Tarihi Yeniden Okumak-2

Tanzimatçılar, Genç Osmanlılar ve Jöntürkler. Hepsi birbirinin içinden çıkmış ama kendi ekolleri olan üç dönemdir.

Abone Ol

Bizim ilericilik tarihimize geldiğimizde ise önümüze net olarak iki yol çıkar: ilericilik ve gericilik. Bir ara not düşmek daha gerekiyor. Tarihe bugünün koşullarından bakamayız, kendi iç dinamikleri ve kendi toplumsal koşulları etrafından bakabiliriz.

1826 Vaka-i Hayriye (Hayırlı Vaka) olayının, bu topraklarda yaşayan halklar için Batı’ya yüzünü dönmenin tarihidir diyebiliriz. Batı’ya dönmek yerine modern tarihe giriş yaptı diyebiliriz.

Bu ilk dönemi üç ana bölüme ayırabiliriz: Tanzimatçılar, Genç Osmanlılar ve Jöntürkler. Hepsi birbirinin içinden çıkmış ama kendi ekolleri olan üç dönemdir.

Şunu söylemekte bir sakınca yok: Jöntürkler, kendilerinden önceki iki kuşağın bir ürünüydüler. Hem birinci kuşağın en önemli temsilcisi Reşit Paşa’ya (Büyük Reşit Paşa) hem de ikinci kuşağın önde gelen ismi Kemal Bey’e (Namık Kemal) hayranlık duydular; ama aynı zamanda onları eleştirmekten de geri kalmadılar.

Namık Kemal’in ismi yasaktı, ancak Jöntürkler arasında onun şiirleri adeta şifreli bir mesaj, kendilerinden olduklarını gösteren bir işaret olarak kullanılıyordu. Gizlilik içinde doğan Jöntürk hareketi için Namık Kemal, daima bir sembol, bir işaret olarak kaldı.

Tanzimat aydınları için Yalçın Küçük şu notu düşer:

“Tanzimatçıların kavramları ve hatta ilgi alanları içinde ‘halk’ yoktu, ama bilmeden halkı ‘yurttaş’ yapma yoluna girdiler ve yaşadıkları topluma, tümüyle yabancı, halk tarafından istenmemek bir yana hiç tahayyül edilmeyen kurumları ithal etmeye kalktılar; halkı ansızın gelebilecek ölümden kurtarmayı planlıyorlardı ve bunun için yeni bir sözleşmeyi okumak üzere Gülhane Parkı’na inen Başbakan Reşit Paşa, en çok halk tarafından linç edilmekten korkuyordu. Kendilerini koruyacak ne zenginler ne yoksullar ve ne de sultan vardı ve yalnızca büyük devletlerin büyükelçiliklerine sığınabiliyorlardı; aslında asıl hedefleri bu büyük devletler karşısında güçlenmek ve bir başka söyleyişle büyüklüklerini restore etmek idi ve karşıtlarında himaye arıyorlardı. Türkiye tarihinin halktan en uzak ve ayrıca, şimdiye kadar kaydedilmiş en radikal modernizatörleriydiler ve muhtemelen de halktan uzak oldukları için daha radikal olabildiler.”

Bu yazıdaki amacım, özellikle tarihimizde ortaya çıkmış ilerici hareketlerdeki ve bu hareketlere öncülük etmiş aydın tipolojisini ortaya çıkarmak. Çünkü ortaçağ demek sadece halkın aklının çökmesi değil, aynı zamanda bir aydın kırımıdır. Ve maalesef Türkiye’de bu uzun ortaçağ döneminde çok fazla aydın kırımı olmuştur; şimdi yeniden aydınımızı arıyoruz ve toplumsal kurtuluş, kim ne derse desin, aydın olmadan olamayacaktır.

Bunun için –belki söylenti, belki gerçek ama söylenti olsa bile gerçeğe bazen gerçekten daha yakın duran– o Namık Kemal hikâyesini anmadan geçemeyeceğim.

NAMIK KEMAL’İN BOĞAZ HİKAYESİ

Namık Kemal kaçarken bir kayıkla Boğaz’ı geçmektedir. Oldukça hüzünlüdür; çünkü uğruna mücadele ettiği memleketini ardında bırakmaktadır. Kayıkçı, Namık Kemal’i tanımıştır ve onun durgun halini yanlış yorumlayarak sorar:

“Üstat, ne üzülüyorsun? Kayık batarsa, nihayet bir candır, üzülmeye değer mi?”

Namık Kemal’in verdiği yanıt yıllardır anlatılır:

“Ben kendi ölümüme üzülmem. Ben ölürsem halkın düşüncesi de ölecek.”

Bu hikâyeyi şunun için anlattım: O dönem Namık Kemal neredeyse tek başına hem kamuoyunu yarattı hem de onu temsil etti. İşte aydın kırımı dediğimiz şey tam da budur. Aydın, bir örgütten farklı olarak kamuoyu yaratır, yön gösterir; sistemin içine bir hançer gibi dalar ve tek başına bir çete savaşı yürütür. Buradan doğal olarak aydın kavramına ulaşıyoruz ki yazının ilerleyen bölümlerinde bu meseleye de değinmek zorundayız.

“Halka siyasal bir kurum yolunu açanlar Genç Osmanlılardır; ‘kamu’ veya ‘amme’, daha doğrusu ‘amme efkârı’, opinion publique sözünü bunlara ve en başta Kemal’e borçluyuz. Tanzimatçılar, ‘okuma’ kurumlarını icat ettiler, ‘Harbiye’, ‘Mülkiye’, ‘Tıbbiye’ Tanzimatçıların marifetidir; ama okunacakları ise Genç Osmanlılar sağladılar. İlk gazeteyi, ilk tiyatroyu, ilk romanı, ilk şiiri, çağdaş insanın beynine hitap eden ne varsa hepsini, Genç Osmanlılar ve başta da Şinasi, Agâh, Ziya Paşa ve kuşkusuz Namık Kemal verdiler.” –Yalçın Küçük

GENÇ OSMANLILAR VE JÖNTÜRKLER’İN KÖPRÜSÜ: MİDHAT PAŞA

Genç Osmanlılar ve Jöntürkler arasında çok değerli bir köprü var ve adına Midhat Paşa diyoruz. “Halk” kavramını siyasetin ve günlük yaşamın merkezine yerleştiren, ilk belediyecilik uygulamalarını hayata geçiren, kooperatif fikrini ortaya atmakla kalmayıp fiilen uygulayan bu önemli aydınımızı anmak gerekir. Araya kısa bir not eklemek gerekliliği doğuyor. Belediyecilik, demokrasiye en yakın biçimdir; halkın en azından yönetime daha yakından ve bire bir katılabildiği bir alandır. Demokrasinin ilk çıkışında, Atina demokrasisinde bu tarifi bulabiliriz. Neoliberalizm tüm dünyada ve ülkemizde en çok belediyeciliğe saldırır ve onu merkeze bağlama eğilimi gösterir. Bu ara notu burada bırakıyorum, başka bir yazının konusu ve bu yazı dizisinin ileriki bölümlerinde tekrar ele alınacaktır.

Midhat Paşa, müstesna bir yenilikçidir. Şakacıdır, kurgucudur; kurucu ve aynı zamanda kurtarıcıdır. Ama en önemli özelliği şudur: Padişah indirip padişah çıkarır. Aziz’i indirmiş, Murat’ı çıkarmıştır. Ardından Murat’ı da indirip II. Abdülhamit’i tahta geçiren yine odur.

“Yakın tarihimizde gençliği güçlü bir aktör olarak siyasete sokan Midhat’tır. Jöntürkler, hem Midhat’ın çocukları ve hem de çoğaltılmış Midhat’lardır...” diyor Yalçın Küçük. Ben de bu sözlere küçük bir ek yapmak isterim: Midhat Paşa bir öğretmendir. Yetiştirir. Olmayan halktan öncü öğrenciler çıkarır, onları eğitir, dönüştürür.

Aydın tanımına bir adım daha yaklaşmış oluyoruz: Aydın, hem tek başına bir çetecidir hem de yeni çeteciler bulup onları yetiştiren kişidir.

Midhat Paşa’yı daha yakından tanımak isteyenler için ise kitap önerim: Karanlıktan Doğan Aydınlık: Midhat Paşa.

“İntelligentsiya” sözcüğü Rusçadan geçmiştir; bugün bizde daha çok “intelijans” olarak kullanılır. “Entelektüel” kelimesinden ayrılır: Entelektüelde eylem yoktur, intelijansta ise düşünce eylemle birleşir. Yani burada eylemli düşünce söz konusudur. Rusya’daki Narodnik hareketinde bu ayrımı açıkça görürüz. Hareketin çoğu mensubu iyi ailelerden gelen, eğitimli insanlardır ama onları asıl farklı kılan, içlerinden gelen o dinmeyen eylem iradesidir. Jöntürk hareketini Narodniklerle kıyaslamakta bir sakınca görmüyorum; hatta daha yakın geçmişimizdeki 68 kuşağı için de benzer bir yaklaşımda bulunulabilir. Jöntürkler de 68 gençliği de eylem üzerinden biçimlenmiştir; okumuş, iyi aile çocuklarıdır ve sistemin dışına çıkma cesareti gösterirler. (Evet, bu söylediklerimin hızlı ve kabaca söylenmiş şeyler olduğunun farkındayım. Ama bir makale içinde bu tür tartışmaya açık konuları dile getirmekten de geri durmak istemem.)

Yine Yalçın Küçük’ten devamla alıntılarsak: “Derin olmayan ayrılıkların şiddetli kavgacısı oldular ve sürekli ayrıştılar, şiddet uygulamadan ayrışmayı bilemediler. Yöneten çevreler içinde yer almaları, programlarını sürekli ayrışarak geliştirmeleri, şiddet uygulamayı bir dil kabul etmeleri; bütün dillerde yazılmış politika kitaplarında Jöntürkler için verilen en yaygın tanımlar arasındadır.” Tarih bir sürekliliktir ve toplumsal hafıza kolay kolay silinemiyor. Bu tanım bize aslında 68 gençliğinin ne kadar da Jöntürklere benzediğini gösteriyor.

JÖNTÜRKLER’DEN İTTİHAT VE TERAKKİ’YE

Jöntürklerden İttihat ve Terakki’ye ulaşıyoruz. Hatta doğrudan devamı da denebilir. Hayalciydiler; ama yalnızca kurucu olmakla yetinmediler, savunmayı da her zaman ön planda tuttular. Vatanlarına bağlılıkları hiçbir zaman sorgulanmadı. Ama tarih hep yeniden yazılandır. Onlardan sonra gelen tarihte, yeni tarih yazımında bu karakterlerin hep kötü yönleri öne çıkarıldı. Her devrim kendisine yeni tarih yazar. Bu duruma da bu anlamda bakmak gerekir.

Kendilerini Avrupa’dan veya Batı’dan dışlanmış hissettiklerinde hemen yeni bir örgüt kurdular. Balkanlarda Edirne’nin düşmesi, İttihatçıları Doğu’ya yönlendirdi. “Umur-u Şarkiye Dairesi” yani “Doğu İşleri Dairesi” kuruldu. Durmadılar. Son Teşkilatı Mahsusa başkanı Hüsamettin Ertürk’ün anılarında da anlatıldığı üzere, Batı’dan umudu kestiklerinde İslam âleminin liderlerini İstanbul’a getirmeye başladılar. İşte bu dönemde Panislamizm doğuyor. İslam dinine büyük inançları dolayısıyla değil, kurtuluşu Doğu’ya kayarak elde edeceklerini düşündükleri için.

Elbette bütün bu konular bu makalenin sınırlarını fazlasıyla aşıyor, değinerek geçmek zorunda kalıyorum. Asıl amacım ise o dönemin devrimci, aydın tipolojisini ana hatlarıyla verebilmek.

İttihat Terakki demek, ihtilalcilik demektir. Öyle ki tek başlarına bir ülkede devrim yapabileceklerine inanacak kadar güvendiler kendilerine. Enver’in Panislamizm’den Bolşevikliğe kayması, bir süre Basmacılara önderlik etmesi vs. daha birçok örnek verilebilir. Bizim 25 yıl önce yazdığımız Avrasya’da Devrim kitabının izlerini buralara kadar götürmek, tarihin sürekliliğidir.

Türk solu ihtilalci ruhunu kaybetmiştir. Kendilerini Marksist parti olarak tanımlasalar da birçok partinin asıl kaybettiği şey devrimciliktir.

MECLİS-İ MİLLİ

“Yazılı tarihimizde gerekli yeri bulamamış kurumlardan birisi de Yeşilköy’deki ‘Meclis-i Milli’dir; Mahmut Şevket Paşa komutasında, 31 Martçıların eline geçmiş olan İstanbul’u yeniden almak üzere gelen Hareket Ordusu, karargâhını Çatalca’da kurmuştu ve kurmay heyetinde genç subaylar, başkalarıyla birlikte, Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir yer alıyordu. İstanbul’dan kaçan yenilikçilere de koruma sağlıyordu. Mebusan ve Âyan üyelerinin çoğu can güvenliği için işgal altındaki pay-ı tahtı terk etmişti ve bunlar, Yeşilköy’de gelişigüzel bir araya geldiler, anayasada böyle bir toplantı yoktu ve ayrıca sadece gelebilenler katılıyordu. Kendilerine ‘Meclis-i Milli’ dediler ve Sultan Hamid’i tahtan indirme kararı aldılar. Tam bir ihtilal meclisiydi, ‘Kurucu Meclis’ diyebiliriz. Kuşkusuz bir süre sonra Ankara’da toplanan ‘Millet Meclisi’ ile arasında büyük benzerlikler saptayabiliyoruz; katılan veya hazırlayanların bir bölümü ortak idi ve birincisini bilmek ikincisini anlamayı kolaylaştırıyor.” –Yalçın Küçük

Kemalizm’in yerleşmesinde etkili olan aydın tipolojisini anlamak için Kadro Hareketi mutlaka anılmalı. Ardından, Türkiye’nin Truman Doktrini ile birlikte yüzünü yeniden emperyalizme dönmesi –ya da geçmiş bağlarını koparması– ele alınmalı. 1960 İhtilali, 68 kuşağı ve onun aydını, Yön Hareketi... Tüm bunlar üzerinden aydın tipolojisine yeniden bakmak gerekiyor.

Sözü daha fazla uzatmadan günümüz koşullarında aydın, parti ve devrimcilik ruhu üzerine düşünerek bu makaleyi burada tamamlıyorum. Haftaya görüşmek üzere.