İMDAT DEMİR
Sosyolog
Bu metin, Türkiye’de son yirmi üç yılda taşra muhafazakârlığının ‘yerli ve milli’ söylemiyle devleti ve kamusal alanı ele geçirerek rövanşçı bir karşı-modernleşme kurduğunu savunur.
Gramsci’nin rızaya dayalı hegemonyası zor, korku ve propaganda ile taklit edilir; Bourdieu’nün özerk alanları (üniversite, medya, sanat, hukuk) sadakat ağlarıyla işgal edilir. Şekil sürer, içerik bozulur: bilgi yerini vaaza, müzakere yerini biate, habercilik yerini hipnoza bırakır. Weberyen etik ve üretken kapitalizm, ‘helal kapitalizm’ söylemi eşliğinde ihale, rant ve KÖİ düzeneklerine indirgenir; dindar oligarklar yükselirken seküler orta sınıflar ve emek tasfiye edilir.
Foucault’nun uyardığı bilgi-iktidar sarmalı, açık bir medya despotizmine, troll ordularına ve sahte hakikat üretimine dönüşür. Habermas’ın kamusal alanı cemaatçi sohbet ağlarına daralır; çoğulluk “fitne”, eleştiri “ihanet” sayılır. Sonuç: liyakat yerine sadakat, ortak akıl yerine cemaat aklı, modernleşme yerine taklit ve yağma. Metin, bu düzeni yeni bir cehalet oligarşisi olarak adlandırır; meşruiyetini kriz ve beka söylemleriyle üreten, hakikati gömen, toplumsal hafızayı yeniden yazan bir rejim olarak teşhis eder. Bu tablo, yalnız ekonomik değil, epistemolojik bir çöküştür; hakikati savunanların eleştirel akıl ve özgür tartışma ısrarıyla yeni bir kamusal ufuk kurması çağrısıyla biter. Acilen.
YENİ OLİGARŞİ, ESKİ CEHALET: “YERLİ-MİLLİ” İNTİKAM MODERNLEŞMESİ
Taşra muhafazakârlarının devleti ve tüm kamusal düzeni adım adım ele geçirmesi, özgürleşmenin değil, biriktirilmiş aşağılanma duygusunun siyasal rövanşla birleştiği, trajik ve yozlaşmış bir yarı karşı-modernleşme hamlesidir. Bu hamle, ne Gramsci’nin tarif ettiği anlamda bir hegemonya inşasıdır ne de Bourdieu’nün öngördüğü kültürel sermaye dönüşümü. Aksine, bir tür “proleter mutasyon”dur: var olanı anlamak ve dönüştürmek yerine, onun yerine geçip çürütmeye yemin etmiş bir siyasal bilinçsizlik türü.
Bu süreçte taşra muhafazakârı, elinde Kur’an, cebinde devlet ihalesiyle yürümeyi öğrendi. Modernliğin nesnesi olmaktan kurtulup, onun efendisi olmaya çalışırken aslında modernliğin karikatürüne dönüştü. Üniversiteye düşmanlıkla, akademik titr aldı. Sanatı aşağılayarak kültür merkezleri inşa etti. Gazeteciliğe savaş açarak medya kartelleri kurdu. Bu, Bourdieu’nün kültürel alan dediği özerk yapıları işgal etmekten ibaretti. Sözde bir “halkın değerleri” retoriğiyle, kurumlar cemaat ağlarına, kamu kaynakları ise yandaş havuzlara dönüştürüldü.
Fakat burada asıl mesele “taşranın yükselişi” değil, taşranın içinden çıkan yeni seçkinlerin taşralaşmayı kutsal bir siyasi ilkeye dönüştürmesidir. Bu zümre için asıl problem Batı değil, Batılılaşmadır; laiklik değil, laiklerin sesi; entelektüellik değil, entelektüelin varlığıdır. Kısacası, sadece kendisi gibi olmayanı bastırmakla yetinmeyip, o farklılığın bütün temsil biçimlerini yok etmeye ant içmiş bir tekbiçimcilik inşa edilmiştir.
Siyaset alanı artık Habermas’ın tarif ettiği gibi bir “kamusal müzakere” alanı değil, biat ve sadakat ritüelleriyle dönen bir tarikat-siyaset pazarıdır. Gramsci’nin hegemonya teorisinde halk, ikna edilmesi gereken bir özne iken; bugünkü taşra muhafazakâr zihniyetinde halk, sadece manipüle edilecek bir nesnedir. Rıza üretilmez, sadakat zorlanır. Devlet, toplumun ortak aklının yansıması olmaktan çıkar; tek bir zihniyetin kabuğuna hapsolur.
Ekonomi ise zaten bir sefalet tiyatrosuna dönmüştür. “Dindar zenginlik” adında uydurulmuş bir ahlaki estetikle, kamu kaynaklarının yağmalanması meşrulaştırılmıştır. Milyonlarca insan sosyal yardımlarla sadaka toplarken, taşranın yeni kodamanları devlet eliyle servet katlamaktadır. Weber’in protestan etiğini hatırlatan değil, ahbap-çavuş düzenini kutsayan bu sistem hem toplumsal tabakalaşmayı dondurmuş hem de ekonomik fırsat eşitliğini öldürmüştür.
İletişim ise iktidarın en kirli silahına dönüşmüştür. Kamuoyunun yerini, iktidar propagandası almış; medya, halkı bilgilendirmek yerine hipnoz etmeye başlamıştır. Foucault’nun iktidar ve bilgi ilişkisini açıklarken uyardığı “görünmeyen denetim”, artık açık seçik bir medya despotizmine dönüşmüştür. Her eleştiri hainliktir, her sorgulama bir operasyonun parçasıdır. Böylece hakikat, “bizimkiler”in ağzından çıkan her şey; yalan ise “onlar”ın söylediği her cümle olmuştur.
Sonuç mu? Eldeki bir ayağı topal seküler sistem taşra muhafazakârlığının elinde yozlaşmış, kabuk değiştirmiş ve sonunda kendi karikatürüne dönüşmüştür. Bu bir modernleşme değildir; bu, modernliğe karşı çıkarken onun araçlarını yağmalayan bir karşı-dönüşüm, bir intikam psikozudur. Artık devlet, kamusal aklın değil, dar cemaatçi çıkarların aparatıdır.
Ve ne yazık ki, bu düzeni yıkmak için değil, yönetmek için sırada bekleyenlerin de söylemi farklı ama aklı aynı olduğu için bu dram daha da derinleşecektir.
TAŞRANIN “KÜLTÜREL YÜKSELİŞİ” Mİ, BÜTÜNSEL BİR SALDIRI MI?
Türkiye’de son yirmi üç yıl, taşranın kültürel yükselişi adı altında sahnelenen bir “kurumsal fetih” dönemidir. Ancak bu yükseliş, Pierre Bourdieu’nün bahsettiği türden bir kültürel sermaye birikimi değil; aksine, özerk toplumsal alanlara yapılan kaba saba bir müdahaledir. Akademi, sanat, hukuk, medya, eğitim gibi alanlar, artık uzmanlıkla değil sadakatle işleyen tarikatvari ağlarca ele geçirilmiştir. Bu bir yükseliş değil, saldırıdır: bilgiyi aşağılayan, estetiği rafa kaldıran, liyakati köhneleştiren, her şeyi “bizden mi değil mi?” sorusuna indirgeyen bir saldırı.
Taşra muhafazakârı, devlete bakınca bir fırsat görür; o fırsat, temsil değil tahakkümdür. Bourdieu’nün “alan” dediği o kurumsal özerklikler, taşra zihniyeti için anlaşılmaz, hatta gereksizdir. Üniversite, onun için bilim üretme yeri değil; makam, maaş ve akraba yerleştirme alanıdır. Medya, kamuoyunu bilgilendirme değil; hamasi nutuklarla “milletin değerlerini” yayma aygıtıdır. Sanat ise zaten şeytan işidir; onun yerini görkemli ama ruhsuz tiyatro binalarında sergilenen ucuz kahramanlık anlatıları almıştır.
Bugün üniversitelerde profesör diye dolaşan birçok kişi, lisansüstü eğitim yerine vaaz geleneğinden gelmiştir. Valiler, rektörler, bakan yardımcıları ne Weberyen anlamda bürokrat ne de entelektüel birikime sahip yönetici profilleridir. Hepsi birer “yeni seçkin”, ama entelektüel ufukları hâlâ niteliksizleştirilmiş imam hatip koridorlarında sıkışıp kalmış durumda. Bu durum, modernleşmeci burjuvazinin yerine yeni bir aristokrasi koymak değil, onu taklit ederek aşağılamakla eşdeğerdir. Taşra sadece devlet kademelerine değil, kavramlara da saldırmıştır: akademi bir propaganda aracı, kültür bir gösteri nesnesi, hukuk bir cezalandırma makinesine dönüştürülmüştür.
Yükselişin kültürel bir sermaye üretimiyle ilgisi yoktur. Bu süreç, Bourdieu’nün kavramsallaştırdığı “alan mücadelesi”nin en ilkel biçimiyle gerçekleştirilmesidir: alana girme değil, alanı yıkıp kendi ideolojik taşlarını oraya yerleştirme. Yani üniversite hâlâ üniversite gibi görünür, ama içinde bilgi değil kin dolaşır. Medya hâlâ gazete gibi basılır, ama içinde haber değil korku pompalanır. Bu, sembollerin içeriksizleşmesidir; formun içerikten koparılarak yalnızca iktidara hizmet ettiği bir düzendir.
Asıl tehlikeli olan, bu dönüşümün halkın önemli bir kısmı tarafından “yerli ve milli” etiketleriyle içselleştirilmiş olmasıdır. Oysa ortada ne yerlilik vardır ne millilik; olan yalnızca “taşralılaşmış bir devlet”tir. Liyakat yerini akrabalığa, entelektüel üretim yerini yandaş konferanslara, sanat yerini estetik düşmanı kahramanlıklara bırakmıştır. Bu düzen, kamusal alanı öldürmekle kalmıyor, toplumsal hafızayı da taşra kurnazlığıyla yeniden yazıyor.
Sonuç olarak, bu bir yükseliş değil; Bourdieu’nün “kültürel alanlar” dediği kurumsal yapıların çökertilmesidir. Bu bir devrim değil; yozlaşmış bir rövanştır. Çünkü taşra, artık sadece yer değil; bir zihniyettir. Ve o zihniyet, bilgiye düşmandır, farklılığa tahammülsüzdür, eleştiriye kapalıdır. Kültürel alanları fethederek değil, çürüterek ele geçiren bu taşra muhafazakârlığı, Türkiye’nin düşünsel damarlarını kesmektedir.
SİYASAL HEGEMONYA: GRAMSCİ’NİN MEZARI TERSİNE DÖNÜYOR
Antonio Gramsci yaşasaydı, Türkiye’de taşra muhafazakârlarının iktidar pratiklerini görüp mezarında ters dönerdi. Çünkü onun hegemonya kuramı, halkın rızasıyla kurulan bir kültürel-siyasal üstünlüğü anlatırken; Türkiye’de hegemonya, önce rıza kisvesi altında inşa edilip sonra çırılçıplak bir zor rejimine dönüştürüldü. Taşra muhafazakârları önce “mağdur” rolünü oynayarak geniş kitlelerin gönlünü fethetti, ardından rıza üretimini bir kenara atıp aygıt şiddetine dayalı bir tahakküm mekanizması inşa etti. Bu, Gramsci’nin değil, Machiavelli’nin bile tüylerini diken diken edecek bir iktidar mühendisliğidir.
Başörtüsü mağduriyeti, imam hatip zulmü, halkın küçümsenmesi gibi meseleler, yıllarca bir meşruiyet zırhı olarak kullanıldı. Bu söylemler, “milletin değerleri” ile “elitlerin düşmanlığı” arasındaki sahte bir gerilim yaratmak için işlevselleştirildi. Böylece taşradan gelen muhafazakâr kadrolar, devletin merkezine yerleşirken yalnızca iktidarı değil, halkın bilinçaltını da ele geçirdi. Seçkin karşıtlığıyla gelen bu yeni siyasal güç, kısa sürede kendi seçkinlerini yarattı ama Gramsci’nin tarif ettiği entelektüel organikliği değil, sadakat zinciriyle bağlı, itaatkâr teknokratları doğurdu.
Ancak işin ironisi burada başlar. Zira hegemonya, Gramsci’ye göre uzun vadeli bir ikna sürecidir. Oysa taşra muhafazakârları iktidarı ele geçirdikten sonra ikna etme zahmetine bile katlanmadılar. Rıza üretimi yerini baskıya bıraktı. Polis, yargı, mülki idare, eğitim sistemi, medya ve hatta diyanet — tamamı tek bir merkezden emir alır hale geldi. İktidarın dili artık “biz neden haklıyız” değil; “sus, yoksa bile seni ezeriz” cümlesine evrildi.
Bu dönüşümün ardında, rızaya duyulan güvensizlik yatıyor. Kendi fikirlerinin aslında ikna edici olmadığını bilen bir siyasal akıl, eninde sonunda zor aygıtlarına sarılmak zorundadır. Çünkü halkın sevgisini değil, korkusunu kazanmıştır. Gramsci’nin hegemonya kuramı, kültürel üstünlükle siyasi egemenliği birleştirmeye dayanır. Oysa burada üstünlük değil tahakküm var; ikna değil manipülasyon; fikir değil slogan, bilgi değil vaaz…
Bugün Türkiye’de iktidarın meşruiyeti, halkla kurulan sağlıklı bir ideolojik bağa değil, sürekli tekrar edilen kriz, düşman ve beka söylemlerine dayanıyor. Hegemonya artık bir fikirler mücadelesi değil, ekranlarda bağıran gazetecilerle, troll hesaplarla, propaganda videolarıyla sürdürülen bir psikolojik savaş haline gelmiştir. Bu, Gramsci’nin tanımladığı hegemonya değil; Orwell’in betimlediği “düşünce kontrolü”dür.
Sonuç itibariyle, taşra muhafazakârlarının iktidar pratiği, Gramsci’nin hegemonya fikrine ihanet etmiş, onu kaba bir tahakküm mekanizmasına indirgemiştir. Rıza üretmek yerine rıza tüketen bu iktidar formu, sonunda kendi meşruiyet zeminini de imha etmiştir. Ve evet, Gramsci’nin mezarı muhtemelen tersine dönüyordur; çünkü onun hegemonya dediği şey, Türkiye’de çoktan zorbalığın inceltilmiş bir kılığına bürünmüştür.
EKONOMİK TASFİYE VE RANTIN TEOLOJİSİ
Türkiye’de taşra muhafazakârlığının iktidarı, sadece kültürel bir rövanşla sınırlı kalmadı; ekonomik düzlemde de bir tasfiye ve talan düzeni kurarak ranta dayalı bir inanç rejimi icat etti. Max Weber’in “Protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu” arasında kurduğu bağlantı, bizde grotesk bir karikatüre dönüştü: çalışkanlık, tasarruf, üretkenlik ve dünyevi sorumluluk değil; cemaat bağı, sadakat yeminleri ve devlet ihalesi kovalamacası bu kapitalizmin esaslarını oluşturdu. Bu, modern kapitalizmin rasyonel ruhuyla değil, yağmacı bir feodal bilincin postmodern türevleriyle yazılmış bir hikâyedir.
“Helal kapitalizm” adı altında yürütülen bu ekonomik model ne etikle ne de iktisadi akılla izah edilebilir. Bu, aslında kutsalın ekonomik işlevselleştirilmesidir. Haram-helal söylemi, ahlaki bir pusuladan çok, kimin yiyip kimin dışlanacağının belirlendiği bir ayrıştırma mekanizmasına dönüşmüştür. Haram, muhalifin cebinde; helal, yandaşa verilen ihalededir. Dindarlık burada bir vicdan değil, bir fatura kesme biçimi olmuştur.
Taşralı yeni zengin tipi, bu sürecin simgesidir. Bunlar fabrika kurmaz, bilgiye yatırım yapmaz. Onların yatırımı “partiye sadakat”tir, üretimi “arsa rantı”, kalkınması “belediye kıyağı”dır. İmam hatip geçmişiyle vitrine çıkan bu yeni zengin sınıfı, klasik burjuvaziyi yalnızca kıskanmakla kalmamış; onun yerine geçerek, bir tür “dindar oligark” tipolojisi yaratmıştır. Kur’an ile kurulan vitrinin ardında, dövizle oynayan, vergi kaçıran, kara para aklayan, gece yarısı devletin kaynaklarını kendi şirketine aktaran bir sınıf yükselmiştir.
Burada neoliberalizm ile taşra muhafazakârlığı arasında şeytani bir ittifak kurulmuştur. Bir yanda küresel sermayenin deregülasyon takıntısı, diğer yanda yerel cemaatin denetimsizlik aşkı… Bu iki karanlık iştah, TOKİ projelerinde, KÖİ modelinde, enerji ihalelerinde, şehir hastanelerinde birbirine kenetlendi. Kapitalizmin görünürdeki tanrısı piyasa ise, onun yerli havarileri yandaş patronlar ve parti bağlantılı iş adamları oldu.
Ancak bu sistem sadece servet üretmedi; aynı zamanda muhalif sınıfları ekonomik olarak tasfiye etti. Anadolu sermayesinin “muhafazakâr” kodlarla yeniden yapılandırılması, seküler orta sınıfların, sendikalı işçilerin ve kamusal entelektüellerin ekonomik marjinalleşmesine neden oldu. Yani ekonomik alan bir rekabet zemini değil, bir intikam mekanizmasına dönüştürüldü. “Bizden olmayan aç kalacak” söylemi artık sadece bir tehdit değil, devletin ekonomik politikasının fiili özetidir.
Sonuç olarak, Türkiye’de taşra muhafazakârlığı, dini bir ahlakla değil; ekonomik bir teolojiyle hareket etmektedir. Bu teolojide Tanrı, ihale veren bürokrattır; cennet, alınan ranttır; cehennem ise muhalif olmanın bedelidir. Artık mesele sadece ekonomik bir bozulma değil, ahlaki bir çöküştür. Çünkü helalleşme değil, helalle bahanesiyle yapılan soygun dönemi yaşanmaktadır. Bu düzende ne emek kutsaldır ne üretim değerlidir. Tek kutsal, devlettir — ama o da sadece paylaşılan bir ganimet olarak.
İLETİŞİMSEL KUŞATMA: HAKİKATİN ÖLÜMÜ
Türkiye’de artık neyin gerçek, neyin kurgu olduğunu ayırt edebilmek bir zihin jimnastiğinden çok, bir hayatta kalma becerisine dönüştü. Michel Foucault’nun “bilgi iktidardır” sözü, Türkiye bağlamında bir uyarı değil, bir iddianamedir. Zira burada bilgi, halkı özgürleştiren değil, susturan bir aygıta dönüştürülmüştür. Devletin kurumsal kolları —Diyanet’ten TRT’ye, devlet okullarından sosyal medya trol ordularına kadar— artık hakikatin yansıtıcısı değil, hakikatin celladıdır. Bu durum, Foucault’nun “disiplin toplumu”ndan “gözetim toplumu”na geçiş sürecinin, taşra muhafazakârlığının elinde grotesk ve patolojik bir biçime büründüğünün göstergesidir.
Eskiden sansür, bir şeyin söylenmesini engellemekti. Şimdi ise sahte hakikatler yaratmak, gerçeğin yerine geçmekte. “Milli irade” gibi kutsallaştırılmış kavramlar, eleştirel aklın önüne dikenli tel örmektedir. “Yerli ve milli medya”, gerçekte yalnızca merkezî iktidarın yalanlarını tekrar eden bir propaganda makinesidir. “Bizim tarihimiz” diyerek Osmanlı fetişizmi yüceltilirken, Türkiye’nin kör topal modernizm birikimi hainlikle yaftalanır. “Bizim değerlerimiz” denildiğinde ise kastedilen yalnızca itaatkâr, muhafazakâr, erkek egemen bir taşra tahayyülüdür. Burada hakikat değil, ideolojik mühendislik hüküm sürmektedir.
TRT dizilerinde sabahlara menkıbelerle örülmüş safsatalar, öğle haberlerinde vatanı bölmeye çalışan “muhalif” siyasetçiler… İşte karşımızdaki büyük mizansen. Toplumu yöneten bilgi değil; yapay korkular, yüceltilmiş hamasetler ve duygusal manipülasyonlardır. Artık medya bilgi vermez, duygu pompalar. Gazetecilik soru sormaz, bağlılık bildirir. Enformasyonun yerini dezenformasyon, kamusal tartışmanın yerini dijital linç almıştır. Bu düzenin merkezinde hakikat değil, “gösteri” vardır.
Bu iletişimsel rejim, halkın düşünme kapasitesini sistematik olarak aşındırmakta. Kişi ne kadar sorgularsa, o kadar “yabancılaşmış”, “elit”, hatta “hain” sayılmakta. Oysa düşünmek, bir halkın en devrimci eylemidir. Ama bugün düşünmek değil, inanmak; tartışmak değil, biat etmek ödüllendirilmekte. Medya, halkla devlet arasında bir bilgi köprüsü değil, bir sadakat bariyeri haline gelmiştir.
Asıl dehşet verici olan ise bu iletişim düzeninin sadece bugünü yönetmemesi, geleceği de ipotek altına almasıdır. Gençlerin zihni, eğitim adı altında manipüle edilmekte, tarih yeniden yazılmakta, toplumun hafızası silinmekte. Düşünce özgürlüğü bir hak olmaktan çıkmış, şüpheli bir eyleme dönüşmüştür.
Hakikatin öldüğü yerde ahlak çöker, vicdan susar, toplum çürür. Bugün Türkiye, sadece ekonomik değil, epistemolojik bir çöküş yaşamaktadır. Bilgiye ulaşmanın değil, doğru bilgiye güvenmenin bile imkânsızlaştığı bir rejimde, artık tek gerçeklik iktidarın yazdığı senaryodur. Ve biz bu senaryonun figüranlarıyız, repliklerimiz önceden yazılmış.
Foucault yaşasaydı, muhtemelen bu tablo karşısında sadece tedirgin olmazdı; utanırdı. Çünkü burada bilgi bir disiplin değil, bir ceza aracına; iletişim bir köprü değil, bir duvar inşasına dönüşmüştür. Hakikatin ölüm ilanı çoktan verildi. Şimdi geriye kalan tek şey, bu sessiz cenazeye katılmayı reddedenlerin direnişidir.
KAMUSAL ALANIN ÇÖKÜŞÜ VE YENİ BİR TOPLUM TÜRÜ
Habermas, modern toplumun temelini “kamusal alan” kavramıyla tarif ederken, özgür tartışma kültürünü demokrasinin vazgeçilmez şartı olarak görmüştü. Kamusal alan, bireylerin eşit koşullarda fikir beyan ettiği, aklın rehberliğinde ortak kararların şekillendiği bir sivil zemin olarak tahayyül edilirdi. Ne var ki, Türkiye’de bu tahayyül çoktandır çökmüş durumda. Çünkü burada kamusal alan, Habermas’ın ideali değil; taşra muhafazakârlığının içe kapanık, cemaatçi ve dogmatik dünyası tarafından işgal edilmiştir. Cemaat evleri, WhatsApp grupları, akraba sohbetleri ve “akraba kapitalizmi”nin gölgesinde yapılan “istişareler”… İşte bu topraklarda kamusal olanın yerine ikame edilen yapılar bunlardır.
Buralarda fikir konuşulmaz, dedikodu yapılır. Eleştiri, nifak sayılır. Sorgulamak, imana ihanettir. Tartışma değil, onay beklenir. Çünkü taşra muhafazakârlığı için düşünce değil, aidiyet makbuldür. Burada özgür birey yoktur; biat eden özne vardır. Tıpkı tekbirle bastırılan protestolar gibi, burada da her itiraz “birliğe tehdit” etiketiyle dışlanır. Oysa Habermas’a göre kamusal akıl, ancak çoğulculuk içinde gelişebilir. Ama Türkiye’nin taşralı zihin haritasında çoğulluk fitne, farklılık sapkınlıktır.
Bu yapının üzerine örüldüğü kültürel ikiyüzlülük ise artık sıradanlaşmış değil, kurumsallaşmıştır. Taşra muhafazakârı, Batı’yı ahlaksızlıkla itham eder ama çocuklarını Londra’da okutur. Sekülerliği lanetler ama estetik ameliyatlarını Alman doktorlara yaptırır. Moderniteyi küfürle eşleştirir ama son model arabasına binmeden evden çıkmaz. Devleti kutsar ama devleti soymaktan da imtina etmez. Bu bir ahlaki çöküntü değil yalnızca; aynı zamanda bir ideolojik çürümedir.
Bu çürüme devletin damarlarına kadar işlemiştir. İhale alan müteahhitin cebindeki tespih, plazadaki ofisle çelişmez; aksine birbirini tamamlar. Cuma hutbesinde sekülerizmi eleştiren vaiz, cumartesi günü AVM’de kahve içip iPhone’una borsa bakar. Taşra muhafazakârlığı artık sadece bir kültürel kategori değil, bir yönetim biçimidir. İkiyüzlülük, ahlak değil stratejidir. Biat kültürü, yalnızca dini değil, siyasal bir kontrol mekanizmasıdır. Devletin her kademesinde liyakat değil, sadakat esastır. Akademide sorular değil, cevaplar makbuldür. Medyada bilgi değil, bağlılık aranır.
Habermas’ın “kamusal akıl” dediği şey, bu topraklarda çoktan yerini “cemaat aklı”na bırakmıştır. Bu akıl tartmaz, taşır. Tartışmaz, taşlar. Türkiye’de kamusal alan, entelektüel çoğulculuğun değil; dini referanslarla kutsanmış tek sesli bir çölün adıdır artık. Ve bu çöl, yalnızca aklı değil; hakikati, vicdanı ve toplumsal barışı da kurutmaktadır.
YENİ BİR OLİGARŞİ, ESKİ CEHALET DÜZENİ
Türkiye’nin son yirmi üç yılına damgasını vuran şey, bir sınıfsal yükselişten çok, taşra muhafazakârlığının kültürel intikam yürüyüşüdür. Bu yürüyüşün nihai durağı ise, liyakat yerine sadakatin egemen olduğu, hakikat yerine hamasetin hüküm sürdüğü, kamusal alanın cemaat evlerine dönüştüğü bir cehalet rejimi olmuştur. Bu rejim, yalnızca seçim sandığında değil, üniversitelerde, medyada, adliyelerde, müfredatta ve hatta sokak lügatinde dahi açıkça görünmektedir. Artık yalnızca bir iktidar değişiminden değil, bir medeniyet çöküşünden söz ediyoruz.
Taşra muhafazakârlığının devleti ele geçirmesi, sanıldığı gibi alt sınıfların başarı öyküsü değil; uzun süre marjinalleşmiş, modernleşmeye dışarıdan bakmış, kentli kültürle uzlaşamamış bir zihniyetin devleti içeriden yeniden inşa etme girişimidir. Ancak bu yeniden inşa, üretim ve ilerleme temelinde değil, “intikam ve yağma” mantığıyla yürütülmüştür. Sonuç mu? Kurumsal çürüme, entelektüel çölleşme, ekonomik kayırmacılık ve hakikatin sistematik olarak yok edilmesi.
Devlet artık bir hizmet değil, bir ganimet mekanizmasıdır. Her bakanlık, her belediye, her ihale; sadakat testi olarak çalışır. “Bizden” olan terfi eder, liyakatli olan dışlanır. “Reis ne derse o” mantığı hem siyaseti hem bürokrasiyi teslim almış durumdadır. Bu yeni düzen, demokrasi görüntüsü altında işleyen otoriter bir cehalet düzenidir. Üstelik bu düzenin taşıyıcısı sadece siyasal elitler değildir. En az siyasal kadrolar kadar sorumlu olan, eleştiriye tahammülsüz, her muhalefeti “dış mihrak”, “hain”, “ajan” diyerek susturmaya çalışan geniş halk kesimleridir.
Bu halk kitlesi, cehaleti kutsayan bir kolektif duyguyla hareket etmektedir. Zihinsel tembelliği “iman”, eleştirel düşünceyi “zındıklık” sayan bir zihniyet, devletin her katmanında kendine yer bulmuştur. Oysa demokrasi, yalnızca seçim yapmakla değil; eleştirel aklı, çoğulcu düşünceyi, hakikatin arayışını savunmakla mümkündür. Fakat burada tam tersine, eleştirel aklın kökü kazınmak istenmektedir. Düşünen insan, sorgulayan birey değil, itaatkâr tebaa makbuldür.
Bu süreçte cehalet, sıradan bir kültürel durumdan çıkarak, neredeyse kutsal bir siyasi ideolojiye dönüşmüştür. Bakanın biri çıkıp “astronomi kafir işidir” dediğinde onu düzeltmek kimsenin aklına gelmez. Çünkü o söz, yalnızca bir gaf değil; bu yeni cehalet düzeninin samimi ifadesidir. Bilimsel düşünceye, modern pedagojiye, tarihsel hakikate düşmanlık; artık ideolojik bağlılığın işareti haline gelmiştir.
Eğitim sisteminden başlayarak medya yapısına, akademiden devlet yönetimine kadar her alanda bilinçli bir akılsızlaştırma politikası güdülmektedir. Düşünmeyen, sorgulamayan, yalnızca inanan ve itaat eden kitleler yaratmak hedeflenmektedir. Diyanet, müfredat, diziler, vaazlar ve sosyal medya trollüğüyle desteklenen bu cehalet düzeni; sadece bugünün sorunlarını değil, geleceğin felaketlerini de hazırlamaktadır.
Bu haliyle Türkiye, modernleşme hikâyesinin tersine çevrilmiş bir versiyonunu yaşamaktadır. Aydınlanma değerlerinin, özgür düşüncenin, bilimsel merakın tasfiye edilmesi; yerine gelenin “yerli ve milli cehalet”le doldurulması, sadece bir siyasi tercih değil, toplumsal bir trajedidir. Çünkü bu sistem, sadece bir elit değişimini değil, bir uygarlık yıkımını temsil etmektedir.
Tarih bu dönemi yazarken, onu sadece bir siyasi partinin iktidarı olarak değil; organize bir cehaletin iktidara gelişi, taşralılığın devleti yağmalayışı ve entelektüel birikimin sistemli olarak imha edilişi olarak kaydedecektir. Düşüncenin, sanatın, akademinin, basının ve hukukun itibarsızlaştırıldığı bu dönemin adı: Yeni Cehalet Oligarşisidir.
Ve bu oligarşi, yalnızca baskıyla değil; alkışla, oyla, dua ile ayakta durmaktadır. İşte bu yüzden, karşımızdaki yalnızca bir iktidar değil; aynı zamanda bir kültürel kapanma, bir zihinsel çöküştür.
NOT: Bu yazı www.imdatdemir.com'dan alınmıştır.