17 Ağustos depremi sonrası toplumsal hafızamızda uzun süredir unutulmuş olan bir dehşet tekrar gündemimize girdi. Ardından bu korku vesilesiyle deprem vergileri toplandı. Harcandığı yerler rejimlerin karakterlerine yakışır bir şekilde halk dışında her yere aktarıldı. Yollar, hava limanları ve sağlıkta kullanıldığı söylenen bu vergiler anlaşılan deprem dışında her maksatla kullanılmış.
Neden rejimlerin karakteri diyorum? Çünkü halkın bir önemi yoktur. Dağınıklık ve dost-düşman ayrımı nedeniyle bir birlik olamadığından nasılsa halledilecek bir konudur biz yığınlar. Bundan dolayı fakirliğe, açlığa da inanmazlar, tanıdıkları insanlarla görüştüklerinde inanılmaz varlıklarına şahit olurlar, onların düğünlerine, mutlu ya da acı günlerine giderler, şaşaayı görürler. Zaten konvoyları hızlıca bizi görmeden geçtikleri için hayatlarımıza şahit olmazlar. Bizler ve onlar diye bir ayrım vardır yani. Bu durum kendi partilileri için de geçerlidir.
Siyasi ve ekonomik gücü daha büyük olanla bunun daha az olanı arasında da kast sistemi vardır sanki. İktidar seçkinleri kendilerini bizlere bastırırlar. Hasılı giderek Hint kast sistemindeki dalitte eşitlenmiş durumdayız yani.
REZERV ALAN KAVRAMININ SEÇİLMESİ
09.11.2023 tarihli ve 32364 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 7471 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi” hakkında kanun ile bazı kanunlarda ve 375 Sayılı KHK ile değişiklik yapılmasına dair kanunun kabul edilmesiyle birlikte rezerv yapı alanı kapsamı bir hayli genişlemişti. Bunun da yine rejimin karakterine uygun bir şekilde getirisi en çok olan yerlerden başlayacağının düşünülmesi öyle âlim öngörüsü kabilinde bir şey değil hani. Ama işte “rezerv alan” kavramının seçilmesi dahi başımıza neler geleceğini gösteriyor.
Peki neden böyle bir isim seçtiler? Tarihte bu addaki uygulamaları bilmiyorlar mıydı? Dünya tarihindeki kötü geçmişinden haberleri yok muydu? Zira rezervasyon alanının kötü bir geçmişi vardı, halkların hiçbir zaman unutamayacağı…
Nişanyan sözlükte kelimenin Fransızca “reserver”den geldiğini, dilimizde saklamak, biriktirmek, yedeklemek manasında olduğunu, görüyoruz. Yani kelimenin anlamında kendi tasarrufunu kullanma şekilleri varken kanunda devletin bizim yararımıza müsadereyi kullandığını görüyoruz.
Şimdi müsadere çok ağır denilebilinir tabiatıyla. Bu durumda yasanın ilk kez kullanıldığı Hatay’a bakmak kafidir sanıyorum.
REZERVASYON ALANIN TARİHİ
Tevafuk mudur nedir işte seçtiğiniz kavram niyetinizi de gösteriyor. Tarihe gidelim.
Rezervasyon alanı kavramı 19. yüzyıldan itibaren aşağı yukarı her yerde hükümetler tarafından sömürge politikalarının uzantısı olarak, ama en çok ABD, Kanada ve Avustralya’da görülüyordu. Genellikle çok önemli olmayan tarım veya hayvancılık açısından bereketli olmayan dik ya da uzak alanlara belirli topluluklar yerleştiriliyordu. Burada rezerv alanlar belirli etnik gruplara verilirken, diğerlerinden uzak tutulmasına da özen gösterilmişti. Yani güçleri dağıtmak birleşmesine engel olmak ana hedeflerden biriydi aynı zamanda.
Avustralya yerlileri Aborjinler de 19. yüzyıl itibarıyla, söylediklerine göre onları beyazlardan korumak maksadıyla devlet tarafından rezerv alanlara yerleştirilmişti. Matthew Moorhouse 1839 yılında Bütün İngiliz tebaasının yasalardan eşit faydalanması amacıyla “Chief Protector” yani baş koruyucu olarak atandı. Ancak buna rağmen 1841 yılında vali ve Moorhouse önderliğinde Rufus Nehri katliamında Maraura Aborjinleri katledildi. Resmî açıklama 30-40 ölü yönündeydi. Otuz ile kırk arasında on kişilik fark bile bir söylem olarak Aborjin hayatına verilen önemi göstermekteydi.
Sonraki yıllarda çeşitli adlar altında Aborjinleri koruma yasaları çıkmasına rağmen basit bir araştırmada dahi Aborjinlere yönelik onlarca katliam hakkında bilgi alabilirsiniz. Kanada’daki tartışmalar “soykırım” ve “insanlığa karşı suçlar” ekseninde akademik olarak hala sürmektedir. Bu iddiaların bir hayli ağır olduğunu söyleyenler de vardır tabiatıyla. Ama okullar kanalıyla asimilasyon kabul edilerek “kültürel soykırım” terimi kullanılmıştır.
ABD’deyse yerlilere yönelik ilk adımlar daha İngiliz idaresi zamanında başlamış bağımsızlık savaşının ardından da devam etmişti. Buradaki rezervasyon alanları Federal hükümet tarafından tanınan ve özerk olan, ABD Kongresi tarafından çıkarılan yasayla 1824’te kurulan “Bureau of Indian Affairs” tarafından yönetilen, eyalet hükümetine bağlı olmayan arazilerdir. Bu büroya ilk kez 1869’da bir Kızılderili Ely S. Parker atanmıştı.
BAĞIMSIZLIK SAVAŞI'NDA FRANSIZLARIN DESTEĞİ
Yedi yıl savaşlarının ardından 1763’te aynı zamanda ruhsal sorunlar da yaşayan 3. George ile imzalanan Paris anlaşmasıyla Kuzey Amerika’daki Fransız bölgeleri İngilizlere devredilmişti. Bir müddet sonra çıkan bağımsızlık savaşının etmenlerinden birisi de buydu.
Yine Fransa’nın bağımsızlık sürecinde el altından Amerikalıları desteğinin sebebi de bu yenilginin acısıydı. Bu uğurda Amerika’nın yanında savaşan Fransız asilzade Lafayette efsanesi de böyle oluşmuştu. İlk yerleşim yerleri bu şekilde oluşmuş, çatışmasızlık ekseninde hedefler belirlenmeye başlamıştı.
1830'da Başkan Andrew Jackson’un imzaladığı “Indian Removal Act” ile yerlilerle kendileri arasındaki mekânsal ayrışma başladı. "The Trail of Tears" denilen bir süreçte beş uygar kabile bir çeşit sürgün edildi.
İşte ilk rezervasyon alanı hikayeleri bu şekilde başladı.
KIZILDERİLİLERİN SINIRLAMASININ BELİRLENMESİ
1834 Trade and Intercourse Act ile Kızılderililerin sınırları belirlendi. Burada Kızılderililer diye yuvarlıyorum ama onlar için kabileler önemliydi.
Kızılderili yani İndian tanımlaması dışarıdan konulan hepsini ifade eden şemsiye bir kavramdı. 1851’de “The Indian Appropriations Act” ile şimdiki Oklahoma topraklarında rezervasyon bölgeleri oluşturuldu. Kanunlara rağmen yerlilere yönelik yeni yerleşimcilerin saldırıları devam ediyordu. Yani öyle Western filmlerinde ya da çizgi romanlarda gördüğümüz bir anlatı söz konusu değildi. Bütün halinde olan batılı yerleşimcilerle kabile birliği olmayan Kızılderililer söz konusudur burada.
1868’de Başkan Grant daha yumuşak bir politika altında asimilasyon yoluna girer. Dini dönüştürme, misyonerlik Quakerlere verilir. 1887’de “Dawes act” ile araziler kabileler arasında bölünerek tahsis edildi. Bu Kızılderililer için yeni bir şeydi, toprak üzerinde sahiplik tuhaflarına gidiyordu. Burası bu kadar kafidir.
Amerikalı tarihçi Dee Brown’un Başkan Grant dönemini konu alan “Bury my Heart at Wounded Knee” 1970’de ilk baskısını yapmış, bizde de 1973’te E yayınlarından “Kalbimi vatanıma gömün” adıyla basılmış, 2007’de de filmi çekilmişti. Kitabı o dönemler için Helen Hunt Jackson'ın ilk kez 1881'de yayınlanan “A Century of Dishonor” kitabının devamı niteliğinde sayılmıştır. Eserinin sadece bir bölümünden uyarlanan filmde konu asimilasyon politikasının başarısı olarak ilk Sioux Doktor Charles Eastman, Sioux şefi Sitting Bull, yukarıdaki 1887 sözleşmesiyle bilinen senatör Henry Dawes ve rezervasyon kararını ilk kabul edenlerden şeflerden Red Cloud etrafında döner.
KIZILDERİLİLERİN "EŞİTLENMESİ"
Kızılderililer asimilasyonla yaşadıkları dönüşümün gerginliğini yaşarlar. Bir taraftan da salgın hastalıklarla nüfus kırılırken, şef oturan boğanın psikolojik hazin sonunu görürüz.
Artık parayla resim çektiriyor, hayranlara imza dağıtıyordu. Filmde işlenmeyen hayatının bir bölümündeyse Buffalo Bill’in şovunda gösteri yapıyordu. Yani bir şefin düştüğü hazin durum söz konusuydu.
Yine Avustralya Aborjinlerinde olduğu gibi burada da anlaşmazlıklar su yüzüne çıkıyor sonuçta Oturan Boğa ve kabilesindeki diğer kişiler bir çatışma anında öldürülüyorlardı. Filmin light motifi ise Charles Eastman adını alan Ohiyesa etrafında döner. Zira Kızılderilileri asıl yıkan asimile olmalarıdır. Hristiyan olurlar, Charlette Mary Yonge’nin “History of Christian Names” kitabından dini bir ad seçmek zorunda kalırlar. Filmde Ohiyesa okulda söz almak istediğinde henüz bir Hristiyan adı seçmediği için hocası kendisine söz vermez. Yani okusalar da söz hakları yoktur. Ohiyesa Charles ismini seçtikten sonra diğer öğrencilerle eşitlenir, zaten ötekiler de Kızılderililerdir.
REZERV ALANLAR VE "MEDENİ" YAPILAR
Şimdi buranın devamını başka bir filmden takip edelim.
2009 yapımı “The Only Good İndian” filmi tam da yukarıda bıraktığım yerin içine giriyor. Kızılderili yatılı okulları özellikle rezervasyon döneminde yaygınlaşmış yine dini misyonerliğin bir çıkış noktası olarak tarikatlar tarafından işletilmişti.
Bu okullarda yerli kültürel değerler küçümsendiği için onun göstergeleri yok edilmiş yerine medeni (!) bir yapı oluşturulmaya çalışılmıştı. Bu maksatla Kızılderili kimliğinin en önemlilerinden mesela, saç, kıyafet ve sair şeylerin yanında din, dil ve adlar değiştirilmişti.
2008 yapımı “Our Spirits Don't Speak English: Indian Boarding School” belgeseli filmin öncesinde büyük bir etki yarattı.
OSAGE YERLİLERİNE VURAN PİYANGO!
Ülkemizdeki bir olaydan yola çıkarak son filme geleyim.
Eski zamanlarda malum tarım toplumuyuz, ekilebilir arazi bu bakımdan en kıymetli olan. Henüz tatil ve sair şeyler yokken bir işe yaramayan sahil kesimleri kız çocuklarına verilirmiş. Gel zaman git zaman kültürel değerler değişir, buraları kıymetlenir tabiatıyla damatlar da (!) zengin olur. Buradaki cinsiyetçi ayrımımı görmemenizi dileyerek filme geçeyim.
İşte Osage yerlilerinin başına da bunun benzeri bir piyango vurur. Rezervasyon alanları küllüm kötü değildir hani diyeceğim ama bunu gören beyazlar rahat durur mu? Durmaz tabi. Tıpkı altın çıkan yerlerde yaptıkları gibi devam ederler aç gözlülüklerine.
Öyle ya “yerli vahşidir” o ne anlar varlıktan, varlığın getirdiği imkanlardan.
Amerikalı gazeteci yazar David Grann’ın “Killers of the Flower Moon” kitabı 2017’de basılmış en iyi on kurgusal olmayan kitap arasında sayılmış, Scorcese ABD’nin vicdanı olarak kitabın filmini 2023 yılında çekmişti. (1)
Gerçekten yaşanmış bu olayda 1920’lerde Oklahoma’daki Osagelerin yerleştirildikleri alanda büyük petrol yatakları bulunur. Buranın sahipleri olduğu için tabiatıyla Osageler çıkarılan petrolden pay almaya başlarlar, zengin olurlar. Bu tarihten sonra Osageler içinde kuşkulu ölümler başlar, bu olaylar gazetelerin dikkatini çeker. Olayların arkasında servetleri miras yoluyla kendi üzerine geçiren bir çetenin olduğu görülür.
William King Hale dolandırıcılık dahil birçok pis işin yanı sıra artık bu cinayetlerin de müsebbibi oluyordu. Siyasi gücü de yüksek biri olduğu için tabiatıyla ona dokunmak zordu.
Yeğenleri Ernst ve Byron Bukrhart ile birlikte bu melanetleri yapmış birçok Osage’nin canına kıymıştı. Yakınındaki birini bir Osage ile evlendiriyor sonrasında onu öldürterek kocasının üzerine geçen serveti kendisine alıyordu.
Olaylar ortaya çıkınca Amerika’nın klasiği olarak yerel ile Federal devlet arasındaki çatışma yine hortladı. Yerelde olay örtbas edilme sürecine girecekken federal mahkeme müdahale eder, al takke ver külah neticede ömür boyu ceza alsa da birkaç yıl sonra Hale serbest kalır.
Hasılı bu kadar uzun belki de haşiye olarak gelecek hikayelerden sonra ülkemizde çıkan yasanın adının “Rezerv alan” diye seçilmesi yukarıdaki uzun tarihe bakarsak belki de ilahi bir tevafuktur hani.
DİPNOT
(1) Scorcese’nin bu tür konulara dokunmasının nedenleri arasında Siyahiler, Latinler, İrlandalılar ve sair milletler gibi Amerika’nın ötekilerinden olan İtalyanlara yönelik mezhebi baskının da etkisi vardır kuşkusuz. WASP’ın içinde yer bulamayan ötekiler kendilerini Demokrat partinin içinde ifade etmeye çalışmışlardı. Ancak bu partide de bir çeşit seçkincilik yok değildi hani. İki partinin toplamı bir çeşit Amerikan sistemi oluşturuyordu yani.
Bu bakımdan 1990 yapımı son Godfather filmindeki sözler mana kazanmaktadır. Don Michael Carleone artık mafya türü işleri bırakıp daha saygın bir imaj oluşturma derdine düşer. Bu maksatla papalık bankası İmmobiliare’nin yönetimine girmeye çalışır, bu maksatla bir kardinale hatırı sayılır miktarda rüşvet verir. Senaryonun önemi bankanın aslında Banco Ambrosiano olup 80’lerde P2 Mason locası yani Propaganda Due, Gelli, Banker Calvi cinayeti ve dolayısıyla gladyo ve sair şeylerle anılan gerçek olaylardan esinlenmesindendir. Yani film aslında siyasi olarak diğerlerinden daha önemlidir ama hakkettiği ilgiyi göremez, bam teline dokunmuştur zira. Filmdeki bir sahnede Don Luchesi “Finance is a gun but politics is knowing when to pull the trigger” diyerek paranın bir silah olduğunu ama siyasetin tetiği ne zaman çekeceğini bilmek olduğunu söylerken, Don Michael Carleone’nin neden bu alana girmek zorunda olduğunu da bu unutulmaz replikle gösteriyordu. Siyasi güç hepsinden etkilidir zira.
1999 yapımı “Vendetta” gerçek olaylardan yola çıkarak yapılmış İtalyanların nasıl öteki olarak görüldüğünü gösteren önemli bir filmdir. New York’a gelen yeni göçmenler buranın düzenini bozmaya başlar, halde de hakimiyet kurmaya başladıklarında yerleşik düzen tepki gösterir. Polis şefinin öldürülmesini bunlara bağlayıp bir komployla İtalyan hal patronu da dahil olmak üzere 11 kişiyi hapse atarlar. Ayaklanan halk burayı basıp bütün İtalyan tutukluları öldürür. Müesses nizam İtalyanlara yönelik “mafya” kavramını ilk kez bu olayla dolaşıma sokmuş, sanki onlarla mücadele ediliyor gibi göstermişti. Zira Katolikliğe karşı nefret inanılmaz derecededir yani. Latinler ama daha çok maruz kaldıkları için Meksikalılarından nefret nesnesi olmalarının sebebi sadece kültürel değil aynı zamanda mezhepseldir de. 2024 yapımı “Cabrini” filminde de gördüğümüz gibi rahibe Cabrini şimdilerde çok yaygınlaşmış olan okullarını ABD’de kurarken mezhepsel çatışma nedeniyle birçok zorluklar yaşamıştır.