Yargıya tarihi çağrı

19 Mart darbesi “Oy Kırım” olarak gündemimizi o günden bugüne belirliyor. Kullanılan yöntemler hepimize “Ergenekon” ve müştemilâtı travmaları hatırlattı.

Ekrem İmamoğlu’nun yargı üyelerine yönelik “haksızlıklara müdahale” çağrısı bu yazıyı daha gerekli hale getirmektedir. 19 Mart darbesi “Oy Kırım” olarak gündemimizi o günden bugüne belirliyor, belirleyecek. Kullanılan yöntemlerin aşinalığı hepimize “Ergenekon” ve müştemilâtı travmaları hatırlattı. İftira seyrüseferi aynı veya benzer kişiler eliyle yürütülmekte. Ancak 25 Nisan itibarıyla soruşturmalar -yine siyasi tarihimizde kullanışlı bir kavram olan- “İltisak” kanalıyla herhalde ailelere de sıçradı. 17-25’de bu işlerin klan-aile eliyle ne şekilde yürütüldüğünü izledik.

Suç tek başına işlenmiyor malum. İşte bu noktada iltisak haklı bir konuma geliyor. Suçlanan kişilerin mallarının müsadere edilmesi Osmanlı döneminden beri varit, modern hukukta bunun yeri var elbet ama malın tamamına yani suç işlendiği tarihin öncesindeki mallara da el koymak yok. Suçla elde edilen malı ve mülkü tespit edip onun hakkında bir tasarruf yapmak gerekiyor kuşkusuz. Ancak bu işleri yapan kişiler “Kervan yolda düzülür” tarzı daha konforlu ve kullanışlı olduğu için bu yola tevessül etmiş, modern hukukun “ince eleyip sık dokuyan” tarzına gerek görmemiştir. Acele de vardır zahar, kararlar artık iliklenmeyen cüppelere göre verilmemektedir.

HITLER GİBİ KARAR VEREN MAHKEMELER

Hitler’in yargıçlarından Nazi hukukunu kurumsallaştıran en önemli isimlerden olan Roland Freisler rejim yanlısı tutumunu hiç gizlemiyor, mahkemelerde Nazi selamı veriyor, sanıklara sık sık bağırıyor ve hakaret ediyordu. Hitler’e yazdığı bir mektupta, “Führer’im; halk mahkemeleri bundan böyle bir karar verirken, sizin nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar vermeye çalışacaktır” diyordu. Hasılı referans olarak Hitler’i alıyor “Bu sanık hakkında Führer ne karar verirdi” diye empati kurup hükmü öyle veriyordu. Sanık dediğime bakmayın kişiyi peşinen suçlu kabul ediyorlardı. Öyle modern hukuk gibi usul önceliği vb. şeylere gerek yoktu hani.

Sonra ne mi oldu? ismi dahi yazmayan bir mezarda unutuldu. “Yaşanan anın” sonsuz olduğunu, düşünenlerden biri de oydu. Gelip geçici haksız-hukuksuz rejimlerle küpü dolduralım derdinde olanlar mutlaka hesabını ağır ödüyorlar. Rejimi âbâd edenler terk-i mekân ederken, onlar acımasız bir hesaplaşmanın kurbanı oluyorlar. Bu, tarih boyunca böyle oldu. Yine olmaması için bir sebep yok elbet. Yaşanan anın sonsuz olduğunu düşünen ya da “Seni yeneceğim ulan İstanbul” gibi “Bu sefer ben becereceğim” diyenlerin hüsranıyla doludur tarih.

NAZİLERDEKİ “AKRABA SORUMLULUĞU”

“Sippenhaft” kavramı Nazi Almanya’sında yaygın olarak kullanılan ancak orta çağlardaki Germenlere kadar giden bir uygulama. Akraba, aile sorumluluğu vb. yorumlanabilir. Naziler bu hükmü o kadar genişlettiler ki mesela Çekoslavakya valisi, bölge sorumlusu olan Heidrich suikastı sonrası bu saldırıyı yapanların köyleri dahi yakıp yıkıldı. Himmler’in ardından SS’lerin iki numarası olan Heidrich kendisine o kadar güveniyordu ki korumasız olarak sadece şoförüyle yola çıkıyordu. Bir dönemeçte yapılan pusuda ağır yaralanmış, sonrasında iyileşirken, atılan bombanın parçaladığı koltuğun içindeki at kılının yarattığı komplikasyon neticesi ölmüştü. Bir gün önce gülücükler dağıtıp pusuyu nasıl atlattığını anlatırken ani ölüm herkesi şaşırtmış, Nazilerin intikamı ağır olmuştu.

Yani bütüne müsaderenin bir türü bu kez cana yönelik gerçekleşmişti. İsteyen bu olayı Atentat (1965), Anthropoid (2016), The Man with the Iron Heart (2017) filmlerinde izleyebilir, üçü de mükemmeldir, tercih zordur.

HITLER SUİKASTI

Yine Hitler’e yapılan meşhur suikast sonrası olaya karışan herkes ailesiyle birlikte cezalandırılmıştı. Saldırı başarılı olsaydı Almanya’nın tarihi kuşkusuz farklı bir yöne evrilecekti. Planı yapanlar 2008’de filmi de yapılan adını Wagner’in libretto ve bestesinden alan “Operation Valkyrie” ile bu saçmalığa son verecek şerefli bir teslim olmayla Almanya’yı yeniden inşa edeceklerdi. Ancak Hitler’in ezoterik güçlerine mal edilen bu olay kendisi için bir şans olsa da sonraki zamanlarda el ve kolda görülen istem dışı titremeleri gizlemek için bayağı bir çaba sarf etmek zorunda kalıyordu ölümsüz Führer!

Nazi komutanları Sippenhaft hükmü nedeniyle hukuksuz bütün işleri ama gönüllü, ama gönülsüz yapıyorlardı. Polonya’dan çıkarlarken generaller yine bu hükme dayanarak bölgeyi yerle yeksan etmişler, birçok tarihi eseri imha etmişlerdi.

Bu bakımdan Fransa şanslıydı mutlaka. Bölge komutanlığına yeni atanmış olan Von Choltitz de Sippenhaft nedeniyle ailesinin cezalandırılacağından korkmaktadır. Karargâhı, Le Meurice otelinde kendisiyle görüşen İsveçli diplomat, iş insanı Raoul Nordling ile uzun pazarlıklar sonucu, ailesinin kurtarılması şartıyla Paris’in yeraltından ağır bombalar döşenerek yok edilmesi emrine uymamış, bunu iptal ettiğini astlarının şaşkın bakışları altında bildirmişti. Von Choltitz anın sonsuz olmadığını anlamış ve bunun ödülünü de az bir ceza alarak görmüş, tarihe “Paris’i kurtaran adam” olarak geçmişti. Bu süreci de anılardan yararlanarak 1966’da çekilen “Paris Brûle-t-il” ve 2014 yapımı “Diplomacy” filmlerini söyleyerek bitireyim.

Yani Sippenhaft Reich içinde aile ve yakın çevreyle sınırlanırken, işgal ülkelerinde bölgesel cezalandırmalara, yok etmelere doğru bir yol izleniyordu.

MÜSTEKRİBİN MÜSTAZ’AFA

Antik Yunandan bir kavramla Foucault vesilesiyle bilinir olan “Parrhesia” yani “doğruyu söylemek” kavramıyla devam edeyim. Ama bu doğru, öyle üstün astına, Ali Şeriati’nin kavramsallaştırmasıyla müstekbirin müstaz’afa söylediği değil, bunun tam tersi yani söyleyenin canı yanacak. Mustazaf kıyam edecek yani. Öyle kral soytarısının sınırsız mavrası gibi değil. Zira o zaten meczup muamelesi görüyor. Akıl baliğ olacak ki bedel ödesin, canı yansın.

Hukuk ve siyasi tarihimiz Sippenhaft’a doğru yol almaktayken Ekrem İmamoğlu’nun çağrısıyla Parrhesia haykırışlarını, çığlıklarını beklemektedir. Yaşadığı anın sonsuz olduğunu düşünenlere “Bu da geçer yâ Hû” diyecek tarih elbet.

Vesselam, bu da neredeyse bir kanun.