Karl Marx, Ebedi Barış, Ütopyanın Bilimselleşmesi ve Gerçekleşmesi

Marx, ütopyayı ortadan kaldırmak yerine, onu gerçeklik ile bütünleştirmenin, yani ona geçerlilik kazandırmanın yollarını ve koşullarını araştırır.

Ernst Bloch’a göre, ütopyanın bilimselleşmesinde Marx’ın Das Kapital adlı eseri yeni bir başlangıçtır. Diyalektik yönteme göre başlangıç bir şeyin başlangıcıdır, çünkü başka bir şeyin sonucudur. Ütopik sosyalistler, Aydınlanmacılık ile Marx arasında bir nevi geçiş işlevi görürler. Değişimin yegâne yöntemi olarak eğitime işaret etmekle büyük aydınlanmacı mirası sürdürürler.

Emek ve mülkiyet odaklı düşünüyor olmaları ve kolektif mülkiyetçi bir toplum modelini gerçekleştirme çabaları bakımında Marx’ta kapsanırlar. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesi’ni eleştirirken, onun ücretli emek konusunda ekonomi politikçilerin bakış açısını üstlendiğini, yani ücretli emek kurumunun geçerliliğinden hareket ettiğini belirtir. Bu bakımdan Aydınlanmacılığın doruk noktası ve aynı zamanda eleştirisi olan Hegel tüm aydınlanmacı filozofların bakış açısını yansıtır. Hegel, yoksulluk problemini ele alıp eleştirdiği yerlerde dahi ‘ücretli emek’ kurumunu herhangi ilkesel bir eleştiriye tabii tutmaz. Fakat ütopik sosyalistler ücretli emek sisteminin köklü bir eleştirisinden hareket ederler. Ücretli emek, insanının tüm motivasyonlarını kırdığı için sadece itici değildir, Owen’in açıkça ifade ettiği gibi insanı sermaye karşısında aynı zamanda köleleştirmektedir. Onların aydınlanmacı felsefi bakışı aşan bu eleştirisi Marx’ın ücretli emek kurumuna karşı eleştirel yaklaşımı açısından temel hareket noktasıdır.

Marx’ın eserine bu tarihsel önemi kazandıran, onun 16. yüzyılda Morus ile başlayan ve 19. yüzyılda Owen, Fourier ve Saint-Simon’un eserleri ve ütopyacı denemeleriyle doruk noktasına ulaşan ütopyacıların aksine bütün bilimsel çabasını, Şeyh Beddrettin’e atfedilen ‘yârin yanağından gayrı her şeyde beraber’ sözlerinde dile getirdiği gibi, tüm ütopyacıların barışçıl toplum arzusunu, başka bir deyişle sosyalizmin tarihte ilk defa gerçeklik olabileceğini, kapitalist toplumun iç ilişkilerinin ve çelişkilerinin analiziyle göstermeye yöneltmesidir. Bundan dolayı Marx, sıklıkla iddia edildiğinin aksine ütopyayı ortadan kaldırmak yerine, onu gerçeklik ile bütünleştirmenin, yani ona geçerlilik kazandırmanın yollarını ve koşullarını araştırır.

Marx’ın erken yazılarından itibaren burjuva toplumunu insanlığın üretim araçları karşısında konumlarına bağlı olarak çıkarlarına dayalı olarak çelişkilerle ve kavgalarla dolu son toplum biçimi olarak alması bir rastlantı değildir. Modern çağda barış kavramını tartışmak, insanlığın içbarışını tartışmak anlamına gelmektedir ve Marx barış ile her zaman insanlığın içbarışını kastetmektedir.

Modern çağ ile birlikte mekânının sınırsız ve zamanının sonsuz olarak kavranması ve kurgulanabilmesi, barış ütopyasının dünyevi olarak düşünülebilmesini ve gerçekleşmesi için ebedi barışın öznesinin ve araçların neler olabileceğinin açıkça görülmesini mümkün kılmıştır. Friedrich Engels’in, dayandığı gözlem ve veriler dikkate alınmadan son yıllarda sıklıkla eleştirilen ‘sosyalizm bilimselleşmiştir’ belirlemesi, modern çağda yaşanan tüm coğrafik, toplumsal, bilimsel ve teknolojik vs. tüm gelişmelerin sonucu olarak Marx ile tarih felsefesi çerçevesinde geleceğin toplumu üzerine düşünmenin bilimsel araçlarının geliştirilmiş olmasına işaret etmektedir.

Marx ve Engels, Komunist Meanifesto’yu yazarken amaçları, sanki bir “hayalet” gibi dolaşan komünizmin karşısına komünizmin kavramını koymaktır. Sınıflı toplumlar tarihi bir sınıf savaşları tarihi olarak ortaya konduktan sonra modern toplum her yönüyle bir savaş toplumu olarak sunuluyor. Sınıfların, kuşakların, cinsiyetlerin, halkların birbirine karşı savaşmak zorunda bırakıldığı bir toplumdur kapitalist toplum. Ondan da öte kapitalist toplum kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan krizler sonucu yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalınca ömrünü uzatmak için savaşa başvuran toplum biçimidir kapitalizm. Savaş her şeyden önce bir hareket biçimidir. Kendisinde birçok farklı, zaman zaman ilk bakışta birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen sayısız eylemlerden oluşan bu hareket formunun niteliği her bakımdan, tüm müdahiller, doğa, diğer canlılar, kültür, uygarlık ve elbette akla dayalı düşünme yöntemi açısından yıkıcı olmasıdır. Bu kadar ağır sonuçları olan savaşların keyfi olarak çıkarılması mümkün değildir. Savaşçı düşünme tarzı, ne kadar rasyonel görünürse görünsün, amacı, araçları ve sonucu her bakımdan yıkıcı olduğu için hastalıklı bir düşünme tarzıdır. Öyleyse savaşlar kapitalist toplumda insan yaşamı için zorunlu olan toplumsal hareketlerin birikmesi sonucu olarak çıkmaktadır. Bu hareketler ontolojik boyutuyla üretimi ve tüketimi ilgilendiren zorunluluk ve etik ve estetik boyutuyla kendini gerçekleştirmeyi kapsayan özgürlük hareketleridir. Kapitalist çağda savaş deyince tüm bu alanları kapsayan total bir savaştan hareket etmek gerekir. Marx’ın eserlerinde tüm bu alanlarda, yani onun tabiri ile “zorunluluk uygarlığı”nın ve “özgürlük uygarlığı”nın tüm alanlarda barışın hangi temel ilkelere dayalı kalıcı bir şekilde gerçekleştirilebileceğine ilişkin geliştirmiş olduğu önermeler bulunmaktadır.

Marx’ın üretim alanına, yani toplumsal varlığın ontolojik alanına (“zorunluluk uygarlığı”na) ilişkin üzerinde edebi barışın inşa edilmesini önerdiği ilke “Herkes kendi yeteneklerine göre, herkese kendi gereksinimlerine göre!” Marx (ve Engels) savaşın kaynağı olan tüm çelişkilerin merkezine belirleyici çelişki olarak sınıf çelişkisini koyar. Üretimin toplumsal olmasına rağmen üretim araçlarının özel mülkiyet olmasının neden olduğu ‘sınıf savaşı’ ancak üretim araçlarının da toplumsallaştırılmasıyla son bulabilecektir. Sınıf savaşının son bulması, kuşaklar arası, cinsiyetler arası, kültürler arası, halklar arası, tabakalaşmanın kaynağı olan kafa ve kol emeği arasındaki çelişkinin çözülmesi ve nihayet bireyler arası savaşların giderek çözülmesinin ve insanlığın iç barışının nihayet gerçekleşmesinin yolunu açacaktır.

Marx yukarıda aktardığım önermesinde toplumsal ilerlemenin özgür ve gönüllü birliğinin ifadesi olan “komünizmin daha gelişkin bir aşamasında” ahlaki bilinç ve sorumluluk ile karar verip davrandığı toplumda bireyin toplumsal üretime katkısı ve toplumsal üründen alacağı payın ilkenin ne olması gerektiğine dair tutumunu belirtiyor. Marx’ın hareket ettiği ilke, her bireyin yeteneklerinin ve gereksinimlerinin farklı olduğudur. Dolayısıyla üretim ve tüketim, eş deyişle hâlihazırda zorunluluk alanı planlanırken tüm bireysel farkların temel alınması gerekmektedir. Bireysel farkların temel alınması, bireysel özgürlüklerin zorunluluk uygarlığı olan üretim ve tüketimde gerçekleşmesi için gerekli örgütlenmeyi kalıcı olarak gerçekleştirmek gerektiğinden başka bir anlama gelmektedir.

Marx, “özgürlük uygarlığı”nı bir zorunluluk uygarlığı olan üretim alanının ötesinde konumlandırmaktadır. Zorunluluk uygarlığı, toplumsal varlığın ontolojik alanı olduğu için insanının iradesini üretimin tüm zorunlu koşullarına tabi kılmak zorunda olduğu alandır. Buna karşın özgürlük uygarlığı, insanının kendisini her bakımdan insan olarak gösterebildiği, istemine göre eyleyebildiği, kendisini tüm yaratıcığıyla ortaya koyabildiği alandır. Marx bunu, Engels ile beraber kaleme aldıkları Alman İdeolojisi adlı eserlerinde şimdiye kadar bir türlü anlamlandırılamayan ve bazen sanki ‘deli saçması’ olarak görülen ütopik yaşam betimlemesinde en çarpıcı bir şekilde ifade eder. Önce Marx’ın özgürlük uygarlığı için geliştirmiş olduğu ilkesel önermesine yakından bakalım ve sonra Alman İdeolojisi’nden işaret ettiğim pasaja dönelim. Şöyle diyorlar Marx ve Engels Komünist Manifesto’da: “Sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, her birinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.” Burada burjuva toplumunun sınıflı yapısına dayalı çelişki dolu bütünlükten yoksun oluşumun yerini toplumun her bir ferdinin özgürlüğünün herkesin özgürlüğünün koşulu olduğu anlam dolu bir birlik (Assoziation) geçecek diyor.

Marx ve Engels burada geleceğe ilişkin temellendirilmiş tarihsel bir öngörüde bulunuyorlar.

* Buna göre gereksinimlerini gidermek için bireyin yeteneğine bağlı olarak yükümlülüğünün vurgulandığı yukarıda aktardığım önermeden farklı olarak burada aktardığım önermede herkes her birinin özgür gelişimi konusunda yükümlü kılınmaktadır. Diğer bir deyişle yukarıda aktardığım zorunluluk uygarlığına dair önermede bireyin istemi genelin istemi dolayısıyla koşullanırken özgürlük uygarlığına dair aşağıda aktardığım önermede genelin istemi bireyim istemi dolayısıyla koşullanmaktadır. Fakat her iki alanda da farklı biçimde olmakla birlikte özgürlük ilkesi geçerlidir. Marx’a (ve Engels’e) göre, yeryüzünde insanlık çapında temeldeki en basit ilişkiden en gelişkin ilişkilere kadar ilişkilerin tüm alanlarında kalıcı barışın sağlanmasının koşulu, bu iki ilkenin gerçekleşmesidir. İnsanlığın iç ilişkileri barışçıl bir şekilde düzenlenebildiği oranda insanın doğa ve diğer canlılarla olan ilişkisi de giderek daha uyumlu olacaktır.

* İşte, Engels’in ‘sosyalizm ütopyadan bilme gelişmiştir’ demesinin nedeni, onların burada söz konusu olan öngörüde bulunma yöntemi ile ilgilidir. Buna göre olması gereken potansiyel olarak olanın içine yerleştirilmiştir ve olan geliştikçe gelişip aktüelleşmektedir. Hegelci diyalektikten materyalist anlamda devralınan bakış açısı budur. Gelecek öngörüsü bundan böyle basit bir şekilde bir inanç olarak değil, mevcut durumda aktüel ve potansiyel olanının bilgisine dayandırılmış, yani bilimsel olarak temellendirilmiş önermedir.