ABC Politik

Merdan Yanardağ
8 Kasım 2020
Email :

Nefes nefese süren ABD seçimlerinin (bu yazıyı hazırladığım saatlerde sonuçlar hala netleşmemişti) karakolda biteceği anlaşılıyor.

ABD seçimleri konusunda yapılan klasik sol yorumlara, örneğin, “Joe Biden da seçilse Donald Trump da kazansa hiç fark etmez” şeklindeki yaklaşıma katılmadığımı baştan belirtmek isterim. Çünkü bu bakışın, son tahlilde doğru olsa bile, ilk tahlilde ince ayrımları ve onun esas üzerindeki etkilerini göremediğini düşünüyorum. İran’ın bile Joe Biden’ı desteklediği düşünülürse eğer, konunun kaba bir yaklaşımla ele alınamayacağı açıktır.

Hiç kuşkusuz hem Biden hem de Trump, dahası onların mensup olduğu Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti ABD’nin emperyal çıkarlarının savunulması konusunda, ilke olarak farklı bir tutuma sahip değil. İki partinin tarih boyunca böyle bir farklılığı hiç olmadı zaten. Ancak, Amerikan egemen güçleri arasında, dünyanın içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte bir yön ve program farklılaşması / ayrılığı yaşadığını da tespit etmek gerekiyor. Unutmayalım ki, 1861-65 Amerikan İç savaşı da (Kuzey-Güney) diğer nedenlerin yanı sıra, benzer bir program ve siyasal tutum farklılaşmasına dayanıyordu.

Diğer taraftan Amerikan elitinin, moron (ahmak, kuş beyinli) ve sahtekar olarak gördüğü Trump’tan ümidi kestiği biliniyor. Trump kaybedecek belli. Ancak, esas olarak kökten dinci Hıristiyanların, beyazların, erkeklerin, milliyetçi ve faşizan kesimlerin desteklediği Trump’ın her şeye karşın büyük bir oy potansiyeline sahip olması, üzerinde düşünülmesi gereken asıl olguyu ve sorunu oluşturuyor.

ABD seçimleri, İzmir depremi ve Kovid-19 salgınının gündemi doldurduğu şu günlerde, bu hafta yine -daha önce birkaç kez üzerinde durduğum- bizim asıl ve “derin” gündemimize ilişkin bir tartışmayı sürdürmek istiyorum.

ILIMLI İSLAM MI BEYAZ ADAM İDEOLOJİSİ Mİ

Türkiye gericiliği, Cumhuriyet’in tasfiye edilmesi ve bir İslami rejiminin kurulması sürecinde ideolojik, felsefi ve tarihsel gerekçesini, Müslüman toplumlardaki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımına dayandırıyor. Bu gerekçe, küresel cihatçı hareketin de en önemli tezini oluşturuyor.

Muhafazakâr-İslamcı tarih anlayışının temelini oluşturan bu yaklaşım, çok ilginç şekilde Batı’da da benimsenmiş görünüyor. Diğer bir anlatımla, Siyasal İslamcılar, ABD ve Batılı teorisyenlerin anlayışını çok İslamcı gerekçelerle tekrarlıyorlar. Dolayısıyla aydınlanma, modernite ve laiklik gibi insanlığa ait ortak değer ve kazanımların Müslüman toplumlara uygun olmadığı şeklindeki anlayışın, esas olarak oryantalist bir tarih tezi olduğunu söyleyebiliriz.

İslam dünyasının tarihine, coğrafyasına, kültürüne ve toplumsal dokusuna özgü, Batı’yla uyumlu yeni bir kalkınma ve belki uygarlık modelinin oluşturulması gerektiği tezi uzunca süre Batı’da karar vericileri ve entelektüelleri arasında da tartışıldı. Çünkü; Batılı stratejist ve siyaset yapıcıları, Doğu’da Cumhuriyet devrimleri ve sosyalizm deneyimleriyle gelişen aydınlanma ve modernleşme süreçlerinin yarattığı bağımsızlıkçı anlayışı tasfiye etmek istiyorlardı.

İşte ‘ılımlı islam’ kavramı ve bu kavrama uygun bir model ülke oluşturma stratejisi, bu fikri arka planın da ürünüydü. Model ülkenin Türkiye olabileceği düşünülüyordu. Bu nedenle, Türkiye’yi İslam dünyasına daha da yakınlaştıracak, düşük yoğunluklu bir İslamizasyon, söz konusu hedef için yeterli görülüyordu. Ama olmadı. Kendi Ortaçağını aşamamış İslam dünyasında ılımlı-radikal ayrımının pek anlamının olmadığını anlamak uzun sürdü. Anladıkları hala kuşkuludur.

* * *

Bu projenin tek koşulu vardı; Müslüman ülkeler (bu arada Türkiye) ile ABD/Batı ilişkilerini bozmayacak nitelikte hükümetlerin işbaşına gelmesini sağlamak.. İşte AKP bu ihtiyacın ve konjonktürün (küresel toplu durumun) ürünüydü. Amerikan dış politikasına yön veren ekip, laik ve cumhuriyetçi Türkiye’nin İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar o dünyadan uzaklaştığını düşünüyordu. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için “İslam’la seçim sandığını birleştirecek” ılımlı bir rejim yaratmak gerektiği tezini sıkça işliyorlardı.

Yeni muhafazakârların (Neo-Cons) geliştirdiği bu tezi, daha sonra gelen yönetimler de bir politika olarak benimsedi. Bu görüş, bir dönem Amerikan entelektüelleri ve politikacıları arasında hızla yayılarak neredeyse resmi bir siyaset haline geldi.

Örneğin; New York Times Gazetesi’nin uzun süre Ankara merkezli olarak Ortadoğu temsilciliğini yapan Stephen Kinzer, Türkçeye, “Ezber Bozmak” ismiyle çevrilen kitabında, Türkiye’nin neden bir Ilımlı İslam ülkesi olması gerektiğini şöyle anlatıyor:

“Türkiye’nin modern tarihinin büyük bir bölümünde Müslüman dünya onu bir dönek olarak görmüştü. Atatürk’ün reformları Türkiye’yi İslam’ın o kadar uzağına taşımıştı ki dini meşruiyeti kaybolmuş gibi göründü. Bunun yanı sıra Washington’un uşağı gibi algılanmış ve birçok Müslümanın nefretle karşıladığı Amerikan politikalarını benimsiyor diye damgalanmıştı.

“Günümüzde bu itirazlar Türkiye için geçerliliğini yitirmiştir. Dindar Müslümanlar tarafından yönetilmektedir ve kendi dış politikası vardır. (…) Osmanlı geçmişi ona büyük bir tarihi ağırlık vermektedir. Sadece göreli refahından dolayı değil ama aynı zamanda toplumun bu kadar özgür olmasından dolayı da cazip bir modeldir.” (Stephen Kinzer, Ezber Bozmak / Türkiye İran ve Amerika’nın Geleceği, İletişim Yayınları, 2011 İstanbul, S. 217)

Kinzer gibi gazeteci ve siyaset yapıcılarının yaklaşımına göre; İslam dünyasına model olacak ve bu dünyaya liderlik yapacak, “Dindar Müslümanların yönettiği” bir Türkiye, Batı’nın çıkarlarını tehdit eden radikal İslam’a karşı da etkili bir seçenek oluşturacaktır. İşte bu hayal çöktü.

* * *

Amerika’da iktidarların ve Neo-Con’ların Ortadoğu ve İslam dünyasına ilişkin uzun süredir (bence hala) tartışmasız başvuru makamı olan Prof. Dr. Bernard Lewis ise şöyle yazıyor:

“Neredeyse bütün İslam dünyası yoksulluk ve zulüm koşullarında yaşıyor. Bu sorunların ikisi de, dikkatleri özellikle başka yerlere çekmek isteyenler tarafından ABD’ye fatura ediliyor. (…) Müslüman dünyada sadece Batı’yla değil, Doğu Asya’nın hızla gelişen ekonomilerine de kıyasla, giderek iflas eden ekonomik durum bu hayal kırıklığını körüklüyor. (…) Daha kötüsü Arap ülkeleri, Batı türü modernleşme kervanına daha geç bir tarihte katılan Kore, Tayvan ve Singapur gibi ülkelerin de gerisinde kalıyor.” (Bernard Lewis, İslam’ın Krizi, Literatür Yayınları, Çeviren; Abdullah Yılmaz, 2003 İstanbul, S. 101-102)

Saptama, -nedenler konusundaki kavrayışsızlık sürse de- genel çizgileriyle doğruydu. Lewis’de asıl sorunun İslam dünyasının devam eden Ortaçağ’ından kaynaklandığını göremiyor ya da görmek istemiyordu.

ABD dış politikasına yön veren ideologlara ve politikacılara göre, Müslüman toplumlar modern ve laik bir ülke olma hedefine doğaları ve kültürleri nedeniyle ulaşamazdı. O nedenle bu hedef bir yana bırakmalıydı. Doğuda (Müslüman dünyasında) ancak yumuşatılmış, radikalizm ve Batı düşmanlığından arındırılmış, iktidarların seçimle gelip gittiği bir İslami rejimi kurulabilirdi, daha fazlası değil. Bu yaklaşıma göre, demokrasi ve laiklik Batı kültürünün ürünüdür. Bu bakımdan Türkiye atipik bir örnekti.

Ancak bu politikanın başarılı olduğunu gösterecek somut bir modele ihtiyaç vardı. En uygun ülke Türkiye olabilirdi. Böylece tabloyu bozan atipik örnek de ortadan kaldırılacak, bölge teoriye uygun hale getirilecekti. İşte Türkiye’de Cumhuriyetin kazanımları ve insanlığın ilerici birikimini, örneğin aydınlanmayı, akılcılığı ve laikliği bu nedenle harcayacaklardı. Çünkü, onlara göre Türkiye Müslüman ülkelerden, onları etkileyemeyecek ölçüde uzaklaşmıştı. Ancak bu tespit yanlıştı. Laik Türkiye’de İslam dini zaten ılımlı bir anlayışla yaşanıyordu. Modern Türkiye asıl bu özelliğiyle bütün Müslüman ülkeler için bir kutup yıldızı gibiydi. Örnekti.. Öyle ki, Suriye, Cezayir, Tunus, Mısır, Irak gibi ülkeler geçmişte Türkiye’nin cumhuriyet devrimini izlemişlerdi.

Sonuç olarak Türkiye, Batı’nın güvenliği ve çıkarları için geliştirilen, bizim İslamcıların da kendilerine sunulan iktidar fırsatları nedeniyle üzerine atladığı fantastik bir “Ilımlı İslam” teorisi için harcandı.

Gelelim bu analizin ABD seçimleriyle ilişkisine; sanırım Joe Biden, bölgeye yönelik, “Ilımlı İslam” siyasetinden vazgeçen güçleri temsil ediyor. Ancak, buna ümit bağlamak gerekmiyor. Bakalım, bekleyip göreceğiz.