Geçen hafta kaldığım yerden, Suriye savaşını ve AKP iktidarının bu krizin çözümünden nasıl etkileneceği konusunu sürdürmek istiyorum. Bilindiği gibi, birkaç gün önce (29 Eylül’de) Rusya’nın Karadeniz kıyısındaki tatil kenti Soçi’de Vilademir Putin ve Tayyip Erdoğan görüştü. Bulaşmada esas olarak Suriye ve İdlib konusunun ele alınacağı bilindiği halde, bu önemli zirveye ilişkin hiçbir açıklama yapılmadı. İşte bu tuhaf durumu ve nedenlerini açıklamak gerekiyor.
Önce konuyu irdeleyeceğimiz zemini tarif ederek başlamak doğru olacak; maliyeti en düşük siyasal denetim ve sınır ötesi sürdürülebilir sömürü düzeni yöntemi olduğu için, Doğu-İslam ülkelerini aydınlanma ve modernitenin dışına itmeye, dahası bir önceki çağın değerler dünyasında tutmaya çalışan Batı, Suriye’de rejimi devirme ihalesini 11 yıl önce AKP hükümetine vermişti. Suriye’de dinci-ihvancı bir iktidarın kurulması, Büyük Ortadoğu Projesi’nin de önemli bir etabıydı. Bu anlamda BOP’u sürdürebilmek, daha önemlisi İran’a müdahalenin şartlarını yaratmak için Suriye’de iç savaş çıkarmak son şanstı.
Dünyaya dar bir mezhepçi perspektiften bakan siyasal İslamcı AKP iktidarı, bu vekalet teklifinin üzerine deyim uygunsa balıklama atladı. Bölgesel nüfuzunu artırmak, Sünni İslam dünyasının liderliğini ele geçirmek, “kutlu dava” dedikleri ulusal hedefe ulaşmak için bunu büyük bir fırsat olarak gördüler. Zaten AKP’nin kurulması ve iktidara taşınmasının nedenlerinden biri de bu “kirli işleri” görecek bölgesel bir güç, yere bir ayak yaratmaktı.
Ancak, Suriye küresel gericiliğin ve emperyalizmin saldırısını yenilgiye uğrattı ve işte bu proje çöktü. Bu yenilgiden en büyük payı ise, hiç kuşkusuz Erdoğan-AKP iktidarı aldı. Ülkeye gelen milyonlarca Suriyeli mültecinin yanı sıra, her an silahlarını kendisine çevirecek ilkel bir cihatçı terörist nüfus da üzerine kaldı.
* * *
Suriye’de başta IŞİD olmak üzere, Ortaçağ artığı şeriatçı örgütler büyük ölçüde tasfiye edildi. Bu örgütlerin artıkları ise İdlib vilayetine çekilerek burada sıkıştı. Suriye’de alacağı yenilginin kendi iktidarlarının da sonunu getireceği gören, diğer bir İfadeyle Esad kazanırsa kendisinin gideceğini anlayan Erdoğan yönetimi, bu nedenle ısrarla İdlib’deki İslamcı örgütlerinin korumayı sürdürdü.
Batı’nın yenilgiyi kabul ettiğini gören ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin rafa kaldırıldığını (çöktüğünü) anlayan AKP, enkazın altında kalmamak için Rusya ve İran ile diyalog kurdu. AKP iktidarının bu girişimi öyle gaip bir denklem yarattı ki, bir yandan mezhepçi bir kin ve kaybetmenin öfkesiyle Esad rejimine saldıran Erdoğan yönetimi, diğer yandan da Esad’ın ve Suriye’nin dostlarıyla “Astana Süreci” diye bilinen platformda yer aldı.
İsrail’in güvenliğini sağlamak için, bölgede ulusal duyarlılıkları yüksek Arap-İslam ülkelerini parçalamayı ve siyasi haritayı değiştirmeyi hedefleyen ABD ve Batılı müttefikleri; Kürtlerle ilişkiler dışında, Suriye’deki iddialarından çekilmiş durumda. ABD’nin, Kuzey Suriye’deki Kürt yapılanmasına verdiği aktif destek dışında bu ülkede başka bir etkinliği bulunmuyor. Bu anlamda Suriye halkı ve Esad yönetiminin zaferi kesinleşmiş denilebilir.
Ancak, İdlib’de emirlik ilan eden İslamcı terör örgütlerinin varlığı devam ettiği sürece, hiçbir zaman bu zafer kesinleşmiş olmayacak. O nedenle “denilebilir” yüklemini kullandım. Dolayısıyla, Suriye yönetimi artık daha fazla beklemeden kapsamlı ve İslamcı terör örgütlerini imha etmeyi amaçlayan bir operasyonu başlatmak istiyor. Rusya ve İran bu tutumu destekliyor.
* * *
Astana Süreci kapsamında yapılan görüşmelerde –yine Soçi’de- İdlib’deki silahlı İslamcı güçleri üç ay içinde Suriye’den çıkaracağı (verilen süre daha sonra altı aya çıkarılmıştı) sözünü veren, ancak bu işi üç yıldır yapamayan AKP iktidarı fena halde sıkışmış durumda. Suriye, Rusya ve İran karşısında yalnız kalan, ABD ve Batı tarafından terk edilen Erdoğan yönetiminin önünde çekilmek dışında bir seçenek bulunmuyor.
Rusya Devlet Başkanı Putin, Soçi görüşmesinde, -bize ulaşan bilgilere göre- Erdoğan’a yenildiklerini ilan etti ve artık İdlib’deki şeriatçı örgütleri korumaktan vezgeçerek Suriye’den çekilmelerini istedi. Aksi halde kendilerinin vurulacağını da, “lisan-ı münasiple” bildirdi. Kırmadan, hatta gururunu okşayarak yaptı bu işi. Çünkü önünde güçten düşmüş, bir bakıma kendisine sığınmış kullanışlı bir yönetim ve lider vardı.
AKP iktidarı bakımından durumun şakası yoktu. Ruslar daha önce de Türk birliklerini vurmuşlar, 36 askerin öldüğü bu saldırıya ilişkin doğru-dürüst bir açıklama bile yapmamışlardı. İşte bütün bu konular konuşulduğu için, görüşmeye dışişleri bakanlığı tercümanları bile alınmamıştı.
Soçi Zirvesi’nden sonra kamuoyuna söyleyecek söz bulamadığı için, ne toplantı çıkışında ne de sonrasında hiçbir açıklama yapılmadı. Yapılamazdı da. Çünkü Erdoğan-AKP iktidarının dış siyasetinin iflas ederek bütün iddialarının çöktüğünü kabul etmekten başka yapılabilecek bir açıklama yoktu. Türkiye’nin seçim sürecine girdiği bir dönemde bunu ilan etmek zordu.
Tablo açıktı; ABD ve Batılı ortakları ile AKP iktidarının Suriye konusundaki hesapları bütünüyle yanlış çıkmıştı. Bilgisiz ve birikimsiz AKP kadrolarının, hem Suriye’deki Baas rejiminin gücünü ve toplumsal desteğini hem ülke sosyolojisini, kültürünü ve tarihsel derinliğini hem de bölgedeki etnik, dinsel ve siyasal dengeleri doğru okuyamadığı belliydi. Daha ilk günden itibaren ısrarla vurguladığım gibi, bu krizin, AKP iktidarının da sonunu getirecek bir oyluma ve kapsama sahip olduğunu anlayamadılar. Kaybetmenin seçeneği yoktu.
* * *
Oysa Suriye, Arap ulusçuluğunun ve modernleşmesinin önemli merkezlerinden biriydi. Baas hareketi ise halkçı, seküler ve ulusalcı karakteriyle bu tarihsel atılımın öncü ve örgütlü gücüydü. Suriye ve bu ülkedeki Baas rejimi, Irak’tan ve Saddam yönetiminden farklı olarak, toplumsal ve entellektüel bir desteğe de sahipti. Rejimi onaylayan ve toplumsal rıza üreten etkili bir aydın sınıfı ve destekleyen geniş bir toplumsal kesim vardı.
Suriye’de Alevi bir azınlık yönetimi bulunduğuna ilişkin İslamcı hipotez de bütünüyle hatalıydı ve yaşam tarafından yanlışlandı. Mevcut rejim kendi varlık gerekçesinin ahlaki ve tarihsel temellerini güçlü şekilde açıklama kapasitesine sahipti. Beşar Esad iktidarı, liberalleşme ve piyasa ekonomisi yolunda adımlar atsa da, Baas rejimi esas olarak halkçı, laik, anti-emperyalist ve anti-siyonist çizgisini koruyordu.
Bilimsel analiz yeteneğinden yoksun oldukları da bilinen AKP yöneticileri, merkezi Avrasya’daki güç mücadelesinin de tam olarak farkında değildi. Gerçekte söz konusu enerji havzasının, güç mücadelesi büyük ölçüde Asya-Pasifik hattına kaysa da, hala gezegene egemen olma savaşının en önemli alanlarından biri olmayı sürdürüyordu. Bu durumu kavrayamadıkları da anlaşılıyordu.
Daha kötüsü, dünyada yeni oluşan güç merkezlerinin bu çatışmadaki konumunu, örneğin Rusya, Çin ve İran’ın Ortadoğu ve Hazar Havzası’ndaki yaşamsal çıkarları bulunduğunu ve hiçbir koşulda bundan vezgeçmeyeceklerini de anlamadıkları ortaya çıkıyordu. İmam hatip tedrisatı ufkunu aşamayan politikacılar, Tahtakale-Mercan Yokuşu tüccarı kurnazlığıyla dış politika yapacaklarını sanıyorlardı. İşte Türkiye’de bu zihniyetin iktidarı tükeniyor.