Her ne kadar günümüzde kullanımı seyrekleşse de bu "hayret bir şey ya" ifadesi tedavülden kalkmamıştır hala. Oysa on, on beş yıl öncesine hatta belki biraz daha öncelerine kadar ne kadar yaygındı hatırlayacaksınız. Neredeyse sosyal bir kanundur bir önceki kuşağın kullandığı şeyler diğer kuşaklar tarafından teveccüh görmemesi ya da Hegel, Husserl, Heidegger'in hemen hemen aynı göndermeye gelen (aufhebung) "kaldırma" epoche, "paranteze alma", "askıya alma" kavramları gibi toplumların askıya aldığı kavramların bir müddet sonra değişerek tekrar kullanıma girmesi.
BATI UYGARLIĞININ YOLCULUĞU
Post modernizmin (PM) başlangıcı mimarlığın köşe taşlarından olan Le Corbusier'in tasarladığı "St.Louis apartmanları"nın yıkılışına götürülür. Peki nedir bu herkesin üzerinde konuştuğu PM, aslında kendi mantığı içinde hakikaten çok doğru bir şeydir. O yüzden modernizmi anlatmak lazım önce mefhum-u muhalifi daha sonra çıkacaktır zaten, zira onun ötesi olduğu söylenmektedir.
Felsefe tarihinin soruları dönem dönem değişmiştir. Mesela Yunan felsefesinin ilk sorusu "arkhe" yani evreni oluşturan ilk madde nedir üzerinedir (1). Hakikatende bir şeyi yeni başlatan kişiler evrenin çalışma prensiplerini öğrenme derdinde olacaklardır bu normal. Thales'in bu ilk sorusuyla bizim İonya’da aşağı yukarı MÖ.6. yüzyılda başlayan Yunan felsefesi polis yaşamı geliştirdikçe kurallarını oluşturur. Elbet kurallar oluşunca bu kez etik ortaya çıkar, insanın görevi nedir sorusu görünmeye başlar. Platon'un yazdıklarından Sokrates'in insanları nasıl sarstığı anlaşılır.
HAKÎKATİ İKÂME EDEN HRİSTİYANLIK
Sonra Hristiyanlık ortaya çıkar. Başlangıç dönemleri mazlumdur elbet sonra kurumsallaşıp gücü eline geçirince ilk saldırı o dönemin ifadesine göre güzeller güzeli Hypetia'ya olur. İskenderiye kütüphanesi içindeki güzelle birlikte yerle bir edilmiş kadim bilgelikle bağ kopmuştur, zira kendilerine gelen bütün bilgilendirmelerde Hristiyanlığın yayılması için bu bilginin yıkılması gerekmektedir.
Konstantin sonrası Hristiyanlık giderek güçlenir, Roma ve Bizans denilen Doğu Roma sonrası devletin resmi dini olur. Latium bölgesinin dili zamanla gelişir, yapılandırılır Latince ortaya çıkar. Kilise babaları bu yapıntı dille ilk eserlerini verir. Bundan sonra felsefe artık Hristiyanlık merkezli sorular ekseninde gelişir. Artık hakikati işaretleyen babalar olduğu için kilise dışında bir felsefenin varlığından söz etmek imkansızdır artık.
BİR ANAHTAR OLARAK BAĞDAT VE BEYT-ÜL HİKME
Kitlenen felsefe İslam dünyasında Bağdat'da ortaya çıkan "Beyt-ül Hikme" ile nefes alır. Buradaki çeviri merkezinde Süryaniler önderliğinde harıl harıl Yunanca, Pehlevice, Sanskritçe ve sair dillerden antik klasikler Arapçaya aktarılmaktadır. Mesela tarihte bilinen ilk fabl Beydeba’nın Kelile ve Dimne’si burada çevrilmiştir. Beni Musa denilen Musa’nın oğulları bu süreçte öne çıkarlar. Beyt-ül Hikme’de İslam dünyasının ilk felsefecisi diye bilinen El Kindi şimdi bildiğimiz anlamda editörlük yapar, dil birliği olması açısından belirli kavramların nasıl çevrileceğini söyler. Buranın methini duyan Hristiyan ilahiyatçılar gelip Arapçadan Latinceye çevirilerini yapıp yola koyulurlar (2). Geldikleri kilise okullarında çevrilen kitaplar yani kafir (!) "Aristo" ve "Platon" harıl harıl tartışılır. Aquinalı Thomas zaten Farabi ve İbni Sina ile makul hale gelmiş kafir (!) Aristo ve Yunan felsefesini Hristiyanlıkla uzlaştırma noktası bulunca skolastik felsefe ortaya çıkar. Skolastiklere göre Aristo Muallim-i evvel iken onu tek tanrılı dinle uzlaştırır hale getiren Farabi Muallim-i sanî’dir. Ama yine de felsefe din ekseninde tartışılmaktadır, uzun bir sessizlik hakim olur.
KİLİSE BABALARINDAN SONRA ÖZNE, HÜMANİZM VE PERSPEKTİFİN İCADI
Derken özne felsefesini kuran Descartes gelir diyeceğim gibi sanılabilir belki ama ondan daha öncesi var elbet. Resimde özne bakışı ortaya çıkar.
Brunolelleschi ile perspektif bulunmuştur. Nedir bu perspektif, minyatürlerden bilirsiniz düz bir satıh üzerine iki boyutlu uzam hatta farklı zamanlar dahi işlenmektedir. Osmanlı enderinunda perspektif bulunduktan sonra dahi minyatürün devam etmesinin bu özne bakışının tasavvufi açıdan kabullenilmemesi yüzünden olduğu söylenir. Aynı durum meşk geleneğinde de geçerlidir. Hiçbir saz diğerinin önüne geçemez, muganni dahi sakin sakin kimsenin önüne geç(e)meden şarkısını söylemektedir. Yani ilk popular müzik yıldızımız Münir Nureddin’in nasıl bir devrim yaptığını düşünün artık. Sonrasında Zeki Müren’in majestik sahne gösterilerini de meşk geleneğinden heretik bir kopuş olarak hatırlatayım tabiatıyla ama gazinolar dönemini de bir düşünün hani.
DESCARTES, BACON, LOCKE
Düşüncede özne bakışının Hümanizm ile başladığını söyleyerek Descartes'e gelebilirim. Descartes insanlar için onların yerine düşünen kilisenin -burada Kant'ın "aydınlanma nedir" yazısını da hatırlatarak- yerine bilginin merkezine tıpkı perspektif bakışta olduğu gibi kendi bakışını koyan felsefecidir. Bundan sonra Cogitonun merkezi işte bu yeni dönemin öznesidir. Yeni dönem diyorum zira modernizmler ortaya çıkmaktadır. Neden “ler” çünkü modernizm her şeyde aynı dönemde çıkmamıştır da ondan. Mimarlık, düşünce ve sair sanatlarda yani, öyle aşiret gibi “haydi hep birlikte” diye bir şey söz konusu değildir hani. Bacon zihni yanılsamaya uğratacak putları yazarak özne deneyimini pürüzlerinden arındırma derdindeyken, Locke “Tabula rasa” boş levha olarak geldiğimizi bunları deney ve tecrübeyle doldurduğumuzu söyler. Yani öyle etliye sütlüye karışmayan her şeyi kiliseden bekleyen bir özne yoktur artık.
Aydınlanma başlı başına modernizmde bir köşe taşı. Bireyin kendine güvende pik yaptığı bir yer. Artık aydınlanmış, modern olanın önünde durabilecek kimse yoktur. Bahsettikleri bireyin batılı ve kendi yerel özelliklerine göre olduğu malumdur hani. Bu bakış bir de Fransız devrimiyle taçlanmış yeni düzen ortaya çıkmıştır.
Yeni düzenin yeni dini pozitivizm ve deizmdir. Fransa kaynaklı bu yeni bilim dinine ve ondan biraz önceki aydınlanmaya karşı ilk ve ciddi karşı koyuş Almanlardan geldi. Romantizmle her şeyin ölçülüp biçileceği sosyal fiziğe karşı din bilimleri, eğitim, hukuk, tarih, kültür ve hermenötik, özellikle Dilthey ile manevi ilimler alanında müthiş bir karşı koyuş ortaya çıktı.
Sanayi devrimi, siyasi devrimler yeni bir görünüm ortaya çıkarıyor, Avrupa tam anlamıyla çalkalanıyordu. Her ne kadar daha kavramsallaşmamışsa da “müesses nizam” (3), düşünürler en çok da yeni ortaya çıkan sosyologlar bu yeni düzeni -düzen dediğime bakmayın tam bir kaos- nasıl yerli yerine oturturuz derdine düşerler. Kalabalık kentler, güvenlik sorunu, sanayileşmede fosil yakıtların yarattığı inanılmaz çevre kirliliği, yaygınlaşan fuhuş, barınma, daha sorun olarak kabul edilmeyen çocuk işçiliği bu yeni düzenin çarpıcı gelişmeleridir.
İşte modernizmin ve hatta daha sonra siyasi devrimlerle ortaya çıkacak olan yeni düzenin mottosu, ayakları yere basan, bir müddet sonra ekonomide de "laisses faire" ilkesi ile yola koyulacak olan bu yeni bireyin yoluydu. Aradaki felsefecilere değinmeden geçmem onların önemsizliğinden değil benim bir an önce PM ye gelmek istemem yüzündendir.
YENİ DÜNYA SİSTEMİ
Dünya sistemi oluştukça bu sisteme uyum sağlayamayanlar çatışmalar çıkardılar. Dünya savaşları askeri teknoloji ilerledikçe daha vahşileşiyordu. Yani bu kadar vahşet tesadüfi olamazdı Bauman'ın dediği gibi bizzat modernizmin kendi ürünüydü. Bauman'ın "Modernite ve holocaust" kitabında bahsettiği o müthiş metafor olan istenmeyen Çingene, Yahudi, komünist, eşcinsel, engelliler ve sair insanların çalılar, yabani otlar gibi yok edilmesi sürecine girmiştik.
Yazımın başlarına dönüp PM nin ortaya çıktığı 1972 yani Corbusier'in modernizmin doruğu (?) olan St. Louis apartmanlarının yıkılışından devam ediyorum.
PM tam da bu modernizmin olmadığı bir şeydir. Yani ötesi dendiğine bakmayın ondaki tekçiliğe karşı, çok olanın savunusunda, Marksizm, Descartes, Hegel ve sair büyük sistem kuranların, her şeyi açıklayan, çözen bir çeşit “Deus ex Machina” yaklaşımına karşıdırlar. Büyük anlatıların karşısında küçük anlatıların peşindedirler. Hatta ulus devletler dahi bu düşünceye göre parça parça olmalıdır. Bauman'ın "Post Modernizmin yaptığı en iyi şey insanlığı tekrar kabileler çağına getirmesi" demesi boşuna değildir. Etnik araştırmaların moda olması, kültürel çalışmaların üniversitelerde bölümleşmesi, akademide çok kültürlülük incelemelerinin artması, yeni toplumsal hareketlerin yükselişi hep bu arayışların uzantısıdır. Burada Annales okulunun savaşlarla büyük insanların tarihi yerine yazılmamışlar ve sosyal tarihi geçirmesini Max Planck, Einstein ve başkalarının fizik, Virginia Woolf, Joyce, Proust’un bilinç akışı tekniğinde edebiyat ve Miles Davis ile Schönberg’in müzikteki rollerini de hatırlatayım. Foucault’un açtığı yolda sıradan iktidarın faş olması, onun etkisiyle oryantalizm araştırmaları, Hindistan’da ortaya çıkan maduniyet çalışmaları, Post yapısalcılıkla metnin açılmasının yarattığı çok anlamlı yaklaşım. ve en nihayet queer kuramla tarihte gizli kalanların gizliliklerini kaldırıp açığa çıkması. İsimsiz askerin eşinin de bir hikayesi olduğunun kabulü.
HAYRET BİR ŞEY YA
Dünya o kadar hızlanmıştır ki düşünürler artık zaman-uzam sıkışmasından bahsetmektedir. Öyle ya teknolojinin hızına yetişemiyoruz. Özellikle uçakta 1940'ların sonundan itibaren jet motorlarının ortaya çıkışı, 60'lardan itibaren hava taşımacılığının yaygınlaşmasını getirdi. İlk ve Orta Çağlarda aylar süren seyahat artık saatlere indi, teknoloji geliştikçe fiyat düştü, boş zaman mefhumu, turizm, eğlence, moda, gurme gibi sektörleri patlattı. Velhasıl bir başka anarşi bireyin toplumsal ihtiyaç bağlarının kopup atomize olması yaygınlaştı.
Psikolojide bir mefhum vardır, neye ihtiyacımız varsa onu görürüz, mesela karnımız açsa yemek ile ilgili yerler daha dikkatimizi çeker, "algıda seçicilik" diye kavramsallaştırılır bu durum.
Son dünya savaşı ertesi NATO ile siyasi olarak girdiğimiz sisteme darbe sonrası Özal’ın yarattığı sosyal ve ekonomik politikalarla küllüm dahil olduk. Zaten darbeden biraz önceleri alınan olağan üstü 24 Ocak kararlarının başka türlü yürütülebilmesi mümkün de değildi hani. Yine darbenin yarattığı şok ve format düzeninde kamu işletmeleri üç kuruşlara yabancı ve özel sermayeye dağıtıldı. Önce arpalık haline getirilip zarar yazdırılan bu kuruluşlar devletin elinden çıkınca hepimiz gönüllü alkışladık. Tüm Cumhuriyet tarihini sırtlayan bu kurumları bize unutturmuşlardı.
İnternet devrimi ayrı bir hikâye elbet, onunla birlikte bütün dünya aynılaştı. Özellikle “büyük kent tipi”nin yaygınlaşması da bu süreçte belirdi. Yani İstanbul gibi metropollerde yaşayan biri, parası yetiyorsa tabiatıyla, rahatlıkla diğer dünya metropollerinde yaşayabilecektir. Aynı ulaşım ağı, neredeyse aynı sistemde caddeler, alış-veriş merkezleri bütün büyük şehirleri birbirine bağlıyor. İşte internet de bunun gibi bir etki yarattı, 80’ler ile girdiğimiz uluslararası sistem daha organize bir halde sistemimize girmiş durumda.
Girdiğimiz bu yeni dünya bir feryadı ortaya çıkarmıştır. Bilincimizin bir yerleri sıkıntımızı görmüş binlerce kelimenin içinden bu kelimeleri seçip Saussure'nin söylediği gibi bir dizge oluşturmuştur. O da "hayret bir şey ya"dır işte, Gençlerden pek duymama sebebimiz de budur, niye şaşırsınlar ki onlar bu cehennemin içine doğmuşlardır zira.
DİPNOT
-
Yunan efsanesinin oluşumu batılı aydınların kendi köken arayışlarına gittiği 18 ve 19. yüzyıllarda ortaya çıktı. Lord Byron ve sair kişilerce başlatılan icat Droysen’in 1833 tarihli “Geschichte Alexanders des Grossen” Büyük İskender tarihi kitabında Hellenizm kavramını icat etmesiyle yoğunlaştı. Martin Bernal bu Yunan’ın Mısır kökenlerini 1987’de yayınladığı “Black Athena: Afroasiatic Roots of Classical Civilization, Volume I: The Fabrication of Ancient Greece, 1785-1985” Kara Atena kitabında ileri sürdü.
-
Dimitri Gutas, “Yunanca Düşünce Arapça Kültür”, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2022
-
Kavramın işaret ettiği şeyler kadim zamanlardan beri varsa da ilk kez bir gazeteci olan Henry Fairlie tarafından 1955 yılında kullanılmıştır. Pareto, Mosca, Mills’in “İktidar seçkinleri” ve Michels”in “Oligarşinin tunç yasası” kavramsallaştırmalarıyla oluşturulan düzenin yapısı Fairlie ve öncesinde bu düşünürler tarafından faş edilmişti.