Aydınımızı arıyoruz...
Aydın yön demektir, kaybolan yönümüzü arıyoruz.
Aydın akıl demektir, kaybolan aklımızı arıyoruz.
Bir kez daha tekrarlamakta fayda var: “Bakmak, teorik bakmaktır.” Teorik bakmak, güncelin karmaşasından kurtulup, genel yapıya ulaşmaktır.
İzmir Belediyesi işçi grevinin düşündürdükleri üzerinden ilerlemek istiyorum. Fakat amacım olayı deşifre etmek, olayın izlediği seyri anlatmak değil; yapmak istediğim, sadece kafalarda oluşan çelişkilere bir yenisini eklemek ve yeni sorular ve/veya sorunlar üretmek.
Aydının görevi çelişkileri netleştirmektir, keskinleştirmektir. Söylenmeyecek olanı söylemektir. Aydının görevi tüm kalıpların dışında, yeni kalıplar oluşturmaktır. Türk Marksizm’inde kalıpları zorlamak, kalıpların dışına çıkmak hep bir yalnızlık ve korku öğesidir.
Metin Çulhaoğlu, Bin Yılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu adlı kitabında aydını ve Türk solunu şöyle tarif eder:
“(...) Sonuçta, Türkiye sol hareketinde özel ruh halleri, kırgınlıklar, öfkeler, düş kırıklıkları, kandırılmışlık duyguları, pişmanlıklar ve benzeri duygular gerektiğinden çok belirleyici olagelmiştir.”
Hemen arkasından bir anı daha ekleyelim. Arif Damar bir anısında Yalçın Küçük için şöyle söylüyor:
“Türk solcusunun tek korkusu hata yapmak. Hata yaparsak bizi komünistlikten atarlar diye korkuyorlar. Onun için yeni bir şey söylemekten ödleri kopar. Bir tek Yalçın Küçük her aklına geleni söyler. Ama hiç de komünizmin dışında kalmaz.”
MARKSİZM’İN DIŞINA DÜŞME KORKUSU
Bu yazıda dört isimden bahsedeceğim, bunu bilerek yaptığımı da başta söylemekte sakınca görmüyorum. Aydın duruşundan bahsederken çok değerli aydınları yeniden hatırlatmak istiyorum. Bunlardan birisi, Aziz Nesin, değerinin bilinmediğini düşünüyorum. Bir diğeri Metin Çulhaoğlu, ancak yokluğuyla değerinin anlaşıldığı kişi olarak hatırlıyorum. Yalçın Küçük ise delilikle dâhilik arasında yaftalanmış ve gerçek düşüncelerinin hep uzağında kalınmıştır, buna inananlardanım. Doğan Avcıoğlu ise bize Yön duygusunu ve aydını en iyi tarif edenlerden biridir, öyle değerlendiriyorum. Eylemli aydına örnek verilecek en önemli kişilik olduğunu düşünüyorum. Bazen bize düşen tarihi görev, sadece bu hatırlatmaları yapmak, bu isimleri unutturmamak oluyor.
Türk solcusu yeni olandan korkar demiştik, en çok da Marksizm’in dışına düşer miyim korkusu hâkimdir. Metin Çulhaoğlu’nun şu tespitine katılmamak mümkün mü:
“Marksizm’in siyasallaşması, doğrudan ve basit bir çizgi uzanımı değil, bir transformasyon sorunudur. Böyle bir dönüştürmede, bu kez Marksizm’in kendisinin güme gideceğinden endişe edilmemelidir.”
***
Aydın içinde eylem barındırır, içinde eylem olmayan kişiye aydın denmez, ancak entelektüel diyebiliriz.
Tam da bu noktada edebiyatımızdan bir örnek vermek ve Oğuz Atay’ın karakter analizlerine bakmak istiyorum.
Önce ışık var, Selim Işık. Amorf, belirli olmayan, Mesih ile aydın arası. Sonra Turgut Özben geliyor. Öz benliğini arıyor: Tutunamayanlar. Tutunmaya çalışıyorlar. Tehlikeli Oyunlar’da artık kahramanını bir adım daha ileriye taşıyan Oğuz Atay, Hikmet Benol’u yaratıyor. Ben olmaya başlayan bir tipoloji. Oyunlarla Yaşayanlar’da, Coşkun Ermiş karşımıza çıkıyor. Ermeye başlıyor, ermeyi, gerçeklerin farkına varıp, gerçek benliğini yerine oturtma olarak anlıyoruz. Sonra gerçek bir bilim insanının romanı geliyor. Mustafa İnan. Yarım kalan romanında ise gerçek aydın tanımına ulaşmaya başlarken, kitap yarım kalıyor: Eylembilim. Bir profesör ama artık eylemin içinde.
Şunu demek istiyorum. İçinde eylem olmayan aydın, aydın sayılamıyor. Bir ara not, liberal solcuların Oğuz Atay’ı kendi benliğinden koparıp karşımıza sadece tutunamayan aydını çıkardıklarını biliyoruz. 12 Eylül’ün ruhuna çok uygun ve bilinçli bir tercihtir. Türkiye solu bunlarla da uğraşmak zorundadır. Bizden olanları kendi cephemize katmak da bir eylem biçimidir. Bu bir cephe savaşıysa, bizde olması gerekenleri, kendi safımıza yeniden kazandırmak da bir mücadele biçimi olarak görülmelidir.
BİLGİ VE KURAM
Bilgi, ancak kuramla anlam kazanır.
Aydın konusu gerçekten büyük bir muamma olarak önümüzde durmaktadır. Ama öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki her Marksist devrimci değildir, her devrimci de Marksist değildir. Bu iki kavramı özellikle tekrar düşünmek gerekmektedir. Türk solunda aydın kırımından bahsediyoruz, elbette bu sorun sadece Türk solunun değil, dünya ölçeğinde bir “Yeni Ortaçağ”dan bahsediyorsak, aydın kırımının da tüm dünya için geçerli olduğunu unutmamak gerekmektedir.
Ortada bulunan çok ciddi sorunlardan bir tanesi de, yoğun bilgi akışının ortaya çıkardığı (ister yabancılaşma diyelim, ister sönümlenme tabirini kullanalım, ister kafa karışıklığı diyelim) kirlenmedir. Buna bir de yeni fenomen sosyal medya akımını katarsak, her bilginin (sahtesi de, gerçeği de) hızla yayıldığı, ortaçağa özgü bir hukuk sistemi olan linç kültürünü de beraberinde getirmiştir. Ötekileştirme artık gündelik bir sorun halindedir. Gazeteciliğin artık tek belirleyen olduğu bir çağda yaşıyoruz, halbuki, bilgi, ancak kuramla anlam kazanır.
Bu dağılma için Metin Çulhaoğlu’nun şu satırlarına göz atmak gerekir:
“Sosyalizmin gelişip güçlenmesi için Marksizm’in bütün sol/sosyalist öbeklere olanca derinliği ile nüfuz etmesi gerekli değildir; ama, kendi içinde derinlikli Marksist damar barındırmayan bir sosyalizmin de, yüzeysel bir popülizmden ve demokrasicilikten ayrışma şansı olmayacaktır. Bugün, dengenin büsbütün bozulmaması için, terazinin Marksizm kefesine yeni ağırlıklar koymak gerekmektedir.”
Güzel, ancak yeterli değil, Metin Çulhaoğlu’nun tarih bilinci kavramının Marksist yorumuna da göz atmak gerekiyor:
“Tarih bilinci, yaşanmış olanın soyutlanmış ve genellenmiş bilgisini belirli bir süreklilik çizgisinde ileriye doğru uzatmak anlamına gelir. Benzerliklerin, ayrılıkların, aradaki özel kopuşların, yinelenebilirliklerin ve devri bütünüyle kapanmış olanların bilgisine, ancak bu bütünlük ve süreklilik temelinde ulaşılabilir.”
Peki bu aydın savruluşu da gerçekten Marksizm’in iç sorunlarından mı kaynaklanmıştır? Metin Çulhaoğlu buna da şu cevabı veriyor. Yerindedir:
“Aydınlar Marksizm’in krizi yüzünden savrulmamış, kendisi savrulduğu için Marksizm’e hep kriz tanısıyla yaklaşmıştır. Özetle, kapitalizmin ya da piyasanın sosyalizme zaferi olarak ilan edilen durumun altında yatan asıl gerçek, egemen ideolojinin, aydını sözcüğün tam anlamıyla çözüp dağıtmasıdır. Ortada gerçekten bir yenen ve yenilen vardır. Ama ne yenen kapitalizm ve piyasa ne de yenilen Marksizm ve sosyalizmdir. Yenen egemen ideoloji, yenilen ise aydındır.”
HABER KASMAK VE İLGİ ÇEKMEK
Habercilik de artık, haber kasarak, daha çok ilgi çekme işine döndü...
Metin Çulhaoğlu gazetecilik ve gazeteciler hakkında adı geçen kitapta şu tespitte bulunur:
“Türkiye, önemlice bir bölümü yarı ve kör cahil olmak üzere ‘gazeteci filozoflar’ ülkesidir. Bu türden filozofluğun hayli ilginç dışavurumları vardır. Örneğin, Ankara’daki siyasal kulislerin içinde haber arayan, seçmenin hangi oy dağılımıyla kime ne mesajı verdiğini çözmekte ustalaşan ve haftanın 4-5 günü güncel siyaset dedikodusu yazan insanlardır.”
Gazetecilik konusuna girmemin bir sebebi var. Lafı eğip bükmeden söyleyecek olursam, bilgi kirliliğinin temelinde gazetecilik (“yeni gazetecilik” demek daha doğru) mesleğinin ve bu mesleği icra edenlerin olduğunu söyleyebilirim.
Özellikle yeni gazetecilik dediğimiz, dijital medya ve sosyal medya aracılığı ile yapılan gazetecilikten bahsediyorum.
Özellikle sosyal medya platformlarının ortaya çıkmasıyla, özgür basın diye bir kavram ortaya çıktı.
İlk bakışta büyük bir özgürlük alanı vaadi vardı. Bu merkez basın için büyük bir riskti. Bilinen en gerçek şey, merkez basının büyük firmaların ve devletin bire bir tekelinde olduğuydu. Buraya kadar doğru ama neoliberalizmin felsefi ayağı olan postmodernizm, her şeye özgürlük vaadinde, merkezdeki her şeyi yıkmayı göze almıştı, içinde bazı riskleri barındırsa da.
Ama unutmamak gerekiyor, her özgürlük yanında çürümeyi de getiriyor, postmodern toplumda.
Sol bir süre sosyal medya ve dijital medya alanına mesafesini korusa da, kaçınılmaz son solu da bekliyordu. Bu konu başlı başına bir kitap konusu olduğu için lafı uzatmıyorum.
Bir süre sonra, düşünce adacıklarının oluşmasına, tartışma alanlarının yok olmasına uzanan bir gerçeklik oluştu. Klavye solculuğu diye bir şey çıktı mesela ortaya. Daha geniş kitleye ulaşmak isteyen fenomenlere benzeyen gazeteciler de ortaya çıktı. Tik-Tok fenomenlerinin daha fazla takipçi kazanabilmek için olmayacak hallere bürünmeleri gibi, sınır sürekli ileriye taşındı. Daha çılgın, daha önce, daha uyduruk, daha iç gıdıklayıcı haberler ve yorumlar ortaya saçıldı.
Youtube haberlerinin çok ilgi çeken başlıklarla başlayıp, en olmadık biçimde sonlanması, başlıkla içeriğin nerdeyse alakasız oluşu daha görünür daha okunur hale gelmenin bir buluşu oldu.
Habercilik de artık, haber kasarak daha çok ilgi çekme işine döndü...
***
Bu kısa aydın tanımlamalarını ve aydınlarımızı andıktan sonra asıl konumuza dönebiliriz.
Bir grev yazısı yazılacaksa ve bir aydın itirazı dillendirilecekse Aziz Nesin’i anmadan geçemeyiz:
“Sarı sendikacılık ve sarı grevdi; Aziz Nesin buna işaret ediyordu, fabrikalarda stoklar çok artmıştı, satış krizi çok derindi, Renault türünden çok büyük işletmeler üretimi durdurmuşlardı; Demirel hükümeti çaresizdi, ihracat kapısını zorlamak üzere küçük küçük devalüasyonlar yapıyordu ve işte bu sırada, birdenbire, DİSK, metal işleyen işkolunda, 25 büyük işyerinde grev ilan etti. Büyük sermaye bayram yaptı ve lokavt ile cevap verdi. DİSK işte o gün çöktü, 30 Mayıs 1977 tarihinde idi ve 12 Eylül’e üç yıl vardı; biz darbeyi silahsızlanmış, "désarmé" bir halde karşıladık. Hepsi budur. DİSK’i çökerttiler.
İşte Aziz Nesin’in ‘Büyük Grev’ yazısı bu zamandadır ve harikadır; ben Yürüyüş dergisinde bir ekonomi-politik şaheseri ilan ettim. İyi mi yaptım, bilmiyorum; ‘Aziz Nesin Sen Nesin?’ kampanyası başlattılar ve bana da ‘Küçük Balık’ demekle hakaretler yağdırdılar. Kimler mi; kimler yok ki, Atilla Coşkun ve Aydın Engin’i zikretmekle yetiniyorum.
Artık Aziz Nesin hiçbir toplantıya gidemiyordu, bindirilmiş kıtalar vardı, ‘Aziz Nesin sen nesin?’ deyu bağırıyorlardı, terk edinceye kadar sürdürdüler. Çaresiz kaldığını biliyorum.”
Bunları Yalçın Küçük’ün anlatımından öğreniyoruz. Hatırlayan ve hatırlatan sadece Yalçın Küçük değil elbette, daha birçok kişi sonradan aklı başında olduğunda bu olayı böyle hatırlıyor. Ahmet Ümit de bir söyleşisinde bu olayı hatırlıyor:
“Geçmişte bir olay hatırlıyorum. Aziz Nesin, DİSK’in büyük grevinde bu grevin yanlış olduğunu anlatan bir hikâye yazmıştı. Çok iyi hatırlıyorum. Hayatımdaki en büyük utançlardan biridir. Bir kapalı spor salonu toplantısında solcu gençler olarak ‘Aziz Nesin, sen nesin?’ diye slogan atmıştık. Dilim tutulaydı, utandığım en büyük şeydir. Bugün o partiler yok, Aziz Nesin var.”
***
İZMİR GREVİ VE SOL
Peki biz İzmir Belediyesi işçi grevine nasıl bakacağız? İlk gördüğüm şu oldu: Sol, işçi lafını duyunca Marksist damarı kabarırcasına olayın üstüne atladı. İşçi düşmanı görünmemeliydi ve Marksistliğinin sorgulanmaması gerekiyordu. Başta da belirttiğim gibi olayın içyüzü ile ilgili hiçbir şey demiyorum, benim itirazım her işçi eylemi sosyalist bir içerik taşır inancının Marksizm’e uzak bir olgu oluşudur. Marx’ın tespit ettiği gibi, toplumun karmaşık ve çelişkili bir bütün olduğu, her şeyin her şeyle bağlantılı olduğu ve tikelin ancak tümelle ilişki içinde kavranabildiğidir. İşte tam bu noktada aydınlara ve düşünürlere ihtiyaç doğar. Bu iş gazetecilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir.
Polonya’da, sosyalizmin yıkılışında büyük rol oynayan Leh Valessa’yı hatırlıyorum. Sendika liderini ve işçi eylemlerini. Venezuela’da Chávez’e darbe girişimini ve işçi ayaklanmasını, Şili’de tencere-tava eylemini, Ukrayna’da ve Balkan ülkelerindeki renkli ayaklanmaları vb. daha birçok ters örnek verilebilir. Yani her işçi eylemi ve her halk hareketi solcu değildir. Dediğim gibi burada sadece akıllara yeni bir çomak sokuyorum.
Bu itirazlarımı dile getirdikten sonra belediyelere de bir bakmak gerekiyor.
Bilindiği üzere neoliberalizm ilk olarak ulus devletlere ve ulus devlet fikrine saldırdı. İkinci büyük başarısı ise özelleştirmeler ve kamu kuruluşlarının elden çıkarılıp özel firmalara satılmasıydı. Kamu kuruluşlarının neoliberal dönemle birlikte özelleştirilmesinde kullanılan ideolojik tema hep şu olagelmiştir: “Bu kuruluşlara hep kendi adamlarını yerleştirdiler, kapasitesinin çok üstünde işçi çalıştırıyorlar ve bundan dolayı hep zarar eden kuruluşlar, özel bir firma olsa bunları kâra geçirir...” vs. Bu sayede, sağlık, eğitim, yollar özelleştirildi. Belediyeler de bundan nasibini aldı ve belediyeler bütün işlerini taşeron firmalara verdi.
Şimdi İzmir Belediyesi, tam da bu argümanla bine yakın işçiyi işten çıkarma kararını bildirmiş bulunuyor. Elbette bu noktada önümüze oldukça karmaşık yapısal sorunlar ortaya çıkıyor:
1. Belediyeler nasıl yapılardır?
2. Belediye iştiraklerinin özelleştirilmesi ve taşeron firmalara terk edilmesi.
3. Belediye seçimlerinin ve sonuçlarının yeniden tartışılması.
4. Elbette son olarak siyasal konjonktürde taraf olmak ve ne tarafta olduğunu bilmek.
Sistemin belediyecilik olgusunu ortadan kaldırması ve daha çok merkeze çekmesi ise başka bir konu ve üzerine uzun bir yazıyı hak ediyor. Gelecek haftalarda belediyecilik üzerine yazmayı düşünüyorum.
Konumuza dönecek olursak, ortada olan bir şeyi gerçekten tartışıyor muyuz ve tartışmamızı sola katkı yapacak hale getirebiliyor muyuz? Yoksa hep bir kalıptan bakıp, üzerine bir şeyler söyleyerek, hem kendimizi antikomünistlikten sıyırıp, içimizi mi rahatlatıyoruz?