Zihniyet Tarihimizde Epistemolojik Dönüşümler: Amele Yanığı

“Ağacın kurdu kendindendir” ne güzel bir sözdür, sürekli üst sosyal sınıflara imrenerek kendimizi yer bitiririz.

Abone Ol

Allahtan şimdilerde pek rastlamasak da tam olarak ne zaman çıktığını bilmiyorum ama o kadar hayatımızın parçasıydı ki ne önemi var ne zaman zihnimize bulaştığının, bizi kirlettiğinin. 1980-90 sonraları diye yuvarlarsak garipsenmez zira zihnimizin dönüşmeye başlaması esas itibarıyla bu yıllardaydı.

Yok o kadar romantize etmeyeceğim bunun öncelerinde de başka kelimeler vardı elbet insanları yaralayan. Her ne kadar hemen hemen hepimiz bu yeni toplumsal düzenden şikayet etsek de en azından benim gözlemlediğim, gözümün ulaştığı yerlerde sistem tam anlamıyla etkin durumda. Yani şikayetler aslında biraz "yok hayır ben öyle değilim" kıvamında gitse de vaziyet tam da budur.

Ne müthiş bir hikayedir hani Gregor Samsa'nın uyandığında kendisinin bir böceğe dönüştüğünü gördüğü Kafka anlatısı. Samsa'nın bundan sonraki yaşadıkları bir distopya öyküsü gibidir. Kafka için vaka-ı adiye olan bu durum bize karabasan gibi görünür ama hayat neler gösterir insana kim bilir.

POPÜLER KÜLTÜRE TESİRLER

Popüler kültür çalışmalarında iki ana akım “Frankfurt Okulu” ve “Birmingham Kültürel Çalışmalar Merkezi” öne çıkmaktadır. Frankfurt Okulu 1920’lerde Almanya’da ortaya çıkmış, Nazilerin iktidara gelmesinden biraz önceleri ABD’ye göçmek zorunda kalan okul üyelerinin çalışmalarıyla dikkat çekmişti. Adorno 1944’te Horkheimer ile yazdığı “Dialektik der Aufklarung, Philosophische Fragmente” kitabında, o tarihe kadar kullanılan “Popüler Kültür” ve “Kitle Kültürü” kavramındaki edilgenliğe, bilinçsizlik haline vurgu yaparak, bilinçliliği ve ihtiyaç yaratmaya dikkat çekerek “Kültür Endüstrisi” kavramın öne sürmüştü.

Ancak onlara karşı Birmingham Okulu merkezli “İngiliz Kültürel Çalışmaları” Richard Hoggart, Raymond Williams ve E(dward) P(almer) Thompson önderliğinde -ve sonraları Stuart Hall elbet- alıcıların da o kadar edilgen olmayıp, işçi sınıfının kültürünü ve direncini güçlendiren bir kültür eleştirisi geliştirilmiştir.

YENİ MODEL YENİ İNSAN

19. yüzyılın sonuna doğru ve 20. yüzyılın başından itibaren teknolojik araçların gelişmesi moda ve eğlence sektörünü de etkiledi. Saray ve çevresinde oluşan moda tabiatıyla köylülerin hem maddi hem de sosyal boyutlarını aşıyordu. Yüzyılın başından itibaren fonograf, gramofon ile müzik demokratikleşmiş sadece saray ya da malikanelerde aristokratlara özel çalınan parçalar sokağa ve evlere girmişti.

Sinema da hareketlenmiş ilk yıldızlar ortaya çıkmış, bunların hayatını gösteren, özendiren dergiler yayınlanmaya başlamıştı. İlk Oscar töreni büyük bir tantanayla basında yer alıyor bir gelenek oluşturuluyorken küçük insanların özeneceği yaşamlar işaret ediliyordu. Terziler modacılara evrilirken haute cauture’den, pret-a-porter’a yani kişiye özelden, kitlesel ucuz ama yine de bir şekilde moda kıyafetlere doğru bir yönelim başlamıştı.

Bu kadar eğlence insanlara yeterdi tabiatıyla hemen ilk dünya savaşı başladı. Uygarlığın filizlenmediği ama büyüdüğü yerler insanı utandıracak bir şekilde birbirine giriyor, Husserl, Heidegger ve sair düşünürler bundan utanç duyuyorlardı, güvendikleri dağlara kar yağmıştı zira. Savaşın bitiminde kuşkusuz ki İspanyol gribinin de etkisi varsa da bir şekilde bitmişti işte. Küçük insanlar yeniden sevinirken yine büyüklerin yarattığı 1929 ekonomik bunalımı patlak verdi. Wall Street’de kendini camlardan aşağı atan balinamsı insanlarda bir rekor kırıldı. O rekor hala daha borsanın kalbinde anti-depresan kullanımında devam etmektedir, daha çoğunu istemenin neticesi budur zira.

Krizin etkileri balinalarda azalırken küçük insanlar hala daha eziliyor, üstüne bir de İtalya’nın ardından Almanya ve İspanya’da da faşizm ortaya çıkıyor, yeni bir savaş yaklaşıyordu. “Swing çağı” kükreyen yirmiler diye tesmiye edilen “Roaring twenties” ile eğlenen küçük insanlar büyüklerin aldığı kararla yeni savaşta cephelere koşuyordu.

YENİ “YENİ MODEL YENİ İNSAN”

İlk savaşla büyük bir güç olduğu kabul edilen İngiltere bu yıkıcı ikinci savaşın ardından galip tarafta yer alsa da yıkılan şehirleri ve ekonomisi yüzünden liderlik pasifik tarafına Amerika’ya geçti, zira ne kadar tazminat alırsan al karşında kendine hayrı olmayan yıkılmış bir Almanya vardı. O kadar ki söylentilere göre bir çanta para götürüp karşılığında ancak bir ekmek alabiliyordun. Enflasyonun ne olduğunu tahayyül edin artık.

Yeni sistem Bretton Woods’da kuruldu. Bu yeni rejim hızla ekonomik ve siyasi uluslararası kurumlarını oluşturup yayılmaya başladı, ardından soğuk savaş ve NATO’nun kurulması ekseninde gücünü perçinledi. İlk sistemde merkez bankalarında altın bulundurulurken bu yeni sistem -yine bir şekilde altın standardı olsa da- doları baz alıyordu.

FRİEDMAN İLE PARAYA TAKLA ATTIRMA

Friedman modeli uluslararası sistem içinde yeni bir aşamaya geçişi göstermekteydi. Bu yeni sistem 1978'de "Washington mutabakatı" ile pekişti. Bu mutabakata göre artık öyle sabit bir para değil daha agresif paradan para kazanma sistemi getiriliyordu. Önceden de böyle değil miydi zaten diyebilirsiniz elbet, tabi ki öyleydi ama sistem tamamen bunun üzerinden yükselecekti artık. Bizimkinden farklı bir sistemi olan ABD'de zaten belirli aileler elinde olan merkez bankası paranın karşılığı altın bulundurma koşulunu kaldırınca kontrolsüz bir şekilde piyasaya para arzı gerçekleşti. Uluslararası sistem dolara endekslenip bu paranın hacmi büyüdükçe ABD'nin batması elinde dolar bulunduranların da batması manasına gelmekteydi, zira artık karşılığında o kadar altın yoktu, hızla küreselleşmeye doğru Bauman'ın bahsettiği akışkanlığı doğru gidiyorduk.

Bu yeni sistem bütün dünyada aktörlerini buldu. Amerika'da Reegan, İngiltere'de Thatcher, bizde Özal ve başka ülkelerde benzerleri ortaya çıktı. Hızla KİT'ler özelleştirildi. Üretim ekonomisinden uzaklaşıldıkça, tefeci, bankacı, sigortacı borçlanma düzeni kökleşti. Artık reklamların teması dahi değişmiş, hizmet sektörüne yönelik gelişmeler artmıştı. Bir zamanlar perifer denilen bizim gibi ülkeler bundan sonra sistemin en önemli dişlilerinden birisi haline gelmişti.

Reklamların teması da işleme sistemi de değişmiş, profesyonel yönetmenler, senaryolar ve ihtimamla seçilmiş oyuncularla kurulmak istenen yeni düzen pazarlanmaya başlamış, kredi kartı reklamları da bu süreçte ortaya çıkmıştı. Üst sosyal gelirden olduğu belli olan yakışıklı erkekler cüzdanını açıyor, kredi kartlarının içinden birini seçerek ödemesini yapıyordu. Kartların çokluğuyla zenginlik bu reklamlarda bir araya getirilerek o yaşama özenen küçük insana tatmin olabileceği kathartik bir rüya işaretleniyor tanıtılıyordu. Sonrasında neler olduğu malum işte hepimiz gördük, “kredi kartı mağdurları” diye bir şey gündemimize girdi. Fukaranın katharsisi buraya kadardı işte.

Üst sosyal statü film, dizi ve reklamlarla pazarlandıkça alttakinin kendine dair hoşnutsuzluğu doruğa vardı. Hayallerle “şimdi ve burada olan” uyuşmadıkça ruhumuzdaki çizik yaraya dönüştü.

Böyle bir süreçte yeni sistem her zaman olduğu gibi eski sistemin kurumlarına ve değerlerine hızla saldırmaktaydı. Tıpkı Hristiyanlığın Paganlara açtığı savaşta bir taraftan onların Tanrıçalarının isimlerini günümüzde de görülen argolardaki fahişe manalarına çevirirken diğer taraftan da bayramlar gibi özel günlerini yeni dinin içine eklemlemesi gibi bir süreç görülüyordu.

BİZİ BELİRLEYEN STATÜMÜZÜN YANIĞI

Tüketim kültürünün statü yanığıyla üretim sisteminin çalışma yanığı da ayrışmalıydı elbet. Birini solarium veya plajda her dönemin tanrısı para ile diğeri cemiyetin her kademesine sabit ve eşit güneşten elde ediliyordu. Bu ikincisi yani orjinal olanın izleri de çok çirkindi (!) üstelik, şöyle bir tişörtün kolunu kaldırdığında her şey açığa çıkıyordu.

Günün birinde hakikaten çok zeki biri, bir sosyolog, bir psikolog hissiyle -belki de espirilerin havada uçuştuğu bir ortamda- bu iki yanığın arasındaki farkı bulup "amele yanığı" kavramını ortaya çıkarmıştır. Sanmayın ki bunu varlıklı biri söylemiştir, belki öyledir ama yaygınlaşması, yani günahı bizdendir hani. “Ağacın kurdu kendindendir” ne güzel bir sözdür, sürekli üst sosyal sınıflara imrenerek kendimizi yer bitiririz.

Gerçekten çok vahşi çok acımasızdır bu ama neye dönüştüğümüzü de bize iyi bir göstermiştir. Evet taktir etmek lazım, “yanık” çok serttir, hakikaten çok sert.