Marx’ın o meşhur teziyle söyleyecek olursak: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Bu cümleyi şöyle değiştirirsek bir sorun olacağını sanmıyorum: “Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir.”
Peki, içinde yaşadığımız dünya ve siyasal gelişmişlik bu düzeyde mi?
Bazı araştırmacıların söylediği gibi “beyin çürümesi”sinin yaşandığı bir çağda, dünyayı anlamak bile devrimci bir görev olarak önümüzde durmuyor mu?
Soru, basitliği kadar, içerisinde çetrefilliği de taşıyor; o yüzden basit olduğu kadar oldukça zor bir soru var karşımızda.
Peki, her tarihsel dönem politik olarak aynı cevabı kabul eder mi?
Uzun bir ortaçağın sonuna gelmek üzereyiz ve bir geçiş sürecindeyiz. Rosa Luxemburg’un, “Ya barbarlık ya sosyalizm!” sözü ise sanki bugünler için söylenmiş bir söz olarak önümüzde durmaktadır.
Asıl soruya böylece ulaşmış oluyoruz. “Yeni Ortaçağ”dan çıkış dünyayı yeni bir savaşa mı sürükleyecek, yeni bir devrimci uyanışa mı sahne yaratacak?
Elbette bu sorunun cevabını ezilen sınıfların ve halkların mücadelesi belirleyecek. (Kendiliğindenlik değil, mücadele.) Peki bu “Yeni Ortaçağ”ın yarattığı insanı biz gerçek anlamda tahlil edebildik mi? Elbette bu konuda epeyce kitap yazıldı, makaleler yayımlandı. Peki yeterli mi? Diğer can alıcı soru da bu olsa gerek.
Kişisel görüşüm, devrimci durumun oluşabilmesi için insanların kafasındaki kavramların, hatta ve hatta insanın kişiliğinin yeniden tahlil edilip “Yeni İnsan” düşüncesinin oluşmasını sağlamak.
“Yeni İnsan”dan “Toplumsal Kurtuluş”a nasıl ulaşırız, onun derdindeyiz. Biliyorum ki bazıları bunun eski bir tespit olduğunu söyleyecek, belki de demode bulacaklar. Evet, bundan otuz yıl önce yapılan bu tespitler, o güne göre bugün daha fazla can alıcı bir hal aldı.
İşte tam da bu noktada tarihi yeniden okumak elzem hale geliyor.
TANZİMAT HAREKETİ
“Tanzimat hareketini bazı çağdaş yabancı gözlemciler ‘legislation-yasama’ faaliyeti olarak yorumlamışlardır. Gerçekten de Tanzimat hareketi, kanun egemenliğini kurma ve yönetimi yeniden düzenleme olarak görülüyor ve anlaşılıyordu...” tespitinde bulunur İlber Ortaylı, Batılılaşma Yolunda kitabında. Bu tespiti şu anlamda önemli bulduğumu kaydetmek zorundayım: “Yeni Ortaçağ” hem yasalarda hem de insan aklında büyük tahribatlar yaratmıştır.
Şimdi Canavarlar Zamanı kitabımda bunu uzun uzun anlattım. Yasaların ortadan kalkması, “Yeni Mafya Düzeni”ni ortaya çıkarmıştır. (Burada mafya düzeni derken daha geniş bir bakış açısının zorunlu olduğunu belirtmek isterim.) Devletlerin yasaları ortadan kalktığında doğan boşlukta, herkesin kendi yasasını yürürlüğe koyması olarak da yorumlayabiliriz bu durumu.
Demek ki yeniden yasa koyma dönemine gelmiş bulunuyoruz. Hatta yeniden devleti tanımlamak, yeni devleti kurmak zorundayız.
Tanzimat aydını yeni yasalarını el yordamıyla bulmak zorundaydı. Ama bunun için önce kendi aydınını yaratması gerekiyordu. Bu iki anlamda gerekliydi.
Birincisi, Yunan bağımsızlık hareketi sonucunda Osmanlı İmparatorluğu, içerisindeki Rum bürokrasisini kaybetmiş, daha sonraki bağımsızlık hareketleri de diğer azınlıkları farklı yerlere sürüklemişti. Daha önce okuması yazması olmayan Türk tebaa buna büyük oranda hazırlıksız yakalandı.
İkincisi ise zaten Batı medeniyeti dünya üzerinde kendi hâkimiyetini kurarken, geç kalmış Osmanlı İmparatorluğu bir an önce kendini Batı medeniyetine adapte etmek zorundaydı. (Burada Samir Amin’in Avrupamerkezcilik tezlerini başka bir tartışma konusu olarak ucu açık bırakıyorum.)
“Yeni İnsan” için insanı tanımak zorundayız, elimizin tersiyle itemeyiz.
Tanzimatçılar kendi aydınını yaratmak ve bu aydınlarla yeni yasalar ortaya çıkarmak zorundaydılar. Tanzimat aydınları için o yüzden en önemli şey eğitim kurumlarıydı ve bunların yeniden yapılandırılmaları gerekiyordu. Sanayi atılımı yapmak için bile yetişmiş, eğitimli insan gücüne ihtiyaç duyuluyordu.
Tanzimat aydınının diğer önemli özelliği, yetiştirmedir. Her aydın kendi elemanlarını yetiştirmek zorundaydı. Burada bir nevi usta-çırak ilişkisini görmekteyiz. Büyük Reşit Paşa’nın yetiştirmeleri olan Ali ve Fuat paşaları sayabiliriz. Mithat Paşa’nın en önemli özelliği, kendi ekibini yaratması, kendi bürokratlarını oluşturmasıydı. Ahmet Mithat Efendi, Osman Hamdi Bey ve daha niceleri.
“Mithat Paşa’nın yakın çalışma arkadaşları da Osmanlıcı bir kadro oluşturuyorlardı. Tahrirat müdürü İsmail Kemal Bey’di; Arnavut’tu. 1878 yılında Balkanların Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopma tehlikesi üzerine kurulan Prizzen Birliği’nin öncülerindendi. Arnavut ulusçusuydu, ama Arnavut’un Osmanlı ittihadı içinde güçlenip yaşayacağına inananlardandı. Diğer bir yakın çalışma arkadaşı Ermeni Odian Efendi, Hırvat asıllı Kılıç Vasıf Efendi ve nihayet yakın çalışma arkadaşı olan Ahmet Mithat Efendi’ydi...” (İlber Ortaylı)
İttihat ve Terakki dönemi için de aynı şeyleri rahatlıkla söyleyebiliriz. Öncelikle (ne kadar parçalı ve eklektik olursa olsun) kendi aydınını yaratma çabasını göz ardı edemeyiz.
Cumhuriyet dönemini de İttihat ve Terakki döneminin bir uzantısı olarak düşünürsek, ortaya daha önce olmayan bir aydın tipolojisi çıkıyordu.
İSTANBUL'DAN ANADOLU'YA BİR GÖÇ YOLCULUĞU
İstanbul’dan Anadolu’ya bir göç yolculuğuydu bu. Kendi topraklarında kendi aydınını arama çabası. Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Reşat Nuri’nin Çalıkuşu ve Yeşil Gece romanları, Halide Edip’in Sinekli Bakkal’ı hep bu temayı işleyecekti. Karşılaştıkları moral bozukluklarını ve hayal kırıklıklarını bu romanlardan okuyabiliriz.
Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanındaki “Feride” birçoğumuzun tarifinde bir cumhuriyet kadınının temsili, yeni cumhuriyetin örnek kadını olarak karşımıza çıkıyor. İdealist, ülkesinin aydınlığı için her zorluğu göze alabilen öğretmenimizdir Feride. Ama ne yazık ki eğitim sistemimiz o kadar arızalı ki, seveceğimiz birçok şeyi, nefret ederek başlatıyorlar...
Çalıkuşu 1922 yılında yayımlandığında Türk kadın hareketi ve ilerici hareket için çok önemli bir görevi yerine getirmiş oldu. Çalıkuşu’nda Anadolu, ilk idealist ve aydın kızı Feride’ye kavuştu. Sanat eserinin bir fikri ve bir düşünceyi toplum nezdinde yaygınlaştırması çok önemlidir. Bu güçteki kitapların başında Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanı gelir. Hem çok etkileyici bir aşk romanıdır hem de ülkenin sosyal sorunlarını çok güzel aktarır.
Roman kahramanı Feride, İstanbul Erenköy’deki köşkten ayrılır ve Anadolu’nun köylerinde, şehirlerinde öğretmenlik yaparak, “cehalet ve yoksullukla” mücadele eder. Sonunda sevdiğine de kavuşur.
Çalıkuşu ideolojik bir roman değildir, ancak ideolojik romanlardan daha etkili olmuştur. Romanı okuyan o dönemin genç kızları Anadolu’da öğretmenlik yapmak için sıraya girmişlerdir. Cumhuriyetin ilk öğretmenleri kadın olsun erkek olsun kendini Feride gibi görmüştür. Bu etki uzun yıllar sürmüştür.
Yeşil Gece’nin kahramanı Şahin bir köylü çocuğudur. Medreseye gönderilir. Ailesi ölünce İstanbul’da bir medresede eğitimine devam eder. Bir gün cihanı kaplayacak “yeşil sancak” rüyasıyla girdiği medreseden inancını yitirmiş olarak çıkar. Sonra öğretmen okuluna girer ve mezun olur. Tayini İstanbul’a çıkmasına rağmen o Anadolu’ya gitmek ister. Anadolu karanlığına bir nebze olsun aydınlık götürmektir amacı: “Evet, zavallı memleket, asırlardan beri yeşil bir gece içinde yaşıyordu.”
Belki tarih tekerrürden ibarettir. Bunu tamamen size bırakıyorum. Türk edebiyatının özellikle bugünlerde Reşat Nuri gibi yazarlara, Çalıkuşu’nun Feride’sine, Yeşil Gece’nin Şahin Efendi’sine ihtiyacı var. Çalıkuşu ve Yeşil Gece karanlığa sıkılan bir kurşun gibidir.
1920’lerden bugünlere gelindiğinde aslında pek bir şeyin değişmemiş olduğunu görüyoruz. Nâzım Hikmet 22 Kasım 1943’te, Memet Fuat’a yazdığı mektubunda şöyle der mesela:
“Reşat Nuri’nin sana bir romanını tavsiye edeyim, onu oku:
Yeşil Gece.”
Roman 1963 yılında Rusçaya çevrilmiş ve önsözünü de yine Nâzım Hikmet yazmış, aynen şöyle demiştir:
“Yeşil Gece romanına gelince o, Reşat Nuri’nin en derin eseridir. (...) Romanın yayınlanması üzerinden 35 sene geçmiştir, fakat kitap evvelkisi gibi asridir ve hatta günün hadisesidir. Bu eserin merkezini teşkil eden problem bugünkü Türkiye için hâlâ aktüeldir.”
Nâzım 1960’larda bunu söylüyor, yıl 2025 ve hâlâ biz aynı karanlık ruhlarla mücadele etmek zorundayız ve hâlâ önemini koruyor Yeşil Gece ile Çalıkuşu.
Ancak bir cahil, toplumu istenilen düzeyde cahilleştirebilir. Cahil olmadan cahilleştirmek zordur.
Hangi ideolojiye sahip olursa olsun bilgili bir insan, toplumu yeteri kadar cahilleştirmez. Ne yazık ki memleketimizde kitap yazanlar, yazdıkları kitap kadar bile kitap okumuyorlar artık. Akademik yıl açılışında rektörlerimizin konuşmalarına bakmanız yeterlidir, bu söylediklerimi anlamanız için.
HER YERDE OKUL OLMAK ZORUNDA
Artık her yerde bir okul olmak zorunda... Yılmadan yetiştirmeli insanlar birbirlerini. Üniversitelerin bittiği, hukukun çöktüğü, cehaletin tek satar olduğu bir ülkede, her sokak, her işyeri, her ev bir üniversite, bir okul olmak zorunda. Usta-çırak eğitimini yeni baştan yaratmak zorundayız. Çalıkuşu, Yeşil Gece Türk gericiliğine atılan en önemli şamarlardır.
Yeşil Gece’nin sonunda Şahin Efendi’ye şunları söyletiyor Reşat Nuri:
“Arkasında kaybolmaya başlayan Sarıova’nın hafif ışıklarına son bir defa baktı. Çok doğru söylemişler. İnkılap denen şey bir günde olmuyor.”
Aydınlanmanın temel mesleği öğretmenliktir.
Yeniden kurulum için, yeniden düşünmek, yeni kadrolar oluşturmak gerekliliği üzerine alıntıladığım bu not, bizim bir kez daha ulus, milliyetçilik, devlet kavramlarını tartışmamız gerektiğini gösteriyor.
Bundan 30 yıl önce bölgemizin devrimci dinamikleri üzerine kitaplar çıkarmıştık. Emperyalizmin aşil tendonunun Avrasya olduğunu, sadece Türkiye değil, devrimci durumun bütün Avrasya için geçerli olduğunu, bunun için de yeniden düşünmeye ve yeniden üretmeye gerek olduğunu dile getirmiştik. Biz bunları yazdıktan sonra “Avrasya” diye nitelediğimiz bölge, birleşmek yerine, etnik milliyetçilik, aşiret ve yeni İslami fenomenler tarafından daha da ayrıştırıldı.
"YENİ İNSAN"İ NASIL YARATACAĞIZ?
Bu uzun girişi yaptıktan sonra konumuza dönebiliriz. Yeni bir dönem için “Yeni İnsan”ı nasıl yaratacağız?
Elbette bu sorunun cevabı, bu yeni dönemin insanını tanımakta yatıyor ve elbette tarihi yine/yeniden okumak ve yeni yollar keşfetmek zorunluluğu doğuyor.
Güncel siyasi gelişmelerin (özellikle içinde yaşadığımız bölge için) çok yakıcı olduğunu göz ardı etmeden, ama güncel siyasetten de uzak durarak yapmak zorundayız bunu. Popüler kültürün eski siyasi aktörleri de içine aldığını, herkesin komplocu basitliğiyle popüler kültüre teşne olduğu ekini de eklemek zorundayız ve bu bizi ayrı bir tartışmaya götürür.
İlerleyen bölümlerde bunu da yapmak bir zaruriyet olarak önümüzde durmaktadır.
Yazının devamında kısa bir Türkiye aydınlanma tarihine göz atmaya ve yeni çıkarımlar elde etmeye çalışacağım. Haftaya görüşmek üzere.