ABC Politik

Analiz

Endüstrileşmiş Ahlaksızlık ve İnsani Değerler

Endüstrileşmiş Ahlaksızlık ve İnsani Değerler
Email :

ENDÜSTRİLEŞMİŞ AHLAKSIZLIK VE İNSANİ DEĞERLERE

Toplumumuzda 1980’lerden sonra ahlaki çürümeye ilişkin şikayetler gittikçe artmıştı. Ama ahlaksızlık artık endüstrileşmiştir ve artarak devam etmektedir. Hem de tam anlamıyla.

Sadece genel yaygın bir durum değildir toplumumuzda. Ahlaksızlık artık para etmektedir. İstenen, arzulanan ve gerekirse pazarlanabilen bir yetenek olmuştur. Bir kişi hakkında bir dedikodu yayılacak. Elbette. Yeter ki karşılığı verilsin. Birine iftira mı çalınacak. Tabii ki. Yeter ki karşılığında istenen meblağa ödensin. Birisi hakkında bir karalama kampanyası mı yürütülecek. Hiç kuşkusuz, hemen. Yeter ki gerekli peşinat ödensin ve gerisi için de gerekli teminat verilsin.

Öyleyse ahlaksızlık artık ‘alan memnun, satan memnun’ meselesi; ‘al gülüm, ver gülüm’ konusu olmuştur. Yeter ki ‘cash’ işlesin, yeter ki nakit masanın üstüne konsun. Ahlaksızlık her şey gibi metalaşmıştır ve her şey gibi alınıp satılır hale gelmiştir. Ahlaksızlık kâr getiren bir ticaret nesnesine dönüşmüştür.

AHLAKSIZLIK METALAŞMIŞTIR

Bir şeyin metalaşması ona olan ihtiyaca işaret eder. Bu bakımdan modern toplumun gelinen aşamasında ahlaksızlık, öyle görünüyor ki çok yaygınlaşan ve piyasa değeri olan bir ‘kara ticaret’ konusu olmuştur.

Modern toplum, bilindiği gibi bir piyasa ve dolayısıyla rekabet toplumudur. Ünlü filozof Hegel, “burjuva toplumu” olarak tanımladığı piyasaları bir dipsiz bir kuyu olarak belirliyor. Hegel’e göre, dipsiz kuyuda kurulan ilişkilerin niteliği karşılıklı bir hiçleştirme ilişkisidir. Buna göre, “Burjuva toplumunda herkes kendisine amaç, başka her şey kendisi açısından hiçbir şeydir.” Eş deyişle piyasalarda birbirimizle kuruduğumuz ilişkilerde kendimizi mutlaklaştırırız. Başka her şeyi bir hiç, başka herkesi basitçe hiç değerinde varlıklar olarak görürüz.

Piyasaların yapısı ilişkileri herkesin iradesinden bağımsız olarak bu şekilde belirler. Rekabet, Thomas Hobbes’tan beri bildiğimiz üzere güçler çatışmasıdır. Adam Smith, alışveriş ilişkilerini karşılıklı hükmetme, karşılıklı tahakküm ilişkisi olarak tanımlar. Halk arasında da zaten “alım gücünden” bahsedilir. Hatta insanlar alım güçlerini bir gurur konusu olarak temaşaya dahi sunarlar. Piyasa ilişkilerinin bu şekilde karşılıklı bir güçler savaşı olarak tanımlanmasından hareketle ‘ekonomik ilişkiler politik ilişkilerdir’ demiştir. Rekabette güçlü ve kurnaz olan kazanıyor, akıllı, dürüst, zeki ve ahlaklı olan değil.

Diğer bir deyişle nasıl ki savaşta adil olmak bir erdem değil ise, piyasa ilişkilerinde, yani rekabet ve güç ilişkilerinde de ahlaklılık erdem değildir. Piyasa ilişkilerinde en yüce erdem ahlaksızlıktır. Piyasalar sürekli çürümüş insan ve toplum ilişkileri ürettiği için, Friedrich Engels’in deyimiyle insanı insanlıktan çıkarırlar adeta.

“ÖRGÜTLÜ KÖTÜLÜK”

Ahlaksızlık erdemi iş hayatımızda, kurumlarda, sendikalarda, derneklerde partilerde en yaygın olarak karşılaşılan olgudur çağımızda. Yetenek, beceri, zekâ, etkinlik ve nüfuz bakımından daha üstün olduğuna inanılan insanların “hakkından gelmek” için ahlaksızlar kötülüklerini örgütlü hale getirirler. Bu nedenle onların oluşturduğu çevre için “örgütlü kötülük” denir. Örgütlü kötülük bugün en yaygın bulaşıcı ahlaki hastalıktır. Örgütlü kötülük postmodern ilkeyle çalışır. Her duruma ve gereklere hemen uyar ve kendisini hep asıl olduğunun zıddı gibi, yani kötü değil, iyi, çirkin değil, güzel, bencil değil, yardımsever, yalancı değil, dürüst gibi göstermeye çalışır.

Örgütlü kötülük toplumumuzda öyle bir safhaya ulaşmıştır ki bugün; bundan artık endüstrileşmiş bir durum olarak bahsetmek hiç yanlış olmayacaktır. Zira kötülük yapmayı ücretli meslek haline getirmiş yaygın bir kesim vardır.
Bu nedenle ahlaksızlık endüstrileşmiştir derken, kötülüğün yalnızca yaygınlığına ve örgütlülüğüne dikkat çekmek istemiyorum; bununla örgütlü ahlaksızlığın aynı zamanda artık bir gelir kaynağı ve ticaret nesnesi olduğunu da vurgulamak istiyorum. Kötülük artık pazarlanmak üzere “değer” üretiyor ve bunun için borsa kuruyor. Örgütlü ahlaksızlığın bir cinsiyeti yoktur. Yerine göre erkekliği de kullanılıyor kadınlığı da; sağcılığı da kullanılıyor solculuğu da; en “basit” kişilerden en yüksek unvana ve mertebeye sahip kişileri de kullanıyor; en alttaki mevkileri de kullanıyor, en yukarıdaki mevkileri de.

Örgütlü kötülük her tarafta, ahlaksızlık bir zanaat haline gelmiştir. Sıklıkla en masum ve en dürüst sandığımız kişiler çıkabiliyor kurulmuş bir tezgâhın ardından. En saf ve en temiz sandığınız bir kişi karşınıza iftiracı olarak dikilebiliyor. Entrikalarla dolu yaşam dünyamızda kötülüğün alıcısı çoktur ve herkesi ayartmaya çalışır.
Ahlaksızlığın örgütlü bir şekilde yaygın olduğu dünyada aklı nasıl koruyacağız, gerçeği nasıl bulup takip edeceğiz? Bu sorunun tek bir yanıtı vardır. Yöntemsel şüpheci bir yaklaşımı her daim bir tutum olarak geliştirmek yapılması gereken ilk şeydir. René Descartes bu konuda bugün bize en çok lazım olandır. “Düşünüyorum, o halde varım” düsturu, bilgi kirliliğinin her tarafta olduğu ve kendisini gerçekmiş gibi göstermeye çalıştığı, manipülasyonların, hileciliğin, yalanın, dolanın, sahtekârlığın gırla gittiği günümüzde en iyi düşünsel panzehridir. Düşünürken, fikir oluştururken, karar verirken, hep gerçek olgulara ve gerçek verilere dayanmak, iyi niyetimizin ve samimiyetimizin kötüye kullanılma tehlikesine karşı mümkün tek doğru yoldur.

“POSTTRUTH DÜNYA” YALANI

Gerçek olgulara ve verilere dayanmak tek çaredir, çünkü bugün artık dünya siyasetinin açıkça ve resmi olarak başvurduğu “posttruth dünya” yalanın gerçekmiş gibi gösterildiği dünyadır. Sözün bir kadri kıymeti kalmamıştır artık. Bu durum, tam da Hobbes’un herkesin herkese karşı savaş yürüttüğü durum için betimlediği durumu andırmaktadır. Zira savaş durumunda sözün kıymeti kalamaz, söze güven olmaz.

Emeklilik yaşına gelmiş bir akademisyenin dahi, hatta gerçeğin peşinde olduğunu iddia eden sözüm ona bir felsefe profesörlerinin bile yüzü kızarmadan yalan söyleyebildiği, dedikodu yapabildiği, çıkarı için gerekirse her şeyini ticaret nesnesi yapabildiği, herkesi feda edebildiği, yaygın tabir ile “satabildiği” bir dünyada yaşıyoruz artık. Gerçek insani değerler tüm dünyada gittikçe daha çok değersizleştiriliyor, hiçleştiriliyor. Ve bu gelişmeler Almanya’da Nazizm’in iktidara geldiği, İkinci Dünya Savaşı’na ön gelen evrede gözlemlenen ve yaşanan gelişmelere çok benziyor.

Bu nedenle zaman, insani değerlere dört elle daha çok sarılma zamanıdır.