Siyasal ve toplumsal mücadelede, ideolojik inisiyatifin (önceliğin, üstünlüğün, yönlendirme yeteneği ve kapasitesinin) ele geçirilmesi büyük önem taşır. Tam olarak entelektüel inisiyatif anlamına gelmese de, onunla yakın ilişki içindedir. Çünkü, entelektüel alandan beslenen ideolojik inisiyatif, siyasal üstünlüğün ele geçirilmesiyle birlikte ilerler, iki alan bir birini etkiler ve bütünler. Türkiye’de ise son 30 yıldır söz konusu ilişkide tersine bir durum yaşandı. İslamcı hareket, hiçbir zaman entelektüel ve kültürel hegemonyayı ele geçiremese bile, liberallerin paha biçilmez katkısıyla ideolojik ve siyasal inisiyatifi büyük ölçüde elinde tutu. Türban ya da örtünme talebi bu inisiyatifin ele geçirilmesinde önemli bir rol oynadı.
Ancak bir yanıyla, İslamcı gruplar ve tarikatlar koalisyonu konumunda olan AKP, özellikle 2015 yılından itibaren ideolojik inisiyatifini yitirmeye başladı. Dahası, 2018’den itibaren bu inisiyatif büyük ölçüde muhalefete, cumhuriyetçilere ve genel olarak -sosyalistlere olmasa bile- sola geçti. Siyasal İslam’ı aynı zamanda bir sermaye birikim yöntemi ve modeli haline getiren AKP iktidarının kurduğu yağma ve talan düzeni, toplumsal tepkiyi yükseltti. Yoksullaşma ve sefalet, muhalif ajitasyonun da etkisiyle siyasal bir öfkeye dönüşmeye başladı. AKP, hem tarihsel hem de siyasal ömrünü doldurmuş görünüyordu. Bu durum demokrasi güçleri için büyük fırsat sunuyordu.
Gel gelelim, Erdoğan-AKP iktidarı, rejimi kalıcı olarak değiştirme, düşük yoğunluklu da olsa bir şeriat rejimi kurma ısrarını sürdürdü. İslamcı hareket, geri dönüşü olmayacak şekilde bir düzen değişikliği yapmak, din merkezli bilgi anlayışının egemen olduğu bir sistemi -ki bu anlayış bir ortaçağ arızasıdır- kurmak için koşulları zorlamaya başladı. Nedeni açıktı; İslamcılar, Cumhuriyetin kurumlarını yıkmasına karşın, istedikleri rejimi ve düzeni henüz kuramamıştı.
Genel olarak İslamcı hareketin, özel olarak Erdoğan-AKP iktidarının ideolojik ve siyasal inisiyatifi büyük ölçüde yitirdiği bir ortamda, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun kamuda türban takılmasına, yani tesettüre güvence getirilmesine ilişkin yasal düzenleme istemesi, Erdoğan’a ideolojik-siyasal inisiyatifi yeniden ele geçme olanağını sundu. Ancak, asıl önemlisi, Cumhuriyet ve laikliğin savunulacağı en gerideki çizgiyi bile belirsizleştirdi.
Oysa, siyasal islamcıların bile kabul ettiği gibi, ülkenin bir türban /başörtüsü sorunu kalmamıştı. Daha ne olsun; bir siyasal simge olarak algılanan turban (başörtüsü değil, türban) hiç olmaması gereken kamu kuruluşu niteliğindeki adliyede, poliste, askerde, eğitim kurumlarında bile serbestçe giyiliyor /takılıyordu. Tam tersine bir sorun vardı; asıl seküler yaşam, laiklik ve başı açık kadınlar tedit altındaydı. Dolayısıyla, böyle bir konuyu, AKP ve İslamcı hareketle mücadele için gündeme getirmek kadar büyük bir hata olamazdı.
* * *
Nitekim, AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bile, “Böyle bir sorun yoktu, biz çözmüştük. Ama bize güzel bir pas verdiler. Biz de şimdi onu gole çevireceğiz” diyerek (evet, tam olarak böyle diyerek), adeta dalga geçti. Dahası AKP lideri el yükselterek, “Hadi o halde Anayasayı değiştirelim” dedi. Böylece, kamu kurum ve kuruluşlarında giyim-kıyafet yönetmeliklerindeki basit bir düzenlemeyle aşılan “sorun”, neredeyse anayasal zorunluluk haline getirilmenin eşiğine kadar taşındı. Oysa, Anayasada turban takılmasını /giyilmesini engellen bir hüküm olmadığı için, yeni bir düzenlemenin de gereği yoktu.
Sonuçta öyle tablo oluştu ki; son 70 yılın en katı ve faşizan sansür uygulamasını getiren yeni basın yasası bile doğru düzgün, hakkı verilerek tartışılamadı. AKP-MHP ittifakının gerilediği koşullarda, bu sansür girişimine karşı kolaylıkla yükseltilebilecek mücadele, türbana dolandı. Muhalefet alanının en büyük cumhuriyetçi gücü durumundaki CHP, inisiyatif kaybettiği gibi, Kemal Kılıçdaroğlu da cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda yara aldı.
Bu girişimin, CHP’de de bir kırılmaya yol açması kaçınılmaz görünüyor. Çünkü, bu tutumla laiklik ve cumhuriyetin savunulması büyük ölçüde ortada bırakılıyor. Diğer taraftan, siyasal tarihin önümüze koyduğu bir gerçek var; karşıtının tezlerini savunmak, ancak rakiplerinizi güçlendiriyor. Bu nedenle olsa gerek, merkez sağa yakın laik cumhuriyetçi seçmen kitlesine göz diken İYİ Parti lideri Meral Akşener’in, “kapanan değil, kanayan yaralarla ilgileniyoruz” diyerek, ustaca bir manevra ile bu tartışmaya girmemesi dikkat çekiyor. Aynı alana oynayan Deva Partisi’nin de benzer bir tutum takındığı gözlerden kaçmıyor.
Bu gelişme CHP’nin sorunu gibi görülebilir, ama değil. Kılıçdaroğlu’nun çıkışı, Emek ve Özgürlük İttifakı da dahil, bütün muhalefet alanını etkiledi. HDP, yasal ve anayasal düzenlemeye “evet” diyeceğini ilan ederken, TİP ise doğru bir tutum takınarak bu girişime karşı direneceğini ilan etti. Böylece siyasette ilginç tablo ortaya çıktı; AKP’den MHP’ye, HDP’den DP’ye, Gelecek Partisi’nden Saadet Partisi’ne kadar uzanan bir “türban bloku” oluştu.
Ülkenin, tarihsel-toplumsal dengelerini yitirilerek büyük ölçüde sağa savrulduğu bugünkü tarihsel koşullarda, CHP gibi, bütün kusurlarına karşın, ülkenin en büyük ilerici muhalefet potansiyelini temsil eden bir partinin, insanlığın ilerici kazanımlarını savunmak konusunda geri adım atması, genel olarak solun da pozisyon yitirmesine neden olacaktır. Dahası, muhalefet blokunun, AKP-MHP ittifakını yenilgiye uğratarak hükümet olmasının da pek bir anlamı kalmayacaktır. Çünkü bu tablo, kimi sivri yanları törpülense de, Erdoğan ve AKP’siz bir gericiliğin sürmesine yol açacaktır.
* * *
Bu arada belirtelim, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bazı sosyalist bileşenleri de, çok sol gerekçelerle kimi liberal tezleri savunuyor. Örneğin “despotik laiklik” gibi, gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan kavramları tedavüle sokarak, istemeden de olsa gericiliğin değirmenine su taşıyor. Yani türban cephesi sanılandan da geniş. Tıpkı, liberal ve sol liberallerin “özgürlükçü laiklik” tezi gibi, “despotik laiklik” ifadesi de tersinden aynı şeyi söylüyor.
Oysa, bu ülkede hiçbir zaman despotik /katı bir laiklik uygulanmadı. Keşke uygulansaydı. Çünkü, yıkılan her eski düzenden sonra kurulacak yeni düzen, kaçınılmaz olarak demokratik nitelikle bir otoriter rejim kurmak zorundadır. Eski düzenin egemen sınıflarını ve ondan daha uzun yaşayacak gerici ideolojisinin geri dönüşünü engellemenin, bu anlamda devrimleri yerleştirmenin başka bir yolu yoktur. Bu tarihsel ve sosyolojik bir yasadır. Tarihsel materyalizmin abc’sidir.
Fransız Devrimi’nden Babeuf’un çıkardığı bu ders, daha sonra Marksistlerin, “proletarya diktatörlüğü” anlayışına ve kavramına da kaynaklık edecektir. Bırakın despotik bir laiklik uygulanmasını, Cumhuriyet Devrimi yarım kalmış ve gericilikle hesaplaşmasını tamamlamamıştır. Cumhuriyet bürokrasisi ve burjuvazisi, iktidardan indirdiği gerici sınıflarla belli bir aşamadan sonra uzlaşmıştır. Cumhuriyetin dramı da bugün uğraştığımız belanın nedeni de budur.
ABD ve diğer emperyalist Batı Avrupa ülkelerinin dış politikasına yön verenler, laik ve cumhuriyetçi Türkiye’nin İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar, bu kültür havzasından (İslam dünyasından) uzaklaştığını düşünüyordu. Dolayısıyla Müslüman toplumlara örnek olacak bir model kurabilmek için “İslam’la demokrasiyi birleştirecek” bir rejim yaratmak gerektiği tezini sıkça işliyorlardı. Bu gerçek bir demokrasi değil, sandığa dayalı bir gericilikti. Bu nedenle her türlü seçim hilesi meşru sayıldı. Bu projenin adına da “Ilımlı İslam” deniyordu. Uzunca bir dönem ABD’ye yön veren Yeni muhafazakârların (Neo-Cons) geliştirdiği bu tezi, daha sonra gelen yönetimler de benimsedi. İşte AKP iktidarı onların eseriydi. Emperyalistler ve işbirlikçileri, işlerine, Türkiye’de “despotik /otoriter laiklik” olduğunu ileri sürerek başladılar.
Bugün laiklik bayrağı, artık liberalizmle yollarını ayıran sosyalistlerin ve devrimcilerin ellerindedir. Sosyalistlerin geniş cumhuriyetçi kitlelerle buluşmasının önü hiç olmadığı kadar açıktır. CHP’deki savrulmanın yol açacağı yıkımı önlemenin yolu da belki buradan geçmektedir.