İran’da bugün olup bitenleri anlamak için bu hafta da konuyu irdelemeyi sürdüreceğiz. Dolayısıyla bu yazıyı, geçen hafta yayımlanan ilk bölümüne göz atarak okumanızı öneririm.
İran Şahı Rıza Pehlevi, kapitalist sermaye birikimi ve sanayileşme hedefinin kaçınılmaz sonucu olarak, 1970’li yılların başlarından itibaren tacirlerin ve ticaret burjuvazisinin üssü niteliğindeki ünlü Tahran Çarşısı’na müdahale etti. Şah, modern çağda Batı’da da örnekleri görülen kapitalist bir meşruti monarşinin alt yapısını hazırlamaya çalışıyordu. Çarşının içinde ve çevresinde yoğunlaşmış, önceleri bağımsız çalışan, büyük çoğunluğunu geleneksel küçük ve orta büyüklükteki ticari, sınai ve finansal kuruluşların oluşturduğu işletmeler kontrol altına alındı. Şah yönetimi, 1970’li yıllardaki ekonomik krizden de Çarşı’yı sorumlu tuttu. Bu durum, çarşı esnafının Şah’a karşı gelişen muhalefetinin temelini oluşturdu.
Şah’ın baskı ve devlet terörüne dayalı yönetimi, güçlü bir iç güvenlik aygıtı ve ordu kurulmasını da beraberinde getirmişti. Daha da önemlisi, Şah yönetiminin bölgede açıkça ABD’nin jandarmalığını üstlenmesi, yüksek askeri harcamalar, üst sınıfın göze batan şaşalı yaşam tarzı sokaktaki İranlının nefret duygularını besliyordu. İmamlar Cuma vaazlarında artık açıkça rejimi eleştiriyordu. Her türlü dernek, örgüt ve benzeri politik oluşum yasaklanabiliyor ama camiler kapatılamıyordu. Köklü bir geleneğe sahip olan ve Şii ruhban sınıfını oluşturan Mollalar, halk üzerindeki nüfuzlarını arttırıyordu. İmamlar, kendiliğinden yükselen muhalefet dalgasını Şia ideolojisinin gücünden de yararlanarak kucaklamaya ve yönlendirmeye başlıyordu.
Ancak İran solu da bu dönemde büyük bir güç kazanmıştı. Hatta İran solu, militan gücü, illegalite deneyimi, örgütlenme ve mücadele geleneği bakımından başlangıçta İslamcılardan daha etkiliydi. Ancak, İran solu Şah’a karşı yürütülen militan mücadelenin yüksek prestijine sahip olmasına karşın, yükselen dalgayı karşılamakta İslamcı hareket ve Mollalar kadar başarılı olamadı.
SOLUN PROGRAMI
İşte burada, “Neden başarısız olundu?” sorusuna verilecek yanıt önem taşıyor. Bunun nedeni kısaca şudur: Şah diktatörlüğüne karşı mücadelede solun ve İslamcıların asgari programları ve talepleri giderek birbirine yaklaştı. İslamcılar, güçsüz oldukları dönemde bu durumdan sonuna kadar yararlandı. Ancak zamanla sokaktaki insan, sosyalistler ile islamcıların programlarını, taleplerini ve sloganlarını birbirinden ayıramaz hale geldi. Fark silikleşti… Unutulmamalı ki, siyasal bir program kitlelere sloganlar, simgeler ve semboller aracılığıyla iner. Sokaktaki insan, ince ayrımlarla ilgilenmez, genel hedeflere bakar.
İranlı sosyalistler, 1960’lı ve 1970’li yıllardaki Üçüncü Dünya ülkelerinin büyük bölümünde olduğu gibi aşamalı bir devrim stratejisini savunuyordu. Yani önce anti-emperyalist ve anti-feodal bir demokratik devrim ya da ulusal kurtuluşçuluk, daha sonra sosyalist aşamaya kesintisiz geçiş. Bu yaklaşım, solun ideolojik rengini veriyordu.
Çeşitli kanatlarıyla İran solu da anti-emperyalist ve anti-otokratik bir politik söylem ve eylem hattına sahipti. İran solunun en büyük hatası ise toplumsal kurtuluş hedefini silikleştirmesi oldu. Çünkü, İslamcılar da anti-emperyalist (daha çok anti-amerikan) ve Şah rejimi karşıtı bir politik programa sahipti. İslamcılar, şeriat rejimi hedefini, solun gücüne olan ihtiyaçları nedeniyle öne çıkarmıyorlardı.
İranlı sosyalist aydın Moghadam, davanın kaybedilmesinden 7 yıl sonra, kaleme aldığı bir makalede şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Fabrikalardaki sol ajitasyon, emperyalizme bağımlı ekonominin önemi, emperyalist sömürüden kurtulunması gerektiği ve bağımsız ‘ulusal ekonomi’ kurulması gibi noktalarda odaklanmıştı. Ve Tudeh Partisi (Sovyet yanlısı komünist parti) için temel hedef, anti-emperyalist temelde ulusal demokratik devrim ve bağımlılık zincirinin kırılmasıydı. Fakat bütün bu grupların pek az bildiği bir şey vardı ki, o da İslami popülizmin bulanık felsefesinin yol gösterdiği molla rejiminin hem bütün bunları yapıp hem de bunun yanında koyu bir anti-sosyalist ve baskıcı olabileceğiydi” (Val Moghadam, İran’da Devrim ve Sol, New Left Review, 1987, Sayı:166/ Dünya Solu,1989, Sayı:1).
Kuşkusuz aynı şey, on binlerce silahlı militanıyla İran devriminde büyük rol oynayan, radikal sosyalist çizgideki Halkın Fedaileri örgütü için de geçerliydi. Çin yanlısı (Maocu) Peyker grubu da benzer bir siyasi hat izliyordu. Halkın Mücahitleri örgütü ise, bir anlamda iki kanat arasındaki bu programatik ve politik yakınlığın çocuğuydu. Mücahitler, sosyalizm ile İslamı uzlaştırmaya çalışan eklektik bir ideolojik-politik hatta sahip, devrimci-demokratik bir hareketti.
“Solun anti-emperyalizm ve bağımsızlık üzerinde odaklanması, Çarşı’nın sömürücü doğasını ve İslami hükümetten söz etmeye başlayan içine kapalı mollaların politizasyonunu görmelerini engelledi. Aynı zamanda maaşlı orta sınıf ve radikal entelejensiya ile birlikte ortaya çıkan endüstriyel proletarya gerçeğini de gizledi.”(Moghadam, New Left Review, 1987 / 166)
İran devrimi ve karşı devrimi, Batı düşmanlığının her zaman anti-emperyalizm anlamına gelmediğini göstermesi bakımından da büyük önem taşır. Onlar için Batı uygarlığı kabaca Hıristiyan kültürüdür. Bu anlamda, tarihe ve toplumlara din prizmasından bakan İslamcılığın gerçek anlamda anti-emparyalist olması mümkün değildir. Oysa, bugün “Batı kültürü” dediğimiz toplumsal ve tarihsel formasyon, tam tersine kilisenin egemenliği yıkarak kurulmuş seküler ve akılcı bir kültürdür. Kapitalist anlamda da olsa, insanlığın ortak malı ve toplumsal ilerlemenin tarihsel bir aşamasıdır.
SİYASAL FARK SİLİKLEŞİYOR
Muhalefet güçlerinin aynı politik dili paylaşması, sol ile İslamcılar arasındaki önemli farklılıkların halk tarafından gözden kaçırılmasına yol açtı. Özellikle sol, Şah rejimine karşı mücadele eden muhalefetin bölünmemesi teziyle İslamcılara ve mollalara yönelik eleştirilerini geri çekti. Ve daha da önemlisi, farklılıkları öne çıkaran her tür politik tutumdan kaçındı. Çünkü sol, işçiler, öğrenciler, alt ve orta sınıflar ile ulusal burjuvazi ve din adamlarından oluşan geniş bir anti-emperyalist anti-otokratik cephe peşindeydi.
“Laik sol, sonuçta kendi çöküşlerine yol açan bir tür popülist yurtseverlik içinde Şah’a karşı muhalefetin bölünmemesi için farklılıkları büyütmedi” (Moghadam, New Left Review, 1987/166).
Halk, birbirine benzeyen siyasal aktörler arasında, kendi geleneksel değerleriyle ilişkili, daha yaygın ve köklü olana doğru aktı. Sosyolojik bir yasaydı bu… Devrim günleri yaklaştıkça, İslamcılar, Mekteb-i İslam ve Mekteb-i Tashayo gibi dergilerde laik solu kıyasıya eleştirmeye başlamışlardı bile. İslamcılar söylemlerinde, soldan aldıkları kavramları da (sömürü, kapitalizm, emperyalizm gibi) bolca kullanıyorlardı.
DEVRİMİN LOKOMOTİFİ
İslamcı hareket ciddi bir güce ve tabana sahip olsa da, İranlı devrimciler ve sosyalistler, Şah’a karşı yürütülen mücadelenin hem öncüsü hem de kahramanıydı. Sadece Halkın Fedaileri Örgütü’nün 200 önderi Şah yönetimi tarafından idam edilmişti. Binlercesi siyasal çatışmalar sırasında öldürüldü. O yıllarda Marksizm’in çekim alanı içindeki Halkın Mücahitleri Örgütü de ağır baskı görmüş, birçok mensubu Şah’ın katilleri tarafından öldürülmüştü. Tudeh önderlerinin büyük kısmı, ancak demokratik devrimin gerçekleştiği 1979 yılında hapishanelerin kapıları açıldığında özgürlüklerine kavuşmuştu. Peyker aynı koşullarda mücadele etmişti.
Ayaklanma sırasında karakolları ve kışlaları basan, halka silah dağıtımını sağlayan, Şah’ın muhafız birliğini (Emperyal Muhafızlar) yenilgiye uğratan sol örgütlerin militanlarıydı. Özellikle Halkın Fedaileri parlak bir mücadele örneği verdi. Bu güçlü konum devrimden sonra da bir süre devam etti. Devrimin hemen sonrasında Halkın Fedaileri’nin örgüt binaları 150’ye, militan sayıları da yaklaşık 500 bine ulaşmıştı.
İKİLİ İKTİDAR VE KARŞI DEVRİM
Halk devrimci militanlara sempati besliyor, ancak onları İslamcılardan ayıramıyordu. Halk ayaklanması sırasında büyük bir çözülme yaşayan ordu kışlasına çekilmiş, kimin duruma egemen olacağını izliyordu. Öyle ki, zaman zaman Halkın Fedailerine kimi kez de Mollalara bağlılık bildiren subaylar vardı. İktidar, ağırlığını İslamcılar oluştursa da adeta Humeyni ve sosyalistler arasında bölünmüştü.
Devrimden bir süre sonra (1979’un ortalarından itibaren) sol örgütler ile İslamcılar arasında yer yer çatışmalar yaşanmaya başladı. İlk hamleyi, büyük bir sinsilik içinde hareket eden İslamcılar yapmıştı. İran’da 1980 Nevruz’unun (yeni yılın) kutlandığı gün bir konuşma yapan Humeyni, beklenmedik bir çıkışla solu ve komünistleri, İslam ve İran düşmanı ilan etti. Sol büyük bir aymazlıkla, Humeyni’nin dini lider olarak en üst onay makamında bulunmasına itiraz etmemişti.
Böylece lokal çatışmalar ülke genelinde şiddetli bir iç savaşa dönüşmeye başladı. Kendi içindeki solu tasfiye eden ordu, İslamcıların yanına geçmişti. Sonuçta, orduyu yanlarına alan İslamcılar sosyalistlere karşı ülke genelinde saldırıya geçti. Cumhurbaşkanlığı ve hukümet binaları kuşatıldı. Demokratik güçlere yakın olan Cumhurbaşkanı Beni Sadr ve yardımcısı olan Halkın Mücahitleri Örgütü’nün lideri Mesut Recavi bir uçakla ülkeden kaçarak Fransa’ya sığındı. Sol ve demokratik güçler yenilgiye uğradı. İslamcılar darbe yoluyla bir karşı devrim yapmıştı.
İslamcılar büyük bir katliama girişti. Binlerce devrimciyi Tahran sokaklarında vinçlere asarak idam ettiler. Binlercesini kurşuna dizdiler. Kalanlarını da ya hapishanelere doldurdular ya da sürgün ettiler. Kolay bir zafer kazanmışlardı. Ortada bir İran İslam Devrimi yoktu, önce (1978) bir İran demokratik devrimi ve sonra (1980) bir de gerici karşı devrim vardı. İşte bugünkü İran’ı yaratan o karşı devrimdi. Solun, İslamcılarla birlikte demokratik bir rejim kurulacağına inanması tam bir siyasal ahmaklıktı. Bedeli çok ağır oldu.
Öyle ki; 1980’den sonra, diaspora dışında, bir daha iç dinamiklere dayalı, anlamlı bir sol hareket ortaya çıkamadı. Artık bu ülkede muhalefet, hatta sol bile İslamcı olmak zorundaydı. Hemen yanı başımızdaki bu tarihsel deneyime karşın, Türkiye’de liberal sol, bazı aydınlar ve Kürt siyasal hareketi uzunca bir dönem (2003-2016) aynı hatayı tekrarladı. Bedeli ise bugünkü dinci-faşizan totaliter rejim oldu.
Sanırım İran’dan çkarılacak en büyük siyaset ve tarih dersi de buydu.
* Bu yazıdaki kimi tezleri, 9 Mart 1996 tarihli Söz Dergisi’nde de ifade etmiştim.