Türkiye, siyasal İslamcı iktidarın baskıyı artırdığı, muhalefeti sindirme girişimlerini yoğunlaştırdığı ve yeni bir rejim inşası için hızlandığı kritik bir döneme girdi. Kayyum atamalarıyla yerel yönetimlere müdahale, gazetecilere yönelik baskılar ve CHP’li belediyelerle yürütülen polemiklerin yanı sıra İmralı üzerinden yürütülen süreç, iktidarın siyasi ömrünü uzatma planının bir parçası olarak değerlendiriliyor. TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ Birgün Pazar'dan Yusuf Tuna Koç'a  verdiği söyleşide Türkiye’nin içinden geçtiği bu sancılı süreci ve muhalefetin durumunu anlattı. 

Hızlı bir haftadan geçtik. Kayyumlar, gazetecilere yönelik baskılar, CHP’li belediyelerle giden polemikler, öbür yandan da Öcalan ile yürütülen süreç var. Bu süreci nasıl yorumluyorsunuz? 

Merdan Yanardağ: Türkiye pasif bir karşıdevrim ya da darbe sürecinin sonuçlarını yaşıyor. Rejim değişikliğini tamamlamaya çalışan siyasal İslamcı iktidar, toplumsal ve entelektüel direnişi kıramamanın, içi boşaltılarak bir kabuk haline getirilse bile Cumhuriyetin beklenenden de dayanıklı çıkmasının bir sonucu olarak, geç kalma telaşını yaşıyor. Bu nedenle siyasal baskıyı artırıyor, bütünüyle egemen olduğu devletin şiddet aygıtlarını harekete geçiriyor.

İslamcı-faşist karşıdevrim ya da darbe süreci, Doğu toplumlarına özgü nitelikler taşıyor. AKP iktidarı, Türkiye’yi de İslam dünyasının devam eden büyük ortaçağının içine çekmeye, böylece yerleştirmeye çalıştığı rejimin sürdürülebilmesini garantilemek istiyor. Diğer taraftan Soğuk Savaş sonrasının emperyalist ya da aynı anlama gelmek üzere, Atlantikçi siyaset planlanmasının da tamamlanması amaçlanıyor. Çünkü bu Neo-Con siyaset planlaması; İslam dünyasında aykırı bir örnek oluşturan, dolayısıyla emperyalizmin (özellikle ABD’nin) küresel hegemonya siyasetinin önünde bir arıza yaratan, laik, aydınlanmacı ve fakat Müslüman bir cumhuriyet ve toplum modelini ortadan kaldırmayı hâlâ siyasetinin eksenlerinden biri olarak koruyor.

Ancak, İslamcı iktidar Cumhuriyetin tüm kurumlarının imha etmesine karşın henüz yeni bir rejim kurulabilmiş değil. İslamcı hareket kendi rejimini kurmak için gerekli birikime, donanıma, müktesebata, insan kaynaklarına ve tarihsel meşruiyete sahip olmadığını acı bir şekilde görüyor. Uzun iktidar yıllarını bir yağma ve talan düzeni kurarak gelecekteki rejiminin sınıfsal dayanaklarını oluşturmak için harcayan iktidarın gücü büyük ölçüde tükenmiş görünüyor. Bu nedenle –tarihsel fırsatı kaçırma telaşıyla– saldırganlaşıyor. Muhafazakâr-İslamcı oligarşi, tarihin doğasına ve insanlığın ilerici birikimine karşı savaşıyor. Rüküş ve müstehcen bir profil sergiliyor. Hırçınlaşmasının nedeni budur.

Türkiye bu toplu durumun yarattığı gerilim içinde deviniyor. Çok katlı bir krizin içine sürükleniyor. Bu bağlamda Türkiye’nin tarihsel bir kavşakta durduğunu söyleyebiliriz. Toplum ve ülke yön duygusunu yitirmiş durumda. Öyle ki, toplum ya orta çağ değerler dünyasına sürüklenerek –ki bu olasılık zor olsa da imkânsız değildir– bir İslamo-faşist diktatörlüğe teslim olacak ya da yeniden aydınlanmacı, halkçı-kamucu, laik ve demokratik bir yola girecek. Büyük siyasal-toplumsal bölünme ve kavga bu alandadır. İşte bu nedenle, bütün rejim değişikliklerinde olduğu gibi, mücadele esas olarak ideolojik-kültürel bir zeminde ilerliyor. Ekonomik ve sınıfsal talepler erteleniyor, sınıf mücadelesi ideolojik ve kültürel bir dolayım üzerinden gelişiyor.

Bu tarihsel kavganın daha tuhaf tarafı ise, İslamcı iktidarın peşinden sürüklenen toplum kesimlerinin önemli bir bölümünün kendilerini nasıl bir geleceğin beklediğinin pek farkında olmamalarıdır. Bir toplumsal bilinç tutulması yaşanıyor.

Türkiye’nin bu tarihsel çatalda hangi yola gireceğini biz, daha doğru bir ifade cumhuriyetçi toplum kesimleri, ilerici, demokratik, yurtsever ve sol siyasal güçler belirleyecek. Daha geniş anlamda ülkenin hangi yöne evrileceğini toplumsal mücadele tayin edecek. Yoksulların, işçi sınıfı ve emekçilerin bu mücadeleye kazanılması bu bağlamda önem taşıyor.

İktidarın rejim değişikliğini tamamlamak için en az iki dönem daha ek süreye ihtiyacı olduğu anlaşılıyor. Bu amaçla Erdoğan’ın önünü açabilecek bir anayasal düzenleme yapılmak isteniyor. Bu süre içinde de siyasal zor aygıtları kullanılarak muhalefet paralize edilmeye çalışılıyor. Devlet Bahçeli üzerinden başlatılmak istenen İmralı süreci de bu bağlamda anlam kazanıyor. Amacın, Kürt siyasal hareketini demokratik muhalefet blokundan koparmak olduğu gün gibi ortada duruyor.

İKTİDAR RIZA KRİZİ YAŞIYOR

İslamcı-faşizan iktidar, 22 yıllık bir dönemden sonra artık toplumdan yeni bir siyasal rıza ve ideolojik onay üretemediği için devletin baskı aygıtlarını harekete geçirmiş durumda. Ancak, asgari bir toplumsal onaya/kabule dayanmayan hiçbir baskıcı rejimin ayakta kalması mümkün değil. AKP-MHP koalisyonunun siyasal ve tarihsel ömrünü uzatmak amacıyla, Erdoğan yönetiminin, ömrünü uzatmak için, Naomi Klein’in “Şok Doktrini” dediği yöntemi kullanmaya yöneldiği görülüyor. Ülkede toplumun olup biteni algılamasını giderek imkânsızlaştıracak şekilde üst üste gelen “şok” dalgaları yaratılıyor. Güvenlik ve istikrar kaygısı her şeyin önüne geçirilmek isteniyor. Her gün yapılan polis-adliye operasyonları bu bağlamda anlam kazanıyor. Toplum, üzerinde “şok” etkisi yaratan bir dizi kriz ve iktidar operasyou ile bir belirsizlik ortamına ve korku iklimine sürükleniyor. Suriye’deki rejim değişikliğini bir güç kaynağı olarak kullanmaya çalışan iktidar, Filistin gerilimini de kullanarak ülkenin bir “beka” sorunuyla yüz yüze olduğu algısını yerleştirmeye, böylece kendisinden uzaklaşan yığınları güvenlik kaygısıyla bir kez daha devleti temsil eden Erdoğan-AKP yönetimine yaklaştırmayı hedefliyor. Yine bu amaçla, en büyük muhalefet gücü olan CHP’yi itibarsızlaştırmaya, muhalefet belediyelerinin de temiz olmadığı ve yolsuzluk yaptığı algısını oluşturmayı deniyor.

Özetle; Türkiye, sert, çatışmalı ve sancılı bir döneme girmiş bulunuyor. Baskıyı artıracaklar. Ellerinde başka bir seçenek yok. Çünkü derin bir ekonomik kriz ve bu krize eşlik eden bir toplumsal ve siyasal sıkışma yaşanıyor. Bölgesel ve küresel ölçekte yaşanan krizle de üst üste gelen bu sıkışma, Türkiye’yi daha baskıcı, totaliter bir rejime doğru sürüklüyor. Baskı ve siyasal şiddet kullanarak, muhalefetin paralyze edileceği ve iktidar ömrünün uzatılacağı varsayılıyor. Yukarıda da değindiğim gibi, İmralı üzerinden geliştirilmeye çalışılan yeni “çözüm” girişimi de bu tablo içinde anlam kazanıyor. Çünkü demokratik muhalefet bloğu parçalanmadan, AKP-MHP iktidarının bir kez daha başarması mümkün değil. Bunun yolu da Kürt siyasal hareketini  demokratik muhalefet blokundan koparmaktan geçiyor.

İlkinde (2008-15) ihanete uğrayarak dramatik bir şekilde sonuçlanan süreç, ikincisinde ise trajikomik biçimde ve fakat daha büyük bir yıkım yaratarak bitecek diye düşünüyorum. Hiçbir güvencesi, yasal dayanağı olmayan, bir plana ve programa dayanmayan, tek ölçüsü AKP iktidarının siyasi ömrünü uzatmak olan bu projenin yeni bir ihanet ve başarısızlıkla sonuçlanacağı açık. Çünkü, bu ülkede Kürt sorununun demokratik, eşitlikçi ve onurlu bir şekilde çözümü, gericilik ve faşizmle olmaz. Çözümün sosyal temeli, cumhuriyetçi ve ilerici toplum kesimleridir.

EN GENİŞ MUHALEFET BLOĞU MECBURİYETTİR

Bir kez daha altını çizerek belirtmek istiyorum; yukarıda özetlediğim çerçeveyi esas alırsak, Türkiye’nin daha baskıcı, çatışmalı ve gerilimli bir döneme girdiği açık. Buna karşı yapılabilecek şey, Türkiye’de demokratik muhalefet güçlerinin birliğini sağlamak, ideolojik-kültürel mücadeleyi de önceleyen bir siyasal kavgayı yürütecek kuvvetleri toparlayarak etkili bir tarihsel karşı hamle yapmaktır. Bundan geri çekilmek, uzlaşma, normalleşme girişimlerini sürdürmek başarısızlıkla sonuçlanacak ve iktidara hizmet edecektir. Bu anlamda halk güçlerinin karşı hamlesine önderlik yapacak bir özneye, –ideolojik ve entelektüel planda olsa da– büyük ihtiyaç var. Bu da Türkiye’de ilerici, demokratik kesimlerini, solu ve cumhuriyetçi toplum kesimlerini (merkez sağı da gözeten bir perspektifle) içeren geniş bir muhalefet bloğunu oluşturmak zorunludur.

Tam bu alanda iki önemli sorun ve/veya konu var; Birincisi CHP bu muhalefet blokunda büyük önem taşıyor. Bu açıkça görülmeli ve bu konuda ideolojik kaygılar –ki çoğu haklı kaygılardır– bir tarafa bırakılmalıdır. İkincisi ise, DEM Parti’nin demokratik muhalefet blokundan kopması engellenmelidir.

İslamo-faşist bir diktatörlük girişimini yenilgiye uğratmak iktidar hedefiyle harekete geçmekle mümkündür. Türkiye bir erken seçime götürülmelidir. Kısa vadede çıkışı burada görüyorum. Çünkü önce suyun üzerinde kalmak, yakın ve vahim teklikeyi bertaraf etmek gerekiyor. Koşullar uygun; AKP-MHP iktidarı ülkeyi artık yönetemiyor. Siyasal ve ideolojik bir çöküş yaşanıyor. Ancak toplumun eskisi gibi yönetilmek istenmediğine dair bir politik sıçramayı açığa çıkarmak, halkı ve muhalefeti ayağa kaldırmak gerek. Yapılması gereken iş bu. En geniş muhalefet gücü olarak CHP’nin hem politik bakımdan yönlendirilmesi hem de dikkatle daha sağa kayan bir tutuma savrulmasını önleyecek bir çizgiyi geliştirmek lazım. Unutulmamalı ki, ne kadar güç kaybederse kaybetsin, hiçbir iktidar kendiliğinden yıkılmaz.

DEVRİMCİ ALTERNATİFİN YOKLUĞU CİDDİ ŞANSSIZLIK

Bahsettiğiniz konjonktür içerisinde tüm bu saldırılar gerçekleştirilirken CHP’de ağırlıklı olarak adaylık, ön seçim tartışmaları, isim kavgaları sürüyor. Ö. Özel, tüm mücadele yollarını yok sayarak sadece seçimi beklememiz gerektiği çağrılarını yapıyor. Bu anlamda 2023 seçimlerine benzer bir atmosfere girdik. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

CHP şu anda toplumsal muhalefetin en büyük gücünü oluşturuyor. Realite budur. Dolayısıyla bu dönemde CHP’nin alacağı tavır, izleyeceği siyaset önemli. Eleştirilerimizi geriye çekmeden ve fakat içe kapanma ve muhalefet alanında moral bozukluğuyla sonuçlanabilecek yıkıcı bir tartışmadan da kaçınarak, CHP’nin doğru bir hedefe yönlendirilmesi için çaba sarfetmek gerekiyor. Çünkü, CHP’nin de büyük günahıyla gerçekleşen 2016-17 rejim değişikliği nedeniyle, bu karanlıktan çıkışta kilit cumhurbaşkanlığı seçimleridir. CHP’nin önemi de buradadır. Maalesef, bu kritik tarihsel evrede, CHP’nin solunda etkili bir devrimci sosyalist hareketin olmaması ise Türkiye’nin en büyük şanssızlığıdır.

Ancak zayıflasa da sosyalist hareketin entelektüel hegemonyası, geniş cumhuriyetçi kesimler üzerinde devam ediyor. Bunu önemsemek gerek. Sosyalistler hâlâ sendikalarda, meslek örgütlerinde, hak mücadelelerinde, kültür-sanat ortamında, medya üzerinde ideolojik ve entelektüel bir etkinliğe sahip. Bu durumu akılda tutup, toplumsal muhalefeti yönlendirmek için bir olanağa çevirmek gerekiyor.

Diğer taraftan, CHP’nin bir aday üzerinden hareket etmesi kaçınılmaz. Çünkü sistem böyle. İdeolojik yaklaşımlar, siyasal programlar ve felsefi bir arka plan topluma, sokağa simgeler, semboller, sloganlar şeklinde iner. Bu simgelerden biri de liderlerdir. Dolayısıyla bu alanda, yani adayın belirlenmesinde de etkili olmaya çalışmak lazım.

Eğer, sosyalist hareketin kendi gücüyle gerçekleştirebileceği bir politik çıkış ile sonuç alması mümkün değilse, bu durumu gözeten bir siyasal hat geliştirmek zorunludur. Bu amaçla, ideolojik etki alanını gözeten bir şekilde Cumhuriyetçi toplum kesimlerinin gücünü yönlendirmek, daha geniş toplum kesimleriyle bir ittifak kurmak kaçınılmazdır. Bu alanda yoğunlaşmaya çalışmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü, CHP’nin kaybedilmesi ve yeni kurulacak düzenin terbiye edilmiş bir muhalefet gücüne dönüştürülmesi Türkiye için felaket olacaktır. Bunu engelleyecek bir perspektifle hareket edilmelidir.

CHP ön seçim ile aday belirleyeceğini ilan etti. Bu önemli. Ancak, bu sadece parti üyelerinin belirleyeceği bir aday olmamalıdır. Eğer başarılabilirse, diğer muhalefet partilerinin, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, ilerici kesimlerin de katkısıyla aday belirlenmelidir. Sol bunu yapabilir, diye diye düşünüyorum. Bu aday CHP’li olsa bile –ki öyle olacağı açıktır– Türkiye’de bütün demokrasi güçlerinin ortak adayı haline getirilmelidir.

MUHALEFET BLOĞUNUN PARÇALANMA RİSKİ

Diğer taraftan sol, Kürt sorununu çözümüne ilişkin Bahçeli’yi aşan bir çözüm perspektifi geliştirilmelidir. Yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye’de Kürt sorununun çözümünün gericilik ve faşizmle mümkün olamayacağı açıktır. Bu eşyanın doğasına aykırıdır. İslamcı ve milliyetçi-faşist iki partinin koalisyonundan demokratik ve onurlu bir çözüm beklemek saflık olur. Evet, Kürt sorununun adil ve demokratik çözümünden yanayız, ama saf değiliz. Kürt siyasal hareketinin Türkiye’deki muhalefet blokundan koparılmak istendiğini biliyoruz. Bu önlenmelidir. Kürt sorununun çözüm süreci yeni mecliste, toplumun gözlemine ve eleştirisine açık şekilde yürütülmesi gerekiyor. Ancak, Devlet Bahçeli’nin gerisine düşen bir yaklaşım, dil ve programla da bu tehlikenin (DEM Parti’nin muhalefet blokundan koparılması tehlikesinin) aşılması zordur. Bu konuda bir tehlike gördüğümü söylemem gerek. Konuyu tekrar etmemin nedeni de budur.

Son olarak; bugün daha zayıf bir olasılık olsa bile, sol açısından yeniden 2008-10’lara dönme riski de var. Yani, İslamcı iktidarın Kürt sorununu çözebileceğine, dahası ülkeyi “vesayet rejiminden” çıkararak demokratikleştireceğine inanılan o illüzyon ortamına dönme tehlikesinin mevcut olduğunu düşünüyorum. Solun bir kısmının devşirildiği, sol liberallerin devrimcilerin karşısına çıkarıldığı ve siyasal iktidara sol terminoloji üzerinden onay üretildiği, CHP’nin bile “faşist” ilan edildiği bir süreç yaşadık. Bu durum, kafaları karıştırdı ve geniş halk kesimlerinin direniş refleksini kırdı. O tutum bugünkü cehennemin yollarını döşedi. “Yetmez ama Evet” denilen soytarılıkla da sınırlı olmayan bu çevrelerin tuzağına bir kez daha düşmemek gerekiyor. Zaten o gün pek özgürlükçü gerekçelerle bu cehennemin yollarını döşeyenler (en azından bazıları), daha sonra o cehennemin ateşiyle yandı. Bu duruma ve riske de dikkat çekmek isterim.

Kaynak: BİRGÜN PAZAR