TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ VE SOL
Ülke ve toplum; iki çağ, iki düzen, iki kültür, iki rejim, iki siyaset ve iki gelecek tasavvuru arasında yaşanan sıkışma, gerilim ve çatışmanın bütün yaşamı belirlediği tarihsel bir dönemden geçiyor. Bu anlamda önümüzde; siyasal bakımdan sert ve demokratik değişim yolları tıkanırsa, toplumun canını yakabilecek bir süreç bulunuyor.
Bugün yaşanan çatışma ve gerilimlerin esas olarak kaynağını, toplumun geçen yüzyılda yarım bıraktığı tarihsel hesaplaşma oluşturuyor. Çok açık ki; Ortaçağ kurumlarıyla hesaplaşmasını bitirememiş, dinin eleştirisini tamamlayamamış bir toplumun gerçek anlamda aydınlanması, modernleşmesi ve bu anlamda demokratikleşmesi imkânsızdır. Dahası, kapitalizmin gerçek anlamda bir eleştirisinin geliştirilmesi bile mümkün değidir. İleri sanayi ülkesi olmasa da sanayileşmiş bir ülke sayabileceğimiz Türkiye’nin, bu hesaplaşmayı tamamlamadan yeni (bu) yüzyılda yoluna devam etmesi çok zordur.
Diğer taraftan Türkiye, cumhuriyet burjuvazisinin önemli bir bölümü ile emekçilerin, laik milliyetçi ve merkez sağ çevreler ile merkez solun, cumhuriyetçiler ile sosyalistlerin asgari taleplerinin bir ölçüde örtüştüğü; tarihte örneğine az rastlanan ilginç bir dönemden geçiyor. Bu durum ülkenin ilerici ve devrimci güçleri için hem büyük ve benzersiz bir olanak sunuyor hem de bir dizi ideolojik ve politik savrulma riski taşıyor.
Bu dönemde devlete egemen olan siyasal İslamcı hareket, dar dinci (şeriatçı) programını uygulamaya ve rejimi dönüştürmeye yöneldikçe, egemen sınıf ve güçler arasındaki ortak zeminlerin de imha olmasına yol açtı. Daha doğrusu bu zemini taammüden yıktı. Bu anlamda, eski ya da geleneksel iktidar blokunun büyük ölçüde dağıldığını saptayabiliriz. Buna karşılık AKP iktidarı yeni bir iktidar bileşimi de oluşturamadı. Bir yağma ve talan düzeni, ganimet kapitalizmi oluştu. Ülke kaynakları tükendi.
Muhalefet çevrelerinin büyük aymazlığı, beceriksizliği ve korkuları nedeniyle İslamcı hareket ciddi bir direnişle karşılaşmadan Cumhuriyet’i imha etmeyi başarmasına karşın, yeni bir düzen ve rejim kuramadı. Buna bilgisi, birikimi, görgüsü, insan kaynakları, tarihsel kökleri, siyasal ve maddi gücü yetmedi. Toplum, siyasal bir önderlikten yoksun olsa da direndi. Bu durum, derinleşerek devam eden kültürel, ideolojik ve toplumsal gerilimin başlıca kaynağını oluşturdu. İslamcı iktidar, bu gerilim derinleştikçe ülkeyi yönetemez hale geldi.
YENİ OSMANLICI İDDİA ÇÖKTÜ
Öte yandan; AKP’yi iktidara getiren iç ve dış dinamiklerde de 2015’ten itibaren büyük bir değişim yaşanmaya başladı. AKP, Suriye başta olmak üzere, izlediği Ortadoğu siyasetinde yenilgiye uğradı. Yeni Osmanlıcı siyasal-kültürel iddia dramatik şekilde çöktü. Ancak, tablo genel çizgileriyle böyle olmakla birlikte, İslamcı faşist koalisyon esas olarak iç dinamikleri (din istismarı üzerinden kontrol etmeyi sürdürdüğü –daralsa da- toplumsal tabanı) ve bölge jeopolitiğini değerlendirerek (Rusya ve gerici Arap rejimleri ile ilişkiler) iktidar ömrünü uzatmayı başardı. Dahası, İslamo-faşist blok, rejim değişikliğini tamamlama, ülkeyi öngördükleri siyasal hedeflere taşıma ısrarını sürdürdü. Bu ısrar tarihsel ve toplumsal gerilimi daha da derinleştirdi.
Erdoğan-AKP iktidarı, 2015’ten beri sermaye sınıfı dahil, egemen güçlerin ortak çıkarlarını temsil eden bir siyasal hareket olma yeteneğini yitirdi. Bu zemini de, tarihsel hedefleri nedeniyle ve kaçınılmaz olarak imha etti. AKP, egemen güçler içinde dar bir klik örgütlenmesine, sermaye içi bir fraksiyona dönüştü. Dinci-muhafazakar bir oligarşi oluştu.
Dinci muhafazakar oligarşi; İslamcı bir liderlik etrafında birleşmiş yeni/yandaş zenginler zümresi, gerici siyaset sınıfı, bu sınıfla bütünleşen yeni üst bürokrasi ile tarikat-cemaat ileri gelenlerinden (ulema ve udeba) oluşan bir azınlık iktidarıdır. Deyim uygunsa ülkeye çöken bir oligarşi.
Bu sancılı ve çatışmalı sürecin belli bir aşamasından itibaren (2013/15 sonrası diyebiliriz) Erdoğan-AKP iktidarı ile geleneksel büyük burjuvazinin önemli kesimi arasında (yeni zenginleşen muhafazakar-İslamcı sermaye değil) bir yön ve program farklılaşması da ortaya çıktı. Bu farklılaşma, hemen hemen aynı dönemde -daha önce bütün kirli işlerini gördüğü- Batı ile de yaşanmaya başladı. AKP, geleneksel sermaye çevreleri ve Batı bakımından misyonunu (görevini) tamamladığı halde, istense de iktidarı bırakmadı. Dahası, “kutlu dava” dediği siyasal ve ideolojik hedeflerine ulaşmak için sistemi açıkça zorlamaya yöneldi. Sinsi ve iki yüzlü bir strateji uygulayan, takiye yapmayı ve örgütlü yalanı etkili bir siyaset tarzı olarak kullanan AKP iktidarı, bu yolda önemli bir başarı da kazandı.
SOSYALİSTLER VE CUMHURİYETÇİLER
Ancak, karşı devrim sürecinin diyalektiği, muhalefet partilerinin bütün beceriksizliklerine karşın, giderek genişleyen ve kararlılık kazanan etkili bir muhalefetin gelişmesini de beraberinde getirdi.
Gel gelelim, adil ve demokratik olmayan koşullara karşın yerel seçimlerde (31 Mart 2024) yenilgiye uğrayan AKP ve ortakları, hala ellerinde tuttukları merkezi iktidar ve devlet gücüyle, geleneksel sermaye çevrelerini ve Batı’yı yeniden işbirliğine zorlamayı sürdürdü. Ancak, bu iktidar stratejisi diğer bütün seçeneklerin tükendiği durumlarda geçerliydi. Oysa, geleneksel sermaye çevreleri bakımından düzenin sınırlarını zorlamayan bir seçenek oluşturma arayışı genişleyerek devam ediyordu.
Yukarıda çizmeye çalıştığım teorik-politik çerçevenin mantıksal sonucu olarak; geleceği yeniden kurma mücadelesinde anlamlı bir rol oynamak ve devrimci-sosyalist hareketi yeniden kitlesel bir güç haline getirmek için, geniş cumhuriyetçi kesimlerle buluşmak zorunludur. Solun etkin bir bileşeni olduğu, toplumun ilerici entelektüel birikiminin yeniden harekete geçirildiği, ideolojik ve kültürel mücadeleyi önceleyen bir “Cumhuriyetçi Cephe” oluşturmak, demokratik, aydınlanmacı ve eşitlikçi geleceği inşa etmek için yaşamsal bir gerekliliktir. Bu gelecek inşasında solun da katkısını koyması, bu stratejik adımın atılmasına büyük ölçüde bağlıdır. İlerici Kürt hareketi ile ilişkiler de bu bağlamda ele alınmalıdır. İhtiyacımız olan şey özgüven ve cesarettir.
Siyasal İslamcılığın bütün dünyada yüz kızartıcı şekilde iflas ettiği bir dönemde, Türkiye’de başarılı olması için bir neden bulunmuyor. Ancak, unutulmamalıdır ki, emperyalist güç merkezleri ve geleneksel büyük sermaye çevreleri istemiyor diye, bir siyasal iktidar kendiliğinden ve otomatik olarak sonlanmıyor. Kaba ve indirgemeci (buna ekonomist de diyebiliriz) Marksist yaklaşımların aksine, hiçbir siyasal ve iktisadi gücün önsel olarak böyle (belirleyici) bir kral iradesi ve imparator otoritesi bulunmuyor. AKP iktidarının siyasal ömrünün bu kadar uzamasının nedeni de budur.
Türkiye, cumhuriyet devrimini yeni bir yorum ve yaklaşımla, örneğin eşitlikçi bir perspektifle tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal hedeflerine ulaştıramaz, başka bir anlatımla onu yeniden kuramaz ise, İslamo-faşist bir rejime dönüşmesi, -kaçınılmaz demesek bile- en güçlü olasılıktır. İslamcı iktidarının tarihsel ve siyasal ömrünü uzatacak tek şey, muhalefetin beceriksizlikleri, ideolojik ve siyasal hataları olacaktır. Buna izin vermeyelim.