Türkiye, tuhaf ve gerilimli bir tarihsel dönemeçten geçiyor. Aslında, bu dönemeci geçecek mi geçemeyecek mi, o da pek belli değil. Çünkü bu durum biraz da bizim, toplumun ilerici güçlerinin tutumuna bağlı. Dostumuz Ergin Yıldızoğlu’nun da yazılarında sık sık vurguladığı gibi, başlangıcı olan ama sonu bilinmeyen, Hegel’in “kötü sonsuzu” içinde gezinen bir toplum gibiyiz. Ülkede tam anlamıyla bir riya, iki yüzlülük ve ihanet iklimi hüküm sürüyor. Devleti ele geçiren İslamcı hareket, yeni bir rejim kurmakta zorlandıkça, yalan ve çürüme daha da yayılıyor.
Cumhuriyet, kurulduğu ilk günden itibaren ikili bir yapıya sahip oldu. Bu ikili karakterin bir sonucu diye ifade edebileceğimiz iki damar ve iki eğilim arasındaki mücadele ise Cumhuriyetin bütün tarihine damga vurdu. Cumhuriyetin tutucu kanadı söz konusu mücadeleyi kazanmış görünüyor.
Cumhuriyetin aydınlanmacı ilkelerine, temsil ve ima ettiği değerlere karşı olanlar, onun tutucu, baskıcı ve anti-demokratik geleneğine sarılıyor.
Ancak, bu durum siyasal İslamcı hareket için yetmiyor. Nedeni bellidir; Cumhuriyet, bütün kusurlarına karşın cumhuriyettir. Aklı ve bilimi içermek, seküler bir kamu yaşamından yana olmak durumundadır. İslamcı hareket ise, sistem ve/veya rejim içi bir akım değildir. Bir önceki çağın değerler dünyasını temsil eder. Ancak, İslamcı hareket yeni bir rejim kurmayı beceremediği; dahası bunu yapmaya görgüsü, bilgisi, birikimi ve insan kaynakları yetmediği için, başından itibaren iki yüzlü bir siyaset izlemektedir. Bu tutum (takiye), İslamcı siyaset tarzının eksenini oluşturmaktadır.
ŞİZOİD YARILMA
Türkiye bu ikili tutumun yarattığı çok önemli bir saflaşmayı yaşamaktadır. Bugün AKP’de somutlanan İslamcı hareket devleti ele geçirmiştir. Bu nedenle devlet her geçen gün Cumhuriyet’ten uzaklaştıkça, geniş halk kesimleri Cumhuriyet’e yaklaşmaya ve ona -hiç olmadığı kadar- sahip çıkmaya başlamıştır. Artık devlet İslamcıların, Cumhuriyet ise halkındır.
Daha önce ABC Gazetesi’nde de yazdığım gibi; Türkiye şizoid bir yarılma yaşıyor. Toplumun ruhu da kimliği de parçalanmış durumda. Birbirine yabancı, ortak zeminleri bulunmayan ve giderek düşmanlaşan kesimler oluşuyor, kuşaklar yetişiyor. Gerici kuşatmayı aşamayan toplum, içine düştüğü hastalıklı bir durumun bütün semptomlarını yaşıyor. Artık iki toplum ve iki ülke var. Halkın önemli bir kesimi Cumhuriyet’in değerlerini sahiplenirken, devleti yönetenler ise, bir önceki çağın değerler dünyasını temsil etmek konusunda ısrarını sürdürüyor.
Bu iki yüzlülüğün daha fazla sürdürülmesi mümkün değil. Ülke ya bu çemberi kırarak tarihsel ilerleme ve aydınlanma yatağına dönecek ya da yeni Ortaçağ diye tanımlayabileceğimiz dinci faşizme teslim olacak.
Peki, nasıl oldu da Cumhuriyet böyle büyük bir ihanete uğradı? Bir devrimle kurulan Cumhuriyet, uzun ve sancılı bir karşı devrim sürecinin sonunda nasıl yıkıldı? Bu sorulara doğru yanıt vermek, bundan sonraki mücadele rotasını ve ittifakları belirlemek bakımından önemli.
DENGESİNİ YİTİREN REJİM
Kurulduğu ilk günden itibaren AKP, Batı ve ABD ile çatışarak iktidar olamayacaklarını gören ve bu nedenle emperyalizmle yüz kızartıcı bir işbirliği yapmaya karar veren İslamcıların partisi oldu. AKP’nin başarısı, kurulu düzene yönelik gerici / dinci eleştirileri, demokratik bir itiraz gibi sunmasında yatıyordu. Sıkça vurguladığım gibi, bu başarıda liberallerin paha biçilemez bir katkısı vardı. Yaratılan bu yanılsamada, özellikle soldan gelen liberallerin payı büyüktü.
Cumhuriyetin soluna kapalı yapısının, kendisinin tasfiye edilme sürecinde önemli bir rol oynadığı kesindir. Cumhuriyet burjuvazisi ve iktidar bloku (büyük sermaye, yüksek bürokrasi ve TSK komuta kademesi) sol korkusu nedeniyle, -Yalçın Küçük’ün deyimiyle- adeta kendisini zehirledi. Kendi solunu sürekli tasfiye eden Cumhuriyet, bütün dengelerini yitirerek sağa savruldu ve sonunu hazırladı. Kendisini geleceğe taşıyacak güçleri ezen cumhuriyet, ileriye gidemeyince, geriye savruldu. Oysa sol, Cumhuriyet’in dengesini kuran ve ileriye taşıyacak olan biricik güçtü.
Özetle; Cumhuriyet kendi kurucu kuvvetlerinden bir kesimin ihanetine uğrayarak, varlık temellerini imha etti. Solun yükselişini önlemek için İslamcılık desteklendi, ırkçı ve faşist hareketlerin önü açıldı, din siyasallaştı. Nihayet İslamcı hareket kendisini büyüten gücü boğarak tasfiye etti. AKP-Cemaat iktidarını hazırlayan tarihsel arka plan budur. AKP iktidarı, neden değil sonuçtur.
HALKIN CUMHURİYETİ
Covid-19 salgını nedeniyle 2020 bir yana bırakılırsa eğer, son 10-12 yıldır ulusal gün ve bayramların kutlanması konusunda halk ve iktidar arasında şiddetli bir gerilim yaşanıyor. Bu gerilim üzerinden devlet-toplum ayrışmasını somut olarak saptamak mümkün. Anımsanacağı gibi; halkın geniş bir kesimi, ilk kez 29 Ekim 2012 günü, İslamcıların ve liberallerin kurduğu ablukayı kırdı. Sokaklar yürüyüşlerle, fiili mitingler ve Cumhuriyet kutlamalarıyla sarsılıyordu. Artık devlet başka yerde, millet ise başka bir yerdeydi.
Öyle ki, 2007’deki barışçıl, sivil ve demokratik Cumhuriyet Mitingleri’nin liberal-gerici ittifak tarafından, akıl almaz bir yaklaşımla “darbeci kalkışma” diye lekelemesinden sonra geri çekilen sivil cumhuriyetçi dalga, Ergenekon kumpasının yarattığı kötücül iklimi aşarak, 2012’den sonra yeniden yükselmeye başlamıştı. Bu dalga, 2013 Gezi / Haziran direnişinin de zeminini oluşturdu. Gezi Direnişi, nasıl ve hangi gerekçeyle başlamış olursa olsun, ortaya koyduğu genel tablo itibarıyla hem cumhuriyet mitinglerinin bir devamı hem de o mitinglerin siyasal ve ideolojik planda aşılması anlamına geliyordu.
Toplumda yaşanan şizoid yarılma, ortaya çıkan iki Türkiye, yarattığı kötülüklerin yanı sıra, ülkenin daha iyi bir geleceğe taşınması için imkanlar da sunuyor. Bu saflaşma sola yeniden büyük kitlelerle buluşmanın kapılarını da açıyor. Tarih bizi çağırıyor. Tarihin çağrısına uymayanlar ise onun cezasına razı olacaktır.