ABC Politik

Merdan Yanardağ
25 Ekim 2020
Email :

Anayasa Mahkemesi’nin sistem içindeki işlevi ya da kurulmak istenen yeni düzendeki yeri ve Enis Berberoğlu davası üzerinden gelişen tartışmanın açığa çıkardığı devlet krizi konusunu daha derinlemesine ele almakta yarar var. Bu nedenle okuduğunuz yazıda, bir kez daha İslamcı hareketin tarih ve toplum tezlerini ele almayı, neden başarılı olmayacaklarını ortaya koymayı gerekli görüyorum.

Daha önce de BirGün yazılarımda ifade ettiğim gibi; Türkiye’de Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve yerine bir İslami rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımı oluşturuyordu.

Büyük Ortadoğu Projesi de Arap Baharı da bir yanıyla bu arayışın ürünüydü. Dolayısıyla, ülkemizde sıkça gündeme gelen “ılımlı İslam” kavramı, dünyanın zengin enerji havzalarına yönelik emperyalist bir planlamanın ürünüydü. Soğuk Savaş döneminde alabildiğine kışkırtılan radikal İslamcı hareketler de denetim altına alınmak ve etkisizleştirilmek isteniyordu.

Diğer taraftan, İslam dünyasının tarihine, kültürüne ve toplumsal dokusuna özgü; Batıyla uyumlu yeni bir modelin oluşturulması gerektiği de ileri sürülüyordu. Yükselen taşra sermayesinin ve İslami entelijensiyanın bir talebiydi bu. Bir anlamda “iç dinamikler” diye de tanımlanabilirdi. Dolayısıyla, gerek ılımlı İslam, gerekse Büyük Ortadoğu Projesi, ABD ve Batılı ortaklarının dönemsel ihtiyaçlarının bir sonucu olduğu kadar, böyle bir fikrî arka plana ve tarih tezine de dayanıyordu.
***
Yukarıda özetlediğim tezin, bir iddia /varsayım olmaktan çıkıp, hayat ve tarih içinde sınanmış bir modele dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu model Türkiye olacaktı. Model ülkenin, modernleşme ve aydınlanma sürecinde görece başarılı sonuçlar almış Türkiye’nin olması kaçınılmazdı. Çünkü Türkiye hem bu projenin yaşama geçirilmesi hem de başarılı olması için uygun bir gelişkinlik düzeyine sahipti. Ancak bir sorun vardı; Türkiye aynı zamanda İslam dünyasından neredeyse kopacak ölçüde uzaklaşmıştı.

Bu nedenle yapılacak tek şey, Türkiye’deki laik cumhuriyet mimarisini yıkarak, onu yarı laik bir hurma cumhuriyetine, diğer bir ifade ile bir ılımlı İslam rejimine çevirmekti. Türkiye böylece İslam dünyasına, onları daha derinden etkileyecek şekilde yakınlaştırılacaktı. AKP iktidarı bu ihtiyacın ürünü olarak projelendirilmişti.

Gel gelelim ortada bir sorun bulunuyordu; tarih içinde ne kadar aşındırılsa da, bütün kusurları ve sınırlılıklarına karşın laik cumhuriyet güçlü bir toplumsal temel oluşturmuştu. İki yüz yıllık muhafazakâr / İslamcı tez yaşam tarafından yanlışlanmıştı; Cumhuriyet bir avuç seçkinin rejimi değildi. Dahası, sanılanın çok ötesinde büyük bir toplumsal desteğe ve meşruiyete sahipti.

Böylece milletle cumhuriyeti barıştırma tezi de dramatik şekilde çöktü. Kavga eden milletle cumhuriyet değil, siyasal İslamcılar ile cumhuriyetin temsil ve ima ettiği değerlerdi. Cumhuriyete yönelik ilerici ve devrimci eleştiri ile gerici itirazın bir ve aynı şey olmadığı anlaşıldı. Bu alanda liberallerin yaptığı ideolojik hile çöktü.

Bu gerçek, 2007 Cumhuriyet Mitingleri’nden itibaren her toplumsal harekette ve ulusal bayramlarda, daha önemlisi Gezi / Haziran direnişinde net şekilde ortaya çıktı. Milyonlarca yurttaş hem insanlığın ilerici birikimine hem de cumhuriyetin kazanımlarına –ki bunlar ne kadarsa- sahip çıkıyordu. Haziran direnişinin tarihsel, ahlaki ve siyasal meşruiyete sahip olmasının nedeni buydu.

Özetle AKP, kendi dar Siyasal İslamcı programını bütün milletin istemi (talebi) gibi sunma girişiminde de aslında başarısızlığa uğramıştı. İslamcı hareketin siyasal ve ideolojik programı ile toplumun (milletin) istemleri arasında ifade edildiği gibi bir ilişki yoktu.

***

ABD’nin ve Batılı emperyalist güçlerin de uzunca bir dönem desteklediği dinci-muhafazakâr tarih tezine göre, Müslüman ülkelerden koptuğu ileri sürülen Türkiye, model oluşturabilmek için İslam dünyasına daha çok yakınlaştırılacak, radikal eğilimleri (laiklik) törpülenecekti. Böylece seçim sandığına dayalı Batı yanlısı ılımlı bir İslami rejim oluşturularak bölgedeki emperyalist çıkarlar ve İsrail’in varlığı güvence altına alınacaktı.

İslamcılar bu projenin üstüne atladı. AKP’yi kuran kadronun Milli Görüş çizgisinden ayrılmasının, Necmettin Erbakan’ı terk etmelerinin nedeni buydu. ABD ve Batılı emperyalist güçlerle kendi amaç ve hedefleri arasında bir örtüşmenin oluştuğunu görüyor, böyle bir işbirliğinin kendilerini iktidara taşıyabileceğini düşünüyorlardı. Nitekim, Tayyip Erdoğan’ın uzun süre siyasal danışmanlığını yapan, daha sonra bakanlık görevlerinde de bulunan Doç. Dr. Yalçın Akdoğan, “Türkiye’de rejimin ve ülkenin yönünün değiştirilmesi için 200 yıldır ilk kez iç ve dış dinamikler örtüşüyor” diyordu.

İşte, yukarıda kabaca özetlediğim bu stratejik siyaset planlaması 2015 sonrasında bütünüyle çöktü. Siyasal İslam bütün bölgede başarısızlığa uğradı. Suriye’de bu başarısızlık ağır bir yenilgiye dönüştü. Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da Gazze’de, Irak’ta bozguna uğradı. İslamcılık IŞİD gibi örgütlerin elinde kaldı ve yüz kızartıcı bir iflasa uğradı. Siyasal İslam’ın, modern dünyada toplumları yönetme ve 21. Yüzyılın ihtiyaçlarıyla uyumlu rejimler oluşturma yeteneğine sahip olmadığı ortaya çıktı.

***

AKP’nin tarihsel ve siyasal ömrünü doldurmasına karşın iktidarda tutunmaya çalışması, ülkede gerilimi arttıran en önemli etkeni oluşturuyor. Erdoğan-AKP iktidarı Batı’dan dışlandığı gibi, aynı nedenle bölgedeki Sünni İslam ülkeleri tarafından da terk ediliyor. Sudi Arabistan’ın Türk mallarına uyguladığı ambargo, Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail ile imzaladığı barış ve dostluk anlaşması gibi bir dizi gelişme sonucu Erdoğan yönetimi bölgede de dayanaklarını yitirdi.

Ülkede ise egemen sınıfların ortak çıkarlarını temsil eden siyasal bir hareket olmaktan çıkan AKP, hızla dar bir klik partisine dönüştü. İslamcı oligarşinin (dinci sermaye kesimleri ve entelijensiyanın) iktidarı haline geldi.

Dolayısıyla, yeni bir toplumsal rıza üretemeyen AKP iktidarı artık ülkeyi eskisi gibi yönetemiyor. İktidar gücünü esas olarak muhalefetin güçsüzlüğünden, dağınıklığı ve programsızlığından alıyor. Durum böyle olunca, artık olağan koşullarda ülkeyi yönetemeyeceğini gören AKP iktidarı, gerilim siyaseti izliyor. Öyle ki, bir dizi karanlık provokasyonla önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ertelenmesi bile gündeme getirilebilir.

Özetle AKP iktidarı, kendisini ülke yönetimine taşıyan iç ve dış dinamiklerini yitirmiş durumda. Bu nedenle aniden, hiç beklenmedik bir nedenle ve hiç öngürülemeyen bir zamanda çökebilir. Çünkü, ülke önceden hesap edilemeyecek gelişmelere açık hale gelmiş durumda. Unutmayalım ki, ülkede eski rejim yıkıldı ve fakat yerine yenisi kurulamadı. Erdoğan’ın “Fikri iktidarımızı kuramadık, bu alanda başarısız olduk” dediği durum budur. Ortada büyük bir siyasal, kültürel ve hukuksal boşluk var. Türkiye bir tür “fetret” durumu yaşıyor. Anayasa Mahkemesi üzerinden yürüyen tartışma ve bunun açığa çıkardığı devlet krizinin nedeni burada aranmalıdır.

Bu tablo içinde görünen en önemli sorun, ülkenin içinden geçtiği tarihsel ve siyasal dönemece uygun bir muhalefet hareketinin henüz geliştirilememiş olmasıdır. AKP iktidarının ömrünü uzatan belki de en önemli etken budur. Ancak, bu durum aşılamaz, kronik bir hastalık gibi ele alınmamalıdır. Siyasal alternatif hızla yaratılabilir. Toplum umut krizinden çıkarılmalıdır. Bunun yolu ise öğretilmiş alternatifsizlik psikolojisini yıkmaktır.