Gezi Direnişi’nden çıkarılacak siyaset ve tarih derslerini çözümlemeye çalıştığım yazının üçüncü ve son bölümünde, önemli olduğunu düşündüğüm bazı kritik konuları da irdeleyerek makaleyi tamamlayacağım. Bu yazıyı da önceki iki bölüme göz atarak okumanızda yarar var.
Geçen hafta Gezi Direnişi’nin sosyolojik analizini yaparken kullandığım “yeni işçi sınıfı” kavramını biraz daha açmak, bazı yanlış anlamaları önlemek bakımından iyi olacak. İsyanı /direnişi değerlendirirken, Gezi’yi “yeni işçi sınıfının görünür olduğu ilk büyük toplumsal eylem” diye de tanımlamıştım.
Ancak, Gezi Direnişi’nde sokağa çıkanları Amerikan sosyolojisinden aktarılan ve liberallerin de desteğiyle dolaşıma sokulan, “yeni orta sınıf” diye tanımlamak, neredeyse genel kabul haline geldi. Oysa bu kavram, işçi sınıfının yeni kesimlerini, “işçi sınıfı” tanımı dışında tutarak onların kendilerini bu sınıfın bir parçası olarak görmelerini engelleme girişimidir. Bu anlamda söz konusu yaklaşım, egemen ideolojinin bir parçasıdır. Ergin Yıldızoğlu’nun çok doğru saptaması ile ifade edersek; “yeni orta sınıf” tanımı, işçi sınıfının yeni kesimlerinin sınıf bilincine ulaşmasını önleme, bu yolu tıkama çabasıdır.
Biz yeni işçi sınıfını Gezi’de gördük, ancak elimizden kaçırdık. Çünkü onlar da kendilerinin işçi sınıfının bir parçası olarak görmüyor ve “yeni orta sınıf” olduklarını sanıyordu. Daha kötüsü, liberal yazıcı ve sosyologların etkisiyle, solun önemli bir kesimi de öyle düşünüyordu.
Öte yandan, selefi bir yaklaşımın da işçi sınıfının kendi içinde yaşadığı değişimi, kazandığı yeni niteliği, yeni üretim ve emek süreçlerini kavramayı engellediğini görmek gerekir. Ortodoks sınıf tanımında ısrarın, üretim araçlarındaki gelişimi, üretim ilişkilerinin yeni niteliklerini, geleneksel sanayi işçilerinden farklı koşullarda üretim yapan, eğitimli ve daha farklı bir kültürel ortamda yaşayan “yeni işçileri” tanımlamakta yetersiz kaldığı açıktır.
Bu nedenle klasik “beyaz yakalılar” tanımına takılarak işçi sınıfındaki değişimi okuyamayacağımızı, onlarla doğru ve yaratıcı bir ilişki kuramayacağımızı düşünüyorum. Dolayısıyla, “yeni işçi sınıfı” tanımının, söz konusu değişimi kavrama, sınıfın tanımını geliştirme ve nihayet bu tanıma teorik bir katkı çabası olarak anlaşılması daha doğru olacaktır. Çünkü Marksizm’in sınıf tanımı yetersiz değil, tersine hala daha kapsayıcı ve işçi sınıfındaki değişimi içerme kapasitesine sahip tek yaklaşımdır.
GEZİ’NİN LİBERAL OKUMASI
Gezi Direnişi’ne ilişkin tuhaf, yer yer iyi niyetli fakat pop-liberal bir okuma girişimi de var. Bu okuma biçimi, esas olarak örgütsüzlüğü kutsuyor ve neredeyse apolitik bir eylem olduğunu öne sürüyor. Bu çevre, direnişçileri neredeyse bazı mizah dergilerini okuyan, duvarlara esprili sloganlar yazan, neşeli ve zeki çocuklardan ibaret görüyor. Eylemin aşağıdan gelen, yatay, hiyerarşisiz ve siyasal hedeflerinin silik olmasına aşırı vurgu yapıyor. Dahası bu özelliği yeni doğru olarak sunuyor.
Oysa Haziran eylemlerinin en belirgin talebi, “AKP iktidarına hayır” sloganıyla ifade edilen siyasal tutumdu. Bu belirgin siyasal talep ve hedef, o günlerde örtbas edilmeye çalışıldı. Bu bir uysallaştırma, isyanın devrimci ve laik karakterini silikleştirme girişimiydi.
Kuşkusuz direnişte kimi liberter gruplar ve söz konusu mizah dergilerinin kültürüyle yetişmiş gençler de vardı. Hiç kuşku yok ki, isyana hem renk hem de zeka kattılar. Ama unutulmasın ki, Gezi eylemini Haziran direnişine çevirenler, gerektiğinde ağız dolusu küfür eden, büyük çoğunluğu daha önce hiçbir eyleme katılmamış, çevrecilik konusunda pek duyarlı oldukları söylenemeyecek emekçiler ve geniş cumhuriyetçi kesimlerdi.
BAYRAK EL DEĞİŞTİRDİ
Anımsanacağı gibi, 1 Haziran’dan itibaren Gezi isyanı sırasında çekilen bütün görüntülerde ve fotoğraflarda, bütün barikatlarda, polisle girilen bütün çatışmalarda ay yıldızlı bayrak vardı. Daha önce sol çevrelerde –bazı istisnaları olsa da- genellikle baskı, despotluk ve şovenizmin aracı ve simgesi olarak görülen Türk Bayrağı, birkaç gün içinde bir direniş sancağına dönüşmüştü.
Haziran direnişçileri ay yıldızlı bayrağı gericiliğin ve faşizmin elinden almıştı. Direnişin çok önemli meşruiyet kaynaklarından biri de buydu. Marx’ın dediği gibi, ulusun sembolleri el değiştiriyordu. Bir ulusun sembollerinin emekçilerin eline geçmesi, o ülkede egemen güçlerinin kavgayı kaybetmeye başladıkları anlamına geliyordu.
Evet, AKP kaybediyordu. Ama olmadı! Çünkü solcular bu sembolleri akıl almaz bir dar görüşlülük nedeniyle kısa sürede yeniden egemen güçlere, gericilere ve faşistlere iade etti. Sol üzerinde devam eden liberal etki, Kürt siyasal hareketinin baskın konumu ve solun özgüven eksikliği, bu sembollerin gerici-faşizan güçlere teslim edilmesinde önemli rol oynayacaktı.
Oysa Gezi/Haziran direnişçileri liberal palavraya da son vermişti. Onlar, vesayet rejiminin yıkıldığı ve ülkenin demokratikleştiğini ileri süren bu kesimlere, “Hayır yalan söylüyorsunuz, Türkiye demokratikleşmiyor, tam tersine bir dikta rejimi kuruluyor” demişlerdi.
ÇÖZÜMÜN SOSYAL TABANI
Direniş bir ön yargıyı daha yıktı; yine liberallerin ileri sürdüğü gibi büyük cumhuriyetçi ve laik kitle hiç de Kürt düşmanı değildi. Direniş süresince tek bir şovenist, Kürt düşmanlığını çağrıştıran sloganın atılmaması, ihmal edilebilecek birkaç küçük gerginliğin dışında, Apo posterleri açan gruplara bile müdahale edilmemesi çok önemli bir göstergeydi.
Gezi günlerinde, Kadıköy’de on binlerce kişinin Türk bayraklarıyla, “Diren Lice Taksim seninle” diye slogan atarak yürüyüşe geçmesi, cumhuriyetçilerin Kürt düşmanı olduğu ön yargısını paramparça edecekti. Bu tablo, Kürt sorununun onurlu, barışçıl ve eşitlikçi bir çözümünün de gerçek toplumsal tabanına işaret ediyordu.
Eğer bireysel ve lokal bazı katılımları bir yana bırakırsak, Kürt siyasal hareketi ortalıkta yoktu. Bu tutum, Kürt siyasal hareketinin kendi dar ulusalcı çıkarları için Türkiye emek hareketini feda edebileceğini, Türk solunu da kendisini desteklemeye mecbur bir güç diye gördüğünü ortaya koydu. Kürt siyasal hareketi, Türkiye’nin ilerici ve aydınlanmacı birikimiyle bağlarını gerektiğinde koparabileceğini de gösterdi. Kürt hareketi ve bir kısım sol, Gezi günlerinde de Türkiye gericiliği ile çözüm arayışına devam ederek, büyük bir tarihsel fırsatın kaçırılmasına neden oldu.
Oysa AKP İktidarı gitmenin eşiğine kadar gelmişti. Bu tarihsel deney, Kürt ulusal hareketinin, kendisini belirleyen dar milliyetçi ideolojik-politik çerçeveyi aşmadığı sürece, ülkenin bütününü içeren bir gelecek projesi oluşturamayacağını da ortaya çıkardı. Kürt hareketinin milliyetçi önceliklerinin her şeyi belirlediği, toplumun tamamına sunabilecekleri bir programlarının olmadığı, bu yöndeki ajitasyonun ise sağlam bir temelinin bulunmadığı anlaşıldı.
Aradan geçen 8 yılda Kürt hareketinde, kendi kaderini Türk halkıyla, emekçileriyle, sınıf mücadelesiyle birleştirme yönünde olumlu bir değişimin yaşandığını, bu sürecin devam ettiğini de saptamak gerekiyor. Kaldı ki Gezi konusunda kısa süre sonra özeleştiri yapılmış olması da önemlidir.
Sonuç olarak; Gezi/Haziran deneyimi, Türkiye’nin “ekmek ve hürriyet” günlerinin ve daha önemlisi o geleceği kuracak yeni güçlerin habercisiydi. Önemi de buradaydı.