlıyor. Oysa, Batı’da bilim ve teknolojiyi yaratan olgunun, gerçekte reddettikleri o kültür olduğunu anlamıyor ya da anlamak istemiyorlar. Dolayısıyla, söz konusu kültürün insanlığın gelişiminin ortak ürünü olduğunu da göremiyorlar.
Dolayısıyla İslamcıların üçüncü hipotezi tamamlayan temel yanılgılarından biri de, “Batı kültürü” denilen olguyu Hristiyanlıktan ibaret görmeleridir. Oysa, aydınlanma sürecinin ürünü olan bilim ve akılcılığa dayalı modernleşme ve laik değerler bütünü, Hristiyanlığın dinsel kültür anlayışının sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. Tam tersine bu kültür, Batılı toplumların kilisenin egemenliğine karşı yüzlerce yıl yürüttüğü sert ve kanlı mücadelelerin sonucu, teokratik düzenin yıkılmasının bir ürünü olarak gelişmiştir. Bu kültür kilisenin ve papalığın egemenliği yıkılarak ortaya çıkmıştır. Yani, bir anlamda egemen Hristiyanlığa ve onun kurumlarına karşı bir isyanın sonucudur. Bu nedenle “Batı kültürü” denilen olguyu salt Hristiyanlık sayıp itiraz etmek bir ‘Ortaçağ’ arızasıdır. Unutmayalım ki, Batı kültürünü aşacak tek devrimci seçenek olan Marksizm bile onun hem ürünü hem de bir inkârıdır.
*Üçüncü bölüm ile haftaya
devam edecek