Çağımızın en karanlık dinci örgütlerinden biri olan Taliban’ın, Batı’nın bir enkaz haline getirdiği Afganistan’a el koyması nedeniyle, ara verip bu konuyu mu yazayım diye tereddüt ettim. Ancak, geçen hafta ilk bölümü yayımlanan yazımın ikinci ve son kısmını hazırlamanın doğru olacağını düşündüm. Çünkü, belli bir soyutlama düzeyinden bakınca, tam da bu konuyu, yani güncel olanı yazdığım sonucuna vardım. O halde devam ediyorum…
***
İslamcı hareketin yarattığı en büyük yıkım belki de insan ruhunun karanlık yanını kışkırtması, kötülüğü toplumsallaştırması ve örgütlemesiydi. AKP iktidarı bu ülkede cehaletin, ilkelliğin, yalanın, siyasal ve kültürel rüküşlüğün, sahtekarlığın ve riyanın “kutlu dava” adına temelini genişletirken, asıl önemli olan şey buna meşruiyet kazandırmasıydı. Daha da kötüsü, bu ülkede söz konusu “kötülüğün” yayılmasına zemin oluşturan ciddi bir toplumsal kesimin bulunmasıydı. Sorunun önemli yanı budur.
O nedenle, Erdoğan-AKP iktidarı ve onun temsil ettiği zihniyet dünyasını sadece siyasal parametrelerle açıklamak yetmez. Aynı zamanda topluma dayatılan bir kültür, yaşam tarzı, ideoloji ve ahlak anlayışı olduğunu hep akılda tutmak gerekir. Çünkü, vasatın egemenliği, görgüsüzlük ve cehaletin övülmesi, paranın ve kaba gücün yüceltilmesi demektir.
VASATIN EGEMENLİĞİ
Ülke şizoid bir yarılma yaşıyor. Parçalanmış bir kişiliği olan, iki kimlikli, bir birinden uzaklaşan ve düşmanlaşan kanatlarının bulunduğu bölünmüş bir toplum oluştu. Gericilik Türkiye’yi çürütüyor. Toplumun ciddi bir kesimi, ülke kıytırık bir Körfez Emirliği’ne dönüştükçe daha iyi olacağını sanmak gibi bir akıl dışılığa sürükleniyor.
Oysa, dünyada daha fazla dinselleştiği ya da daha çok İslami ilkelere (şeriata) göre yönetildiği için gelişen ve kalkınan tek bir ülke bile yok. Dünyada Ortaçağını aşan hiçbir Müslüman ülkenin bulunmaması bir tesadüf olabilir mi? Yeryüzündeki tek istisna olan Cumhuriyet Türkiyesi ise uğradığı büyük ihanetin bedelini ödüyor. Erdoğan-AKP iktidarı, toplumsallaştırdığı “kötülüğün” adına, milli irade diyor. Üstelik, bu “irade” kendi karşısına geçince, ondan kaçmakta da hiçbir sakınca görmüyor.
AKP’ye destek veren toplum kesimleri arasında yoksulların ve alt sınıfların bulunması, sözünü ettiğimiz kötülüğün niteliğini değiştirmiyor. Tam tersine, onu meşrulaştırarak, “demokratik” bir boyut bile kazandırmıyor. Çünkü bu durum, yani yoksulların ve alt sınıfların iktidara verdiği destek, kötülüğü büyüten ve daha da acımasızlaştıran bir rol oynuyor.
Tıpkı Hitler’i ve Nazileri, katıldıkları her seçimde, artan oranlarda destekleyen Almanların, faşizmin ve kötülüğün bir parçası haline gelmesi gibi, totaliter bir iktidarı din ya da başka bir “kutlu dava” adına destekleyen kalabalıklar da o kirlenme ve suçun ortağıdır.
KİTLELERİN İSYANI
Türkiye’de niteliksizleşme öyle bir aşamaya ulaştı ki, -abartma payını saklı tutuyorum- yaşamın her alanında iyi olan elenmeye ve vasat olan kazanmaya başladı. Adeta nitelikli ve iyi olanı geriye iten, aşağıya çeken bir sistem oluştu. Türkiye, sınavların çalınan sorularla, seçimlerin hileyle, kavgaların kalleşçe yapıldığı bir ülke oldu. Öyle ki, delikanlılık (bu kavramı hem genç kadınlar hem de genç erkekler için kullanıyorum) bile aptallık sayılmaya başlandı. Hayatın her alanında vasatın işgali başladı. İşte bu kitle, kendileri gibi olanı seçmeye, iyi olanı elemeye yöneldi.
Ünlü İspanyol düşünür Jose Ortega Y. Gasset (1883-1955) büyük eseri, “Kitlelerin İsyanı” adlı kitabında, modern toplumların içinde devindikleri ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel süreçlerin vasatı temsil eden “ortalama insanın” baskısı altında olduğunu söyler. Gasset, yeni çevirisi ve baskıları da yapılan (İş Bankası Kültür Yayınları, 2017, İstanbul) kitabında, vasat olanın bir süre sonra her şeye egemen olmaya başladığını ortaya koyar. Her şey seçkin eleştirisiyle, iyi olanın kötülenmesiyle başlar. Ardından süreç iyi ve nitelikli olanın geriye itilmesiyle devam eder. Gasset’e göre, geriye çekici bir rol oynayan bu insanlar her sınıf, her meslek ve her sosyal grup içinde bulunur.
Entelektüeller de bu kesimin dışında değildir. Onlar da vasatın, kötü olanın baskısı altındadır. Dahası, giderek ortalama vasat “aydın” tarafından belirlenen bir edebiyat ortamı bütün bir kültürel sürece hakim olur. Dil bozulur, basit ve niteliksiz edebiyat egemen olur. Tıpkı günümüzde çok satan bazı gazeteci kitapları gibi, mesleki yetkinlik ve çaba içermeyen, entelektüel derinliği olmayan, edebi değeri bulunmayan çalışmalar öne çıkar. Dahası gerçek bir araştırma çabasının da olmadığı yayınlar ortalığı kaplar. Araştırma, inceleme ve kuramsal çalışmanın yerini, haber taraması ve arşiv bilgilerinin derlendiği kitaplar alır. Bu vasatlaşmadır.
KENDİNİ SUÇLAMAK!
Aydınların, özellikle solun, “Hata bizde, kendimizi anlatamadık, halka inemedik, topluma karşı sorumluluklarımızı yerine getiremedik” şeklinde özetlenebilecek o ezberi artık aşması gerekiyor. Eğer acı çekmekten mistik bir tat almıyorsak –ki Doğu toplumlarının bir özelliğidir- bu yakınmanın sahici bir temeli ve gerçekliği bulunmuyor. Kendisini, hiçbir karşılık beklemeden ülkesine ve topluma adayan, geleceğini gözünü kırpmadan feda eden, yaşamı dahil büyük tehdit ve baskılara karşın mücadeleyi sürdüren, bu uğurda işkence gören, öldürülen, idam edilen, ama yine de vazgeçmeyen bir devrimciler kuşağı, bir aydın kesimi var. Daha ne olsun! Bu halktan daha şanslı bir toplum yeryüzünde az bulunur.
Yaşadığı bütün kötülüklere ve ihanete karşın, bu kadar uzun süre kendisini toplumun kurtuluşuna adamayı sürdüren başka kuşağın örneği dünyada yok. Bu durum Türkiye için büyük bir şanstır. Örneğin, Batılı ülkelerin büyük çoğunluğunda kendi kişisel geleceklerini garanti altına alabilecek toplum kesimleri, eğitimli ve meslek sahibi kentliler ya da solcu gençlik kuşağı, kurulu düzene karşı böyle uzun soluklu bir mücadele içinde hiç olmadı.
Bu nedenle, ödediği ağır bedellere karşın, kendi çıkarı ve geleceğinden çok, halkın, emekçilerin, işçi sınıfının ve yoksulların hakları ve hukuku için mücadele eden bir kesimin bulunması Türkiye ve bu halk için tarihin bir armağanıdır.
Gel gelelim toplum söz konusu şansı hiçbir zaman değerlendiremedi. Hakkını veremedi. Durumun farkına vardığı zamanlarda ise ya baskıyla ezildi ya dinle aklı alındı. Dahası o kalabalıklar, devrimci kuşakların fedakarlıklarını küçük ve gündelik çıkarları için harcamaktan ve kullanmaktan kaçınmadı. Kıymetini bilmedi, bilemedi.
Bu nedenle, siyasal İslamcı hareket, yoksulluğun, dışlanmışlığın, kenara itilmişliğin yarattığı öfkeyi, insanlığın ilerici birikimine, bilimsel değerlere, aydınlanma ve modernitenin kazanımlarına yönelik bir düşmanlığa çevirmekte zorlanmadı.
Halkın değer yargılarının, alışkanlıklarının, geleneğinin, töresinin, egemen ahlakın, dinin eleştirisini geri çekmek doğru değildir. Bedeli ağır olur. Bu eleştiriyi tamamlamak, bütün eleştirilerin başlangıcıdır. Kurulu düzenle mücadele, bu eleştirinin tamamlanmasıyla başlar. Devrimcilik, halka karşı olmayı da göze almaktır.