Ülkü Ocakları eski genel başkanlarından Sinan Ateş’in öldürülmesi, siyasette dengeleri değiştirebilecek bir oylumu da bulunan çok yönlü bir olaydır. Bu cinayet, bir yönüyle MHP içindeki saflaşmaya ve çatışmaya işaret ettiği gibi, esas olarak ülkücü harekette yaşanan yeni bir dönüşümün dramatik sonucu olarak da değerlendirilebilir. Ülkücü hareket, özellikle 1990 sonrasında, 28 Şubat sürecinin de etkisiyle, faşist kimliğinden uzaklaşarak radikal milliyetçi bir sağ parti olarak kimliğini yeniden inşa etmeye yöneldiği dönemde başlayan dönüşüm sürecinin sonlandığını söyleyebiliriz.
Söz konusu dönemde, bünyesine aldığı merkez sağ unsurların, AKP ile kurulan ortaklık nedeniyle partiden uzaklaşması, dahası İyi Parti gibi etkili bir örgütlenmeyi gerçekleştirmesi de bu değişim sürecini tamamen bitirmiş ve hareketin geleneksel siyasal yatağına dönmesini hızlandırmıştır. Bu nedenle Sinan Ateş cinayetine nasıl gelindiğini anlamak için MHP ve ülkücü hareketin birinci ve ikinci dönüşüm sürecine yakından bakmakta, temelinde yatan tarihsel, ideolojik ve siyasal nedenleri anlamaya çalışmakta yarar var.
Batı’nın merkez ülkelerinde ortaya çıkan neo-faşist ya da post-faşist hareketler hayli farklı nedenlere dayanmakta, örneğin yabancı düşmanlığı ve refah şovenizmi gibi alanlardan beslenebilmektedir. Diğer taraftan, ulusal sermayelerin küresel entegrasyon süreçleri, sadece neo-liberalizmi değil, sosyalist sistemin çözüldüğü bir dönemde aynı ölçüde cemaatçilik, köktendincilik ve milliyetçilik gibi tepkisel akımları da güçlendirdi. Küreselleşmenin olağanüstü hızlandırdığı tekelleşme, bu durumun orta ve alt sınıflarda yarattığı yıkım, büyüyen gelir adaletsizlikleri, servetin giderek daralan bir kesimin elinde merkezileşmesi; sosyalist hareketlerin aradan çekilmesiyle esas olarak “güney” ülkelerinde radikal milliyetçiliği ve dinciliği güçlendiren bir etki yaptı. Ancak, yeni gelişen radikal milliyetçi hareketler ile Soğuk Savaş döneminin milliyetçi-faşist örgütleri arasında (karakteristik düzeyde) önemli farklılıklar vardı. Ülkücü hareket de, Soğuk Savaş döneminin küresel ölçekteki milliyetçi-faşist oluşumlarından biriydi.
* * *
Ülkücü hareket nesnel koşulların değişimiyle tarihinde iki kez dönüşüme zorlandı. MHP, 1990’ların ikinci yarasından itibaren siyasal ve toplumsal koşullarda meydana gelen değişime ayak uydurmaya, kendini yeniden tanımlamaya ve siyaset alanında yeniden konumlandırmaya çalıştı.. Dahası buna zorlandı. Birinci dönüşüm süreci bu dönemde yaşandı. Parti ve hareket, sağ uçta yer alan faşist bir çizgiden siyasal merkeze doğru kaymaya çalıştı. Zorlayıcı etkenlerden biri değişen koşullar, yani “dış dinamikler” ise, diğeri de 12 Eylül deneyiminin yarattığı “kırılma” ve bunun beslediği “iç dinamikler” olmuştu.
MHP merkeze kayarak, aşırı sağ ya da faşist kimliğini silikleştirmeye çalıştı ve sokaktan çekildi. Soğuk Savaş dönemi bitmiş, komünizm bir tehdit olmaktan çıkmış, MHP’nin varlık gerekçeleri de büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Milliyetçiliği motive eden tek şey Kürt sorunu üzerinden gelişen tepkisel tutumdu. MHP bu dönemde hem merkez sağa açılıyor hem de meşruiyet alanını genişletmeye çalışıyordu. Ancak, koşullardaki değişmenin ülkücü harekette köklü bir dönüşüm yaratacağını beklemek de doğru değildi. Bunun bir sınırı vardı. Gelenekleri, ideolojik dokusu ve kadro bileşimi köklü bir dönüşüme uygun değildi. Bu nedenle MHP çekirdek yapısını “bozmadan” ve ideolojik eksenini koruyarak yeni döneme uyum sağlamaya çalıştı. Ancak, bu “değişim” ve “uyum” çabası yine de onun kadro yapısında, örgütsel düzeninde ve ideolojik dokusunda kaçınılmaz olarak yeni girdilere yol açtı. Bu durum zamanla ülkücü harekette ikili bir yapı ortaya çıkardı. MHP bünyesindeki “ev sahibi” faşist unsurların yanı sıra, gerici, muhafazakar ya da merkez sağ kesimlere ve bu alanın klasik politikacılarına da yer vermeye başlamıştı.
Özellikle 1999 seçim başarısı ve iktidar ortaklığı döneminde geleneksel sağcı politikacıların MHP’ye ilgisinin artması bu süreci hızlandırmıştı. MHP’nin yüzde 18’lere kadar çıkan oy potansiyeline ulaşması da tam bu döneme denk gelir. Özellikle Kürt sorununun büyüdüğü bir dönemde ülkücülerin sokaktan çekilmesi, 28 Şubat’tan sonra ülkücü mafya çeteleriyle Ocakların ve parti örgütlerinin bağının kesilmesi –ki bu dönemde yaklaşık 400 Ülkücü Ocağı şubesi kapatıldı- bu değişim çabasının sonuçlarıydı.
* * *
Söz konusu dönemde, nesnel koşullarda meydana gelen değişme, sadece yeni katılımlara yol açmamış, geleneksel ülkücü kadroların bir bölümünde de merkez sağ eğilimlerin gelişmesine de neden olmuştu. MHP’yi merkeze doğru çeken en önemli iç dinamik buydu. Devlet Bahçeli, partinin iki kanadı arasında sağlanan uzlaşmanın, ülkücü harekette kurulan hassas dengenin temsilcisiydi. MHP kongresini kazanmasının yegane nedeni de bu özelliğiydi. Bugün İyi Parti’nin ana gövdesini oluşturan ve daha çok milliyetçi-merkez sağ nitelikli kadrolar bu dönemde partide etkinlik kazandı. Bahçeli’nin “değişmedik, ama geliştik” şeklindeki sözleri de tam bu dengeyi ifade ediyordu. Çünkü bu denklem hem değiştik hem de değişmedik demekti. İkisi de doğruydu.
Beklenebileceği gibi, bu ikili yapı MHP’de örgütsel gerilimlere neden olacaktı. MHP’nin geleneksel tabanını ve kadro kaynağını oluşturan taşra örgütleriyle büyük kentlerde ulaştığı yeni kesimler arasında ortaya çıkan bu gerilim, yer yer tasfiyelerle sonuçlandı.
MHP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde merkez sağda meydana gelen çöküşün yol açtığı büyük boşluğun tarihsel ve siyasal bir fırsat yarattığını düşünerek bu alanı doldurmaya çalıştı. Bahçeli yönetiminin bu tutumu, 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar devam etti. Erdoğan-AKP yönetiminin Kürtlerle “çözüm” sürecini bitirmesi ve yeniden çatışmacı-güvenlikçi bir anlayışın iktidara egemen olmasıyla birlikte, Bahçeli yönetimi AKP ile yakınlaşmaya başladı. Bu durum, partideki merkez sağ kadrolar ve taban arasında bir gerilime yol açtı. Nitekim, AB kriterleriyle uyum sürecinin bir sonucu olarak TBMM gündemine gelen her “demokratikleşme” girişimine karşı direnen MHP, merkez sağa yönelen bir parti profili vermekten çok, faşizan ve muhafazakar milliyetçi bir hareket olduğunu ortaya koyuyordu. AKP’nin daha önce ulusalcı ve yurtsever muhalefeti ezmek için kullandığı AB hedefini (dolayısıyla sopasını) bir yana bırakması da MHP’yi rahatlatan ve İslamcı harekete yaklaştıran etkenler arasındaydı.
* * *
Bahçeli yönetiminin, geleneksel Orta Anadolu sağcılığına/ muhafazakarlığına dayanan kadro yapısının etkisi, AKP’nin kalıcı olacağı yanılsaması ve iktidar/ devlet olanaklarından yararlanma isteği gibi nedenlerle islamcı iktidara yakınlaşmaya başlaması, ülkücü harekette ikinci dönüşüm sürecinin yaşanmasına yol açtı. İkinci dönüşüm süreci, merkez sağ ve demokratik milliyetçi kadroların ve politikacıların kopmasına yol açtı. Böylece geriye radikal milliyetçi ve faşist bir örgüt iskeleti kaldı.
İslamcı hareketin iktidarı bırakmak istememesi, ülkenin bir çatışma ortamına doğru sürüklenmesi de MHP’yi yeniden geleneksel örgütsel ve ideolojik-politik yatağına dönmeye zorlayan etkenler arasındaydı. İşte bu sürece direnen kadroları, eskiden olduğu gibi gerekirse şiddet kullanarak tasfiye edeceklerdi. Gelenekte bu tutum vardı. Öyle de yapmaya başladılar. Birincisinin aksine, ikinci değişim süreci, daha çok öze dönüş, faşist ve radikal milliyetçi bir konuma çekiliş anlamına geliyordu.
Bu süreç, MHP ve ülkücü hareketi hızla marjinalleştirecek bir potansiyeli ve/veya riski içinde taşımaktadır. Ülkü Ocakları eski genel başkanı Sinan Ateş’in, hareketin içindeki bir ihtilaf nedeniyle vurulmasına yol açan sürecin tarihsel, ideolojik ve siyasal arka planı genel çizgileriyle böyle özetlenip değerlendirilebilir.