DEM Partili Meclis Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder’in kalp krizi sonucu hastaneye kaldırılmasının ardından Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek olayın olduğu gün Önder’in kendilerini ziyaret ettiğini söyledi. Bu görüşmede yeni görüşmelerin ABD-İsrail kanadında bir rahatsızlık yaratacağını bunun neticesinde kendilerine yönelik bir suikast olabileceğini söylediğini kamuoyuna iletti. “Sen zehirlemişsindir” türü ofansif mavraların ardından Perinçek’in potu güme gitti.
Öyle ya hani ABD ve İsrail’in gücü 15 Temmuz sürecinin ardından yok olmuş, ülke tamamen milli bir çizgiye gelmişti. Devletin üst kademelerinin tam onayıyla oluşan bir sürece gireceğiz ve bu süreci yürütenleri koruyamayan bir istihbarat servisimiz mi var? Mesela biz onların devlet meselesi vb. gördüğü şeyleri akamete uğratabilecek yani ABD ve İsrail’de bir suikast düzenleyebilecek güçte miyiz?
Aslında söylenilen şeyin söylenilmeyeni tam da budur. İstediğin kadar konuş Barış Manço’nun yıllar önce söylediği gibi “Birine ünlü olduğunu söylemeye ihtiyaç duyuyorsan değilsindir”. Yine Adalet Bakanlarının sık sık kullandığı “Türkiye bir hukuk devletidir” iddiası bir önermeden başka bir şey değildir. Faraza Avrupa ve ABD açısından düşünelim. Oralarda bir bakanın çıkıp işte “Almanya bir hukuk devletidir” türünden bir şey söylediğini duyan var mıdır acaba. Duymazsınız çünkü “Berlin’de hakimler var” sözü oradan çıkmış ve bir mesel olarak dünyaya yayılmıştır. Bizde de “Fatih ile kadı vâkası” vardır ama yaygınlaşmamış tarih okuyanların hafıza tomarının bir yerinde durmaktadır. Zira tarihimizin hiçbir döneminde -ama özellikle şimdilerde- hukuk üstünlüğü yoktur. Mesel olamamış ama Ramazan aylarında dinlenilen güzel hikayeler gibi muamele görmüştür. Hepimiz şahidiz ülkemize hani.
TERK-İ MEKÂNDAN SONRA OLANLARA BAKMAK
Siyasi tarihimizde bazıları dönüşüm yaratan meşkuk olaylar vardır kuşkusuz.
Turgut Özal’ın ani ölümü o günden şimdiye dek bir muamma olarak gündemimizdeki yerini koruyor. Ahmet Özal’ın sürekli güncellenen trajikomik görselleriyle hafızalarımız hareketleniyor. Bir ölümün suikast olup olmadığını sonrasındaki süreçler ortaya çıkarır. Otopsi yani teşrih malum kadavra üzerinde yapılır, ama siyasi teşrihte kişi terk-i mekânından sonra olanlara bakmak kafidir.
Özal öldükten sonra rejim içi dönüşüm olmuş onun yerini Demirel almış birdenbire gündemimize Tansu Çiller diye birisi başbakan olarak girmişti. Birkaç ay önce kimsenin tanımadığı birisinin malum basın tarafından lansmanı yapılmış, dünya çapında tanınmış bir ekonomist (!) olduğunu öğrendiğimiz Çiller hayatımıza tepeden başrol olarak girmişti. Milli bilinç olarak hoşumuza da gitmişti hani, ilk kez bir kadın başbakan oluyordu.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünün ardından zaman içinde BBP etkisizleşmiş, şimdilerde de Cumhur ittifakının işte “olsa da olur olmasa da” babında bir parçası olmuştu. Oysa 12 Eylül sonrası kendilerinin de mücadele ettikleri solcularla birlikte cezaevlerine tıkılmaları onlarda duygusal bir travma oluşturmuş, yine cezaevinin bu ikliminde dine daha çok sarılmışlardı. Cezaevi onlar için medrese-i Yusufiye olmuş, Arvâsî’nin Türk-İslam ülküsü onlarda İslam ağırlıklı Türk ülküsü şeklinde neşvünema bulmuş süreç içinde MHP ile kavgalı dövüşlü bir ayrışma yaşanmıştı. Bu süreci Tanıl Bora ve Kemal Can’ın “Devlet, Ocak, Dergâh” kitabında okuyabilirsiniz.
Yazıcıoğlu olayı, sanıyorum o zamanlar yavaş yavaş yıkıcı operasyon gücü elde etmeye başlayan cemaatin ilk başarılarından biriydi. Sonrasında Ergenekon ve zeyli operasyonlarla Nazilerin Wannsee konferansı sonrası Yahudilere, FBI’ın Kara Panterler ve siyahi hareketlere yönelik Harlem’de yaptıkları gibi “nihai çözüm” yoluna girdiler. Onlara göre zaten Erdoğan’ın halledilmesi daha basitti, gerek de olmayabilirdi hani, sonuçta aynı menzile yürüdükleri söylenmişti zira. Daha bağımsız gibi duran BBP, Yazıcıoğlu’nun ölümünün ardından yeni sistemin içine girmiş şimdilerdeyse etkisiz payda olarak yoluna devam etmektedir.
KATLETMELERLE REJİMLERİN YAPISI ARASINDAKİ BAĞ
Katletmelerin biçimleriyle rejimlerin yapısı arasında da bir bağ var kuşkusuz.
Bu noktada Foucault’un iktidar ve cezalandırma biçimlerine bir bakalım. Düşünür iktidarın aslında hani bizim bildiğimiz gibi yukarıdan aşağı değil, aksine kılcal damarlarımız gibi yayıldığını, her yerde ve her zaman olduğunu gösterir. İktidar kendini söylem alanında kurar. Bu da dilimizde bayağı yanlış kullanılan bir kavram. Daha çok söylenen şeye söylem deme eğiliminde konuşanlar, oysa söylem ifade edildiğinde bir iktidara yaslanacak ya da onu kuracak yine ya da onu sürdürecek şeyler olmalı. Yoksa “Kardeşim bir şey söylüyorum, söylemime dikkat etsene” vb. değil elbet.
Bir de “sorunsal” var aynı bu şekilde kullanılan ama o da başka bir zamana kalsın, insicam bozulmasın.
HEZARPARE KATL
Foucault’a göre eski tür korkutma, cezalandırma amacıyla parçalama, idamın kamusal bir şölen halini alması artık geçerli değildir. Bundan sonra ortaya çıkan iktidar biçimi gözetlemeyi kullanır, işte bu gözlenme düşüncesi bizleri belirler. Antik Yunan tanrısı Pan’dan mülhem Panoptikon der buna, mucidi Jeremy Bentham bir cezaevi modeli tasarlar, hükümet onun tasarımını beğenmez o da bütün bunlara kızar, modelinin kabullenilmesi için sürekli bir mücadele yürütür. İşte Foucault bu hapishane modelini 19. yüzyıldaki düşünsel ve kurumsal paradigmada dönüşüm modeli olarak kuramına ekler. Artık eski dönemlerin “hezarpare katl” yöntemi bitmiş bireyin içine “gözleniyorum” düşüncesi girmiş böylece otokontrol yoluyla hakimiyet tesis edilmiş oluyordu. Belki de kulelerin orada onları gözleyen kimse yoktu ve yine belki içeride mavra bu ya tavla ya da satranç oynuyorlardı, bu önemli değildi artık. Riske giremezdik izleyen biri olabilirdi yani.
Hasılı iktidarların öldürme, cezalandırma biçimleri de kendilerinin ameli ve nazari birikimlerine ufkî ve amudî hedeflerine işaret eder deyip Foucault bahsini kapatayım ama hezarpare katl’in kamusal bir korku-şölen haline gelmesi, muktedirlerin taşkınlıklara izin verdiği, duygu sağaltımı, katharsis etkisinin olmasını istediği zamanlardı.
Kadim zamanlardan beri muktedirler arası suikast genelde zehirler aracılığıyla oluyordu. Roma imparatorluğundaysa bu yola tevessül edilmemiş Sezar örneğinde ve diğerlerinde olduğu gibi doğrudan katledilmişlerdi. Rejim içi güçler bir araya geldiğinde imparatoru dolaysız bir şekilde ortadan kaldırmak işten değildi yani.
Borgialar; Sforza ve Medicilerle birlikte İtalya’nın en güçlü ailelerindendi. Rodrigo Borgia VI. Alexander adıyla papa olmuştu. Onlar da diğer İtalyan şehir devletlerinde olduğu gibi zehri sık sık kullanıyordu. Ancak kaynaklarda ateşten yanarken cildi soyulmuş yüzü morarmış bir şekilde öldüğü belirtiliyordu. Yine dönemin başka bir kaynağına göre, ceset deforme olmuş, kararmış, şişmiş ve kötü bir koku yayıyormuş. Ağzı çok açık, dudaklar ve burun kahverengi olmuş, dili şişmişti. Geleneğe göre papanın elleri ayakları öpülürdü ama manzarayı tahayyül ederseniz eğer tabiatıyla buna kimse cesaret edememişti. 2011 yapımı Jeremy İrons’ın müthiş oyunculuğuyla “The Borgias” dizisinde olay daha değişik yorumlanmıştı. Diziye göre Çeşnicibaşı Antonello ayarlanmış kendisine rutin bir şekilde alışması için zehir verilmiş, bu şekilde bağışıklık kazanan Antonello o gün kendisine bir şey olmadan tadımı yapmış, güvenli olduğu için yemeğe başlayan papanın iç organları dahi dışına çıkmıştı. Burayı yine aynı tarihte çekilen Borgia: Faith and Fear dizisiyle geçeyim.
Tarih boyunca zehirle katl en yaygın suikast türüydü. Ancak özellikle II. Dünya savaşı sonrası ABD önderliğinde kurulan yeni düzende devletler zahiri de olsa hukuku önceliyorlardı. Öyle ilk dünya savaşındaki gibi Nobel fizik ödüllü Fritz Haber’in bulduğu kimyasal bombalarla savaşların devri (?) kapanmıştı. Evet kapanmıştı ama sözde elbette, zira Vietnam’da, yakın zamanda Irak ve Suriye’de kullanıldığını gördük tabi ki. Nerden temin edildikleri o da ayrı bir bahis konusu elbet. Müteselsil suç var yani. Lanetlenmiş Fritz Haber “Irk yasaları” nedeniyle Yahudi olduğu için Nazi rejiminde gözden düşer. Zoruna gider elbette, kendisi bir savaş kahramanıdır zira. Eşi dünya savaşındaki günahlarının psikolojik etkilerini kaldıramaz intihar eder. Haber de bir müddet daha ortalıkta dolandıktan sonra Nazi rejiminin dünyaya yaptığı kötülükleri görmeden vefat eder. İzlemek isteyen için Einstein’i konu alan 2017 yapımı Genius dizisinin bazı bölümlerinde onun yakın arkadaşlarından olan Haber ve kimyasal savaş konusu da var.
ŞEMSİYELİ CİNAYETLER
Churchill’in 1946’da yaptığı “Iron Curtain Speech” ile “soğuk savaş” terimi ilk kez kullanılmış sonrasında da bildiğimiz süreçler yaşanmıştı. Suikastler yine hukuka uygun (!) bir şekilde yani gizlice yapılmaya başlanmıştı. KGB sadece bu maksatla Departmant 13’ü kurmuş, kalp krizine neden olan kimyasal sprey tabancaları, strikninli çikolatalar ve sigara kutuları şeklinde minyatür silahlarla Thomas de Quincey’in “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet” kitabında adlandırdığı gibi sanatlarını icra etmektedirler. İz bırakmamaya çalışırlar tıpkı Bentam-Foucault’un Panoptikon’un da olduğu gibi kim oldukları varlar mı yoklar mı bilinmez. Suikast yeni düzenin paradigmatik hukukuna uygun bir şekilde yapılır. Bu paradigmanın dizisi 1966 yapımı “Mission İmpossible”, mottosu da “Yakalanırsan seni tanımıyoruz” dur.
Daha yakın zamanlara gelelim. 70’ler ve 80’ler boyunca tuhaf ölümler oluyordu. Sonradan “Umbrella Murders” olarak adlandırılan şemsiyeli cinayetler özellikle Bulgar istihbaratı tarafından yoğun bir şekilde kullanılıyordu. Bulgar rejim muhalifi Georgi Markov Londra Waterloo köprüsünde bir adamın kendisine şemsiyesiyle çarpmasıyla bacağında aniden bir yanma hisseder. Adam kendisinden özür diler hızla koşarak bir taksiye biner, Markov dört gün sonra vefat eder. Birkaç gün sonra yine bir rejim muhalifi Vladimir Kostov Paris’te metroda aynı şekilde saldırıya uğramış ama sağ kalmayı başarmıştı. O da Markov gibi şiddetli bir ateşle hastaneye gitmişti. Şemsiye saldırıları bir süre daha devam eder ancak gizem ortadan kalkıp panoptikon ortaya çıkınca bu tarzdan vaz geçilir.
HALID MEŞAL SUİKASTI
Son olarak tarihte seçtiğim birkaç örnekle yazdığım saldırıları şimdilerde HAMAS’ın en önemlilerden olan Halid Meşal suikastıyla bitirelim. Meşal 1997’de henüz daha önemli bir kişi olmadan önce Ürdün’de faaliyetlerini yürütür. O tarihlerde şimdiki gibi Netenyahu yani ibranice Tanrıverdi başbakandır. Onun emriyle Mossad operasyona başlar ama başarısız olurlar. Ajanlar kaçarlar Hamas üyeleri ve polis kovalamasıyla yakalanırlar. Ürdün kralı olayı öğrenince diplomatik kriz başlar. Anlaşmalar tehlikeye düşer. Clinton devreye girer zehrin antidotu İsrail’den yetiştirilerek Meşal kurtulur. Bedel daha bitmemiştir, Şeyh Ahmet Yasin nam-ı diğer “kör imam” ve 70 Hamas tutuklusu serbest bırakılır. Şeyh birkaç yıl sonra İsrail hava saldırısında öldürülür. Kralın kararlı tutumunun ardında bir zamanlar FKÖ’nün Ürdün’e yerleşmesi sürecinde yaşanan olayların payı da vardır kuşkusuz.
Kral Hüseyin Filistinliler geldikten bir müddet sonra hedeflerinin kraliyet olduğunu düşününce FKÖ’ye karşı bir operasyon yapar, iki taraftan da birkaç bin kişi ölür. İşte 1972 Münih olimpiyatlarını basıp İsrailli atletleri öldüren Kara Eylül örgütü ismini bu olay nedeniyle almıştır. Kralın Meşal vesilesiyle hassas tutum alması biraz da denge meselesidir yani. He istihbarat örgütleri arkasındaki uzun vadeli planlarla, kurgu operasyonlarla kahramanlar da yaratır o ayrı bir konu. Meşal efsanesi böyle mi oluşmuştur bilinmez elbet, şeksiz durum yok değil yani. Bu noktada Netenyahu’nun kaderi sanki abisiyle eşleşmiştir. Yonatan Netenyahu İsrail Özel kuvvetleri yani Seyaret Matkal’da binbaşıdır. Alman solcularıyla destekli Filistinliler İsrail uçağını Uganda’ya kaçırırlar. Buraya harekât yapan ekibin başında Binbaşı Yonatan vardır. Aslında kurtarmada başarılı olurlar ama askerlerden sadece bir kişi ölür. O da Netenyahu’nun abisi Yonatan’dır.
KALP KRİZİ TETİKLENEREK SUİKAST
Bitirirken şunu söyleyeyim. Özellikle pandemi sonrası kalp krizlerinden ölümlerin arttığı söylentisiyle birlikte algıda seçicilik gereği böyle konulara daha çok dikkat kesiliyoruz. Kalp krizi tetiklenerek suikast varsa da şu an itibarıyla otopsilerde çıkmıyor, ya da çıkıyorsa da biz ölümlülere söylenmiyor. Yani Sırrı Süreyya böyle bir suikasta maruz kalmışsa bizlere söylenmeyecek elbet. Kamuoyunun çok sevdiği birinin zarar görmesi kuşkusuz üzücü bir durumdur, en azından büyük çoğunluk buna üzülür diyelim hadi. Ama ne olduğu takip eden süreçte belli olacak. Yukarıda yazdığım gibi siyasi teşrih sonraki dönüşümlerde anlaşılıyor.
Suikast veya pandemi aşıları nedeniyle oluşan kalp krizi diye özetleyeceğimiz iki komplo teorisiyle baş başa kaldığımız kuşkusuzken bir şey meşkûktür. Doğu Perinçek’in söylediklerine binaen, istihbaratımız “Devlet-i ebed müddet” diye kavramsallaştırılan beka ile özdeş hale getiren süreci akamete uğratacak bir operasyonu engelleyememiş midir?
Hasılı vay ki vay.