Yeni Soğuk Savaş-Yol Ayrımındaki Dünya 2

Yeni Soğuk Savaş” devam ediyor ve biz bir öncekine bakarak kendimize bir yol çizmeye çalışıyoruz. Yeni dünya Yeni Soğuk Savaş stratejisiyle belirleniyor.

Abone Ol

Aslında bu hafta yazı dizisinin konusu Sovyetler Birliği ve Amerika arasında başlayan soğuk savaşa bakmak, kavramsal, siyasal ve içerik olarak tahlillerde bulunmak, çözümlemeler yaparak ilerlemekti. Bir tez olarak ortaya attığım “Yeni Soğuk Savaş” kavramını açıklamak için önce ilkine bakmaktı amacım. Ancak gündemimiz o kadar yoğun ki, bu hafta gelişen olaylar ister istemez açıklamayı gerektiriyor.

Okuyucuma bir not eklemek istiyorum. Yazının çok uzun olduğunu biliyorum, hele günümüz okurunun kısa ve taraflı, gerçeğin temeline inmeyen ajitatif gazete yazılarına alışmışken böyle bir uzun yazıdan zorlandığının farkındayım. Ama eğer yeni bir yol açacaksak, okuyucuyu da yetiştirmek görevimiz olmalı. Aslında yazıyı iki bölüme de ayırabilirdim ama güncel olaylarla alakalı olduğu için onu da yapamıyorum ve affınıza sığınarak sizleri bu uzun yazıyla zorlamak istiyorum.

Ama tahlillerimizde odağa sadık kalmak da bir yöntem. Bugün yine odağı Soğuk Savaş olan ve bugünlerde yaşanan gelişmelere de bu gözden bakmak amacım.

Bu noktada ise yöntemle ilgili kısa bir parantez açmak istiyorum.

Bilimsel araştırmada, toplanan bilgilerde, gözlenen vakalar veya olgularda, elde edilen istatistiksel verilerde sapmalar tespit ediliyorsa, özellikle bu sapmalar üzerinde düşünmek, bunların ayrıntısına ve detayına inmek bir yöntem olmalı. Tarih bir bilim ise, tarihe de, tarihi sapmalar üzerinden bakmak da bu bilimin en önemli yöntemidir.

O yüzden içinde yaşadığımız günlere bakarken ve çözümleme yaparken de, sapmalara önem vermemiz, bu sapmalar üzerine gitmemiz önemlidir. Ancak şu da bir gerçektir ki, içinde yaşanılan günlere bakmak, tarihe bakmaktan daha güçtür ve çözümlemelerde hata payı her zaman daha yüksektir.

YEŞİL KUŞAK

Geçmişe bakmanın daha kolay olduğuna bir örnek verecek olursak; 1970’li yılların sonunda ABD yeni bir stratejik yol haritası çizmişti, Yeşil Kuşak projesi denen bu yol haritası, SSCB’nin çevresini İslami bir hilalle kuşatmaktı. Bunu iki şekilde hayata geçirmeye çalıştı. Geçen yazımızda kısmi olarak değindiğimiz ve özellikle IMF ve Dünya Bankası eliyle geliştirilen, Bağlantısızlar Hareketi’ne ket vurmak için tasarlanan Asya Kaplanları projesi. İkincisi 1960’lı yıllarda özellikle Suudi Arabistan üzerinden geliştirilen bir proje. 1962 Mayıs’ında Suudi Arabistan Veliaht Prensi Faysal, 111 ulema mensubunu Mekke şehrinde karşıladı. Bu birliktelikten “Rabıta, Dünya İslam Birliği”ni kurdular. Elbette aynı yıllarda Türkiye’deki İslamcılar “Komünizme Karşı Mücadele Derneği” altında (içinde Fetullah Gülen’in de bulunduğu) toplanmaya başladılar.

Yedi yıl sonra Rabıta daha yasal ve uluslararası bir kimliğe bürünüp adını İKÖ (İslam Konferansı Örgütü) olarak değiştirdi.

Faysal 1965-1966 yıllarında Tahran’dan başlayıp Sudan, Türkiye, Fas, Gine, Mali, Tunus ve Pakistan’a geçerek Asya ve Afrika’daki önemli muhafazakâr İslam devletlerini ziyaret etti. 1979 ile 1980 arasında Türkiye’de ve Pakistan’da yapılan darbeler bu Yeşil Kuşak projesinin bir adımıydı. Türkiye’de Kenan Evren, Pakistan’da Muhammed Ziyaülhak oldukça İslami bir darbe gerçekleştirdiler.

1971’de 900 olan medreselerin sayısı 1988’e gelindiğinde 8.000’e çıkmıştı. Bu dini eğitim, Afganları ve Pakistanlıları Sovyetlere karşı cihat için ideolojik ve askeri eğitime yönelik CIA-Suudi girişiminin bir sonucuydu.

Bunları geçen hafta belirtmiştik ve şimdi gözümüzü 1979 yılında Türkiye’de olanlara çevirelim.

Geçen hafta Soner Yalçın konuya küçük bir giriş yaptı, ondan aktaralım:

“Amerikalı Prof. Albert Wohlstetter (1913-1997), Soğuk Savaş döneminin ulusal güvenlik, askeri planlama ve nükleer strateji konusunda Batı’da hayli etkili stratejistlerinden biriydi.

Beyaz Saray’a, Pentagon’a danışmanlık yaptı. ABD dış politikasını belirleyen düşünce kuruluşlarından RAND Corporation bünyesinde uzun yıllar bulundu.

Öğrencileri; D. Rumsfeld, D. Cheney, P. Wolfowitz gibi neoconlar/yeni muhafazakârları çok etkiledi...

Yıl, 1979 başı... Prof. Wohlstetter sessiz sedasız Türkiye’ye geldi. Kendisi dahil ekibindeki; Savunma Bakanlığı’nda bulunan P. Wolfowitz ve R. Perle gibi öğrencileri de Yahudi idi...

Türkiye’de CHP iktidarı vardı ve antiemperyalist sol hayli gelişiyordu.

Yıl 1979...

Prof. Albert Wohlstetter ve ekibi Türkiye’den ayrıldıktan sonra ülkenin gündemine iki mektup olayı geldi:

- TÜSİAD 15 Mayıs’ta, Başbakan Ecevit’i uyardı...

- Genelkurmay 27 Aralık’ta, Başbakan Demirel’i uyardı...

Bugün biliyoruz ki; ordu, temmuz ayı itibariyle yönetime el koymak için gizli çalışmalara başladı.

Kıbrıs Savaşı nedeniyle ABD ambargo uygulayınca Ecevit Amerikan askeri üslerini kapattı. Stratejist Prof. Wohlstetter’ın gelme sebeplerinden biri üslerin açılmasıydı. Ecevit geri adım atmadı. Ardından:

Başta TÜSİAD olmak üzere ulusal ve IMF gibi uluslararası kuruluşlar neoliberal rejime geçmesi için Başbakan Ecevit’e baskı yaptı. Kabul ettiremediler...

Düğmeye basıldı; petrol krizi, döviz darboğazı, kuyruklar, enflasyon, işsizlik ile Ecevit hükümetinin eli kolu bağlandı. Keza: Suikastlar, katliamlar oluk oluk kan akmasına sebep oldu.

Ecevit düşürülünce iktidara gelen Demirel, 24 Ocak kararları ile neoliberalist rejime evet dedi ve ardından Amerikan üslerini açtı.

1980 DARBESİ VE "İSLAM'IN ALTIN ÇAĞI"

İki solcu Fransız gazeteci Alain Frachon ve Daniel Vernet makalelerinde ve kitaplarında; Prof. Wohlstetter’ın öğrencilerinin (ki bunlara F. Fukuyama, A. Bloom, I. Kristol dahildir) dünyaya neoliberalist/neo-conservative ideolojinin temelini nasıl attığını yazdı.

Fransız araştırmacının verdiği isimle ‘Amerikalı misyonerler’ sadece askeri darbe planlamadı:

İran’da 1979’da devrimle Şii İslam iktidara gelince, Türkiye’de 1980’de askeri darbeyle Sünni iktidar kuruldu. Siyaset bilimci Prof. Taha Parla; dinin, devletin himayesinde hayli güçlendiğini ifade ederek, ‘Askeri darbe İslam’a altın çağ yaşattı’ tespitinde bulundu...

Amerikalı misyonerler öncülüğünde Ortadoğu’da Yahudi-Sünni ittifakı her ülkede derin organizasyonlara başladı.

Evet, Ortadoğu’daki ‘Sünnileştirme’ stratejisinin arkasında ‘Yahudi misyoner’ Wohlstetter ekibinin aklı vardı! İleriki yıllarda CIA Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller filan bu stratejiyi itiraf etti.”

Bu uzun alıntıyı neden yaptığıma gelince; aradan zaman geçtiğinde tarihe bakmak daha kolaydır, Soner Yalçın geçen hafta bu yazıyı yazdı, yani hâlâ akıllarda olduğunu belirtmek için bu uzun alıntıyı yaptım. Aslında bu konu üzerine elbette çok daha geniş kaynaklar mevcut. Neocon diye adlandırdığımız bu grup ile ilgili Merdan Yanardağ’ın kitabını önerebilirim.

Örneğin Osman Balcıgil’in bu dönemle ilgili özellikle Çorum Olayları’nı merkeze alan Yağmur Çiseliyor romanı mevcuttur ve bu kişilerin ülkemize nasıl geldikleri, içsavaşı nasıl kışkırttıkları ve katliamları nasıl örgütlediklerini roman tadında bize aktarmaktadır. Ve bunlar o dönemin Soğuk Savaş stratejilerinin sadece bir örneğidir. Daha çoğu da yazıldı biliyoruz ve burada bırakıyoruz.

Peki bu hatırlatmayı neden yazdım? “Yeni Soğuk Savaş” devam ediyor ve biz bir öncekine bakarak kendimize bir yol çizmeye çalışıyoruz.

Bir uzun alıntı daha yapmama izin verin;

Ferhat Telli’nin hazırladığı, İdeolojilerin Dünya Savaşı, SOĞUK SAVAŞ kitabının giriş bölümünden yapacağım bu alıntıyı:

“Bunun ilk ipuçlarını, ABD’nin SSCB’nin dağılması karşısındaki tutumunda bulmak mümkündür. ABD, SSCB’nin devamından yana bir siyaset takip etmiş, yani Soğuk Savaş’ın sürmesini istemiş, ancak bunu başaramamıştı. İkinci savaş sonrasında ‘güvenlik şemsiyesi’ altına aldığı Almanya’nın ABD ile taban tabana zıt politika izlediği de burada hatırlanmalıdır. ABD’nin tersi isteğine rağmen SSCB’den ilk kopan cumhuriyetleri Ukrayna, Litvanya, Moldovya ve Letonya’yı resmen tanıyan ilk Batılı devlet Federal Almanya Cumhuriyeti olmuştur.

Soğuk Savaş’ın sona erişi, ABD’yi Avrupa’dan çıkıp kendi kıtasına dönmeye mecbur bıraktı. Bugün ABD’nin örneğin Almanya’daki askeri varlığı sembolik düzeydedir.

Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana, dünya siyaseti arenasına damgasını vurmuş hiçbir olayda ABD başarısı görülemez.”

Güzel ve elbette her güzel gibi tartışmalı. Bunları ilerde tartışacağız ama bir netlik var ve o da şu. ABD Soğuk Savaş’ın bitmesini istemedi ve epey tereddütten sonra Yeni Soğuk Savaş’ı başlattı. Konumuzla ilgisi ise şurada, birazdan bu hafta gelişen olaylara bakarken dikkat etmemiz gereken şey, bu yeni hareketliğinin “Yeni Soğuk Savaş” stratejine uyumluluğu.

TOM BARRACK

Şimdi kısa bir hafıza tazeleme yapalım ve yeni atanan Tom Barrack’a bakalım.

Eylül 2011 itibariyle Barrack, dünyanın en zengin 833. kişisi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin en zengin 375. kişisiydi ve tahmini serveti 1,1 milyar ABD dolarıydı.

1982’de Barrack, Reagan yönetiminde James G. Watt yönetiminde Amerika Birleşik Devletleri İçişleri Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı olarak görev yaptı.

Barrack’ın ilk işi, Başkan Richard Nixon’ın kişisel avukatı olan Herbert W. Kalmbach’ın hukuk firmasındaydı. 1972’de firma onu Suudi Arabistan’a gönderdi ve burada kısa süre sonra bir Suudi prensinin squash ortağı oldu.

Barrack’ın büyükanne ve büyükbabası, 1900 yılında Zahlé’den Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Lübnanlı Hıristiyanlardı.

28 Nisan 1947 doğumlu olan Tom Barrack bir Amerikan özel sermaye gayrimenkul yatırımcısı ve halka açık bir gayrimenkul yatırım ortaklığı (GYO) olan Colony Capital’in kurucusu ve icra kurulu başkanıdır. Barrack, onlarca yıldır ABD Başkanı Donald Trump’ın yakın arkadaşı ve bağış toplayıcısıdır ve onu televizyon programlarında temsil etmiştir.

Bunlar Tom Barrack ile ilgili hızlıca herkesin ulaşabileceği açık bilgiler. Ama bu bilgiler bile tam da bu dönemde neden bu kişinin burada olduğunu anlatmaya yetiyor. Elbette daha detaylı araştırmayı gazeteci arkadaşlara bırakıyorum.

“Bence dünya çapında yeni bir strateji şekilleniyor. Her gün penceremden Boğaz’a baktığımda bunu hatırlıyorum, sizinle bu sohbeti yaparken bile, bizden önce kaç medeniyet geldi geçti, kaç siyasi parti, kaç askeri olay yaşandı, halkların odak noktası tarih boyunca kaç kez değişti... Tüm politikalar zamanla dönüşür ve uyum sağlar...” diyor Tom Barrack Habertürk söyleşisinde ve devam ediyor:

“Kabilelerden, bayraklardan ve ulus inşasından bahsettiğimizde, bu yöntem aslında hiç kimse için gerçek anlamda işe yaramadı. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemine bakarsanız, askeri müdahale ve rejim değişikliği fikri ne Amerika için ne de başka ülkeler için başarı getirdi.”

Onun yaklaşımı şu: “Amerika’yı yeniden büyük yapacağım ve Amerika büyük oldukça, diğer ülkeleri de etkileyeceğiz ve onlara şu mesajı vereceğiz: Artık hepimiz kendi ayaklarımızın üzerinde durmalıyız. Ve bu askeri müdahale yoluyla olmak zorunda değil.” Amerika’yı tekrar büyük yapmak, Amerika’nın küçüldüğünün ve zor günler geçirdiğinin, eski Soğuk Savaş günlerini mumla aradığının açık ispatı. Devam ediyor söyleşiye:

“Millet sisteminden bahsettiğimizde aslında mezhepsel bir düzenden söz ediyoruz. Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar, tüm bunlar merkezi bir sistemde, cumhuriyet ya da demokrasi dediğimiz yapıda yan yana yaşayabilir mi? Amerika’da bunun mümkün olduğu kanıtlandı.”

Daha uzatmaya gerek duymuyorum, kısacası şöyle, dünya değişiyor, yeni strateji, ABD silahlı kuvvetleri ile alanlarda olmak yerine, Soğuk Savaş stratejisine yeniden dönüyor, ulus devlet modeli geride kaldı, kimlik siyaseti üzerinden yeni düzen oluşturulacak, Türkiye ise 1923 gerisine yeniden dönecek.

Ahmet Hakan okunmayan gazetesi Hürriyet’te, gerçek olamayacak kadar iyi bir adam: “Tom Barrack...” diye yazıyor ve ekliyor: “İsrail’in nefret ettiği bir adam Tom Barrack. Çünkü Suriye’nin birliğinden yana. Çünkü İsrail’in Suriye’deki kaos planına karşı. Çünkü Suriye’nin güçlü bir ulus devlet olmasını istiyor. Çünkü İsrail’in Suriye’yi parçalamasına geçit vermiyor. Çünkü Suriye’de Türkiye’nin tezlerine yatkın.” Bazen bakmamız gereken yer, tüm söylediklerinin emperyalizme yaradığını bildiğimiz kişiyi tersinden okumaktır.

Kısacası Tom Barrack çok özel olarak bölgeye gönderilmiştir. Peki buradan bizim iç siyasetimize geçebiliriz.

DIŞARIYA EVET İÇERİYE HÖT DEMEK

Böyle dönemlerde birçok şey açığa çıkar. Örneğin AKP dış politikası dışarıya evet, içeriye höt demekti. Dışarıdaki atıp tutmalar tamamen iç siyasete ve seçmene göre belirleniyordu. Şimdi daha açık ve net olarak tarafını belli etmek zorunda kalıyor. AB’ye verdiği hediye açığa çıkıyor, ABD’nin kuklası olduğu açığa çıkıyor (önceden sanki ABD karşıtıymış gibi rol yapabiliyordu seçmenine). İsrail politikası artık açıktır ve görünürdür. Suriye politikası artık görünürdür.

Türkiye, Bogota’da İsrail’in kınanmasına dair eylem planına imza atmadı. Özgür Özel, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın konuya dair savunmasına tepki gösterdi. Özel, “Buradan Hakan Fidan’ı uyarıyoruz. Netanyahu’ya tık yok. Trump’a tık yok. Millet, on iki ülke ne güzel eylem planı alıyor, tık yok. Ondan sonra orada burada geziyor, ikide bir TikTok. TikTok’a video koyuyor, Kurtlar Vadisi koyuyor. Pabucumun kenarı, Kurtlar Vadisi’nden umut besleyen, TikTok’la gençleri kandıracak olan, pabucumun atanmışı, Dışişleri sözcüsü, Dışişleri bürokratı, yazıklar olsun sana!” dedi. Bu çıkışı aslında Özgür Özel’in de kendini ister istemez dış politikada başka bir yere taşımasının ilk adımı olarak ele alabiliriz. Dünya kendisine yeni bir yol haritası çizerken, CHP bunun neresinde yer alacak? Bu elzem soru sadece CHP için geçerli değil, bu soru tüm yakıcılığıyla aslında AKP’nin de önünde durmaktadır.

Menderes’in düşüşünde şu cümlenin önemli olduğu hep söylenir: “Yeni bir dünya kurulur ve biz o dünyada yerimizi alırız.” Aslında şimdi dünya bu söz için daha uygun durumda.

Yeni Soğuk Savaş tezimiz bu noktada yeniden önem arz ediyor. Yeni dünya Yeni Soğuk Savaş stratejisiyle belirleniyor çünkü.

“Şimdi geri dönemiyorlar. Dönüş daha maliyetli geliyor. Ama ileri de gidemiyorlar. Buradan sonrası olmayacak. Bunlara bir çıkış lazım...” diyor özgür Özel ve önemli bir not iletiyor. Geriye dönüş daha maliyetli. Baştan ne hedefledikleri o yüzden daha önemli hale geliyor. Peki AKP bu sürece nasıl geldi, neler düşünüyordu?

Özgür Özel T24 röportajında şu noktanın da altını kalın çizgilerle belirtiyor: “Grup başkan vekillerine söyledim. Meclis başkanı bir açıklama yapsın ve nitelikli çoğunluk kesinlikle aranacak desin, biz de isimleri bildirelim dedik. Yolladığı yazıda yok çünkü öyle bir şey. Bunu söylediği anda üye vereceğiz. O komisyona gidilmesi ve savunulması lazım.” Bunun alt metnini okuduğumuzda şunu görüyoruz. Artık AKP siyaseti belirleyip, CHP ve muhalefet bunun kuyrukçuluğunu yapıp bu konular üzerinde dönmüyor ve belirleyici olan CHP’nin belirlediği siyasete AKP kuyrukçuluk yapıyor. Bunu röportajın ilerleyen bölümlerinde kendisi de açık açık dile getiriyor. “Ama Cumhuriyet Halk Partisi bir reaksiyon partisi değil, bir aksiyon partisi. Cumhuriyet Halk Partisi mesela o komisyonu teklif eden parti, o komisyonda da demokratikleşmeyi yasalar yoluyla bu kadar yasağı, bu kadar baskıyı ortadan kaldırmaya o komisyonu davet edecek parti. O yüzden edilgen değiliz biz. Etken bir siyaset yapıyoruz.”

Açıklamanın önemli bir detayı da daha önceki yazılarımızda belirtiğimiz için, kısaca tekrarlamakta yarar görüyorum. Tarih kimi zaman insanları kendi isteklerinin dışında da kahramanlığa iter, Özgür Özel de buna iyi bir örnektir ve açıklamanın bu kısmı da buna güzel bir örnektir. “Örneğin; o günlerde dediler ki: ‘Sokağa mı davet ediyorsun?’ Ben ilk ‘Yok, sokağa davet etmiyorum. Hakkım makkım’ desem. Şimdi kayyım vardı. ‘Sokaksa sokak, sokağa davet ediyorum’ dedim. Ben bilmiyor muyum? O sokak davetinden sonra akşam çatışmada iki kişinin başına bir şey gelse Demirtaş’tan beter... Adamı aldılar, ‘Direnmeye davet ediyorum’ lafı üzerinden bütün ölümlerin sorumlusu ilan ettiler mesela. Ama bazen ölmeyi, hapse girmeyi göze alamazsan o anda sen bu işin insanı değilmişsin demektir. Yani gelip de Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkanlık koltuğunu kendine yakıştırıyorsan, ‘Ben bu işi yaparım abi’ diyorsan ölünecek gün öleceksin. Gömülecek gün gömüleceksin. Hapse atılacaksan hapse atılacaksın. Her şeyi göze alacaksın. O yüzden ben göze almışım. Karşımdakiler alamazlar. Bu kadar eminim yani.”

Tekrar AKP’ye dönüyoruz ve bakıyoruz: Son açıklamalarından bir tanesi, “Türk-Kürt-Arap.” Bahçeli’nin cumhurbaşkanı yardımcılarının biri Alevi, biri Kürt olsun çıkışı.

Öcalan’ın ilk açıklamasındaki, 1923’ten geriye gitme fikri ve Cumhuriyet’i en önemli engel görmesi.

Bunları çok kısa geçiyorum çünkü gazetelerde epeyce tartışıldı ve herkesin bildiğini varsayıyorum.

Ama bizim işimiz sapmalarla. Neden AKP ve Bahçeli birdenbire bu açılım sürecine geldi? CHP’ye yapılan operasyonlar neden tam da bu zamanda başladı? Yoksa AKP hazırlıksız mı yakalandı? (İddianamelerin içlerinin boş olması bu hazırlıksızlığı net bir şekilde ortaya koyuyor.) Neden acele etmek zorunda kaldı?

Peki son komisyon toplantısına gelebiliriz artık. İyi Parti katılmayacağını deklare etti, CHP salt çoğunluk diyerek katılmaya karar verdi, tabanda ise genel kanı katılınmaması yolundaydı.

Zuhal Kalkandelen Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde süreçle ilgili şu yorumu yapıyor: “CHP’li seçmenlerin büyük bölümü, Öcalan açılımıyla başlayan sürecin emperyalist bir tezgâh olduğunun farkında. Ancak CHP yönetimi, komisyona üye vererek bu sürecin ortaklarından biri olmaya niyetli görünüyor.” Ve şunları da ekliyor: “Bu durumda partiler komisyonda eşit temsil edilmediği gibi, iktidar istediği her şeyi geçirebilecek. Özel’in nitelikli çoğunluk ile karar alma şartı kabul edilse bile CHP’ye ihtiyaç duyulmayacak.” Geçen yazımızda belirttiğimiz gibi barış kavram olarak sadece tek bir gerçekliği açıklamaz, “kirli barış” diye de bir kavram vardır ve Kalkandelen buna da vurgu yapıyor: “Topluma bir ‘barış’ komisyonu gibi gösterilen bu girişimin ABD’nin senaryosunu yazdığı emperyalist planın sonucu olduğu gün gibi ortada.”

Kritik soru şu: CHP bu komisyona dış baskı ile mi katılıyor? Yeni Soğuk Savaş stratejisine evet mi diyor? Yoksa iddia ettiği gibi, komisyonda olanları açıklamak için mi?