Bu ifadeyi seçmenin aslında iktidardan daha çok iktidarsızlıktan kaynaklandığını göstermeye çalışacağım.
Cumhurbaşkanının CHP’lilere yönelik “Bakalım cumhurbaşkanlığı hevesi yolunda daha kaç CHP’li telef olup gidecek” şeklinde tehdit gibi uyarısı siyasi tarihimizde unutulmayacak bir etki yarattı. Kelimenin iştikakını geçerek kullanım şekillerine bakıp oradan gidelim.
Telef genellikle “telef oldu” şeklinde, afet, yangın vb. durumlarda kullanılmıştır. İtlaf ise “itlaf edildi” şeklinde, hayvanların yok edilmesi manasında kullanılıyor. Birincide fail meçhulken, ikincide gayet belirgindir. Eylemi yapan biri ya da birileri vardır yani.
Geçen sene çıkan “Sokak hayvanlarının uyutulması” kanununda, aslında itlaf edilecek canlara yönelik dikkatli bir ifade yani “uyutma” kullanılırken şimdi “telef olursunuzla” neden böyle çok sert bir dil seçiliyor acaba. Bu ifadeyi seçmenin aslında iktidardan daha çok iktidarsızlıktan kaynaklandığını göstermeye çalışacağım. Tercih edilen dilde kullanılan katl biçimleriyle iktidarın kudreti ya da zayıflığının bağlantısı var.
OSMANLI DÖNEMİNDE HALK SOKAK HAYVANLARINA SAHİP ÇIKMIŞTI
Ama öncesi itlaf yasasının çıkması sürecinde hepimizi ürperten bir uyarıyı hatırlatayım. Avrupa’da nasıl oluyor bilmiyorum ama parfüm ve kimya sanayinde kullanılmak üzere köpekler kullanılmış, oradaki köpekler bitince Osmanlı’dan talep etmişler. Hayvanlar sokaklardan alınmak istendiğinde halk mahalle kültürünün bir parçası olan sokak hayvanlarının toplanmasına mukavemet eder. İş bedeli mukabilince sokak serserilerine kalır, toplanan hayvanlar Tophane’de bekletilirken halk burayı basar hayvanları salar. Tekrar toplamanın ardından yine bir halk baskını olmasın diye başlarına asker dikilir. Fransa’dan da bir daha ses gelmez.
Gel zaman git zaman hayvanların beslenmesi sorun olunca onları bir adaya götürmekte çözüm bulurlar. Fransa anlaşmayı fesheder. Halk bir süre hayvanlara yiyecek götürse de bir müddet sonra bu zorlaşır artık. Hayvanlar kaderine terk edilir. Açlık ve susuzluktan sabahlara kadar havlamaları ve inlemeleri İstanbulluları günlerce uyutmaz. “1910 Hayırsızada sürgünü” adıyla tarihimize geçen bu meşum olaydan sonra 1912’de Mürefte merkezli -olsa günümüzde dahi inanılmaz hasar verecek- bir deprem olur. İstanbullular bu olayı, o canların sabahlara kadar çektikleri acıların bedeli olarak kendilerine rücu ettiğini düşünürler.
Ardından 1915 Ermeni tehciri gelir. Bunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yok, tarihimizde çok üzücü, yıkıcı olayların yaşandığı zamanlardı, hepimiz bunlara vakıfız. Soykırım yapıldı ile, tehcirin mecburi olduğu yönünde giden iddialar hala gündemimizde. Ama benim söyleyeceğim orası değil. 1910 Hayırsızada’nın hemen ardından gelen 1915 Ermeni tehcirini birbirine bağlayan yorum çok çarpıcıydı. Bu yoruma göre iktidar önce hayvan sonra insan katliamına gidiyor, yani öncesinde bir çeşit prova yapıyordu.*
Cumhurbaşkanının telef sözü tam da bu sokak hayvanlarını uyutma adındaki itlaf yasasının ardından geldiği için 1910-1915 sürecinin tekrar harekete geçirildiği gibi intiba uyandırdı elbet. Çevrimsel tarih azımsanmamalı, dünya tarihinde geçmişle benzerlikler tesadüf olarak değerlendirilmemeli herhalde.
1910-1915 anıştırması bizde bir korku yaratsa da Türk filmlerinde sık sık tekrarladığımız gibi bunlar “film icabıdır”. Bunun olmasını sağlayacak ne teknik, ne taktik ne de devlette tam hakimiyet mevcut değildir. İbre başka bir yere dönmüştür, söylemeyle gidilemeyecek yollar vardır artık.
PARTİSİNİ DİRİ TUTMAYLA ALAKALI
Katletme tarzlarıyla iktidar biçimleri arasındaki ilişkiyi Foucault göndermesiyle önceki yazımda söylemiştim, buna tehdit tarzlarını da ekleyebiliriz. Cumhurbaşkanı telef olursunuz diyerek hudâînâbit gibi kendiliğinden oluşacak bir duruma işaret ediyor. Yani bu elimizde artı bir şey gibi görünüyor, en azından “itlaf edilirsiniz” demedi yani.
Neden böyle sert bir merhaleye geçti diye düşünmeliyiz elbette. Karl Schmitt’in “Dost-Düşman” kavramsallaştırmasını ülkemizde AKP eliyle fazlasıyla gördük, yine Schmitt’in söylediği “İstisna halini” de epeyce belirlediklerine şahit olduk. Günther Jakobs’un nazari “Düşman ceza hukuku” kavramının ameli yanlarına çokça maruz kaldık. Bunlar devlet kademelerinde sözlerinin gücünü koruduğunu gösterirken, neden telef gibi ağır bir kelime kullandı acaba.
Cumhurbaşkanın daha da sertleşen üslubu partisini diri tutmayla alakalı. Daha sert bir dille teşkilatın motivasyonunu yükseltmeye çalışıyor. İkna mekanizması yok oldukça dilde sertliğini arttırıyor.
İktidara gelmeden önce ve geldikten hemen sonra liberaller ve cemaatin entelektüel kesimi tarafından kullandıkları mutena ve bilgili üslup gitmiş yerini CHP “çöp, çamur, çukur” gibi galiz ifadeler almıştı. Eldeki malzemenin sıfatı da üsluplarını belirliyor, kalan kesim öyle ahım şahım bir şey de değil hani. Reklam hedef kitlesi gibi düşünelim yani. Ev hanımlarına yönelik ürünün pazarlamasıyla, çocuklara, bebeklere, orta, üst ekonomik kesime yönelik şeylerin tanıtımı aynı olmayacaktır kuşkusuz.
TEŞKİLATIN ÇÖZÜLÜŞÜ
Burada da teşkilatın çözüldüğünü düşünüp düşmanlıkta el arttırarak günümüzde yaygın bir şekilde kullanılan “sarı öküzü vermeme” tarzını güdüyor. Yani kazanmak için sürekli el arttırmak gerektiğinin farkında olan birisi söylem alanında vahim çağrışımlar yapan bir kelimeyi seçerek ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor. İmamoğlu konusunda geri adım atılacağı yönündeki iddiaları reddediyor, sözlerini sert bir dille daha üst seviyeye taşıyarak kendisini korumaya çalışıyor.
Devlet üzerindeki etki de güven meselesidir, bürokrasi yükselen yere yatırım yapar. Bu bakımdan o noktada da sertliğini bırakamıyor, zira İmamoğlu bütün ikna ediciliğiyle varlığını korumakta, kendisine yönelik tehdidi sürdürmekte. Son zamanlarda zatına yakın iş insanlarının da İmamoğlu’na yaklaştığını duyması iktidar mekanizmasının nasıl işlediğini de ona hatırlatmıştır.
Bürokrasi gibi iş insanları da geleceğe yatırım yapar. Daha genç, ikna ediciliği yüksek biri yerine, günümüzde bunu kaybetmekte olan diğerini dinlemek mantıksızdır onların düşüncesi açısından.
Bu bakımdan cezaevi sürecinde İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanına hitaben kullandığı dilde değişme olmuş artık ona “sen” diye hitap etmektedir. Bugün itibarıyla “Sen ruhunu kibre teslim et, biz milletin kalbinde olacağız.” ifadesi çok kuvvetlidir. Cumhurbaşkanına Anadolu irfanını hatırlatmak tasavvufla bağı derviş selamından öteye geçmeyen birinin buradan ne kadar uzağa düştüğünü göstermek bakımından önemlidir. İşte aslında bu çok serttir.
DİPNOT
*Yorum çarpıcıdır evet. Seri katillerin de ilk deneyimleri mutlaka hayvanlar üzerinde olmuştur. Sonrasında artık tatmin olmayan ya da kendini hazır hisseden cani bundan sonra insanları kullanmaya başlar.
Bu tür cinayetlerde bir pattern, şablon olduğunu FBI 1970’lerde fark etmeye başlar. Kurulan birim ilk başlarda dalga konusu olur. Zaman içinde cinayetleri işleyebilecek kişilerin profillerini kusursuz bir şekilde çıkardıkça birim tozlu, dağınık bodrum katından daha büyük bir yere çıkar çalışanlar da çoğalır.
2019 yapımı Mindhunter dizisi bu süreci müthiş bir şekilde işler. Gall’ın Frenolojisi ve Lombroso’nun yüz analizinin tam aksi bir şekilde yakışıklı, uzun boylu, iyi giyimli, üst sosyal sınıflardan biri gibi görülen Ted Bundy tanımlanan ilk seri katildir. Dahmer ise büyük icraatlarına geçmeden önce ilk deneylerini hayvanlar üzerinde yapmıştı. İşte o tanıma tam uyuyordu.