Türklerin Anadolu’da yarattıkları uygarlığı, Anadolu’nun kadim kültürlerinden bağımsız düşünmek mümkün müdür?
Türk halkı tarihinde bir kez daha geleceğini yüzyıllarca belirleyecek büyük bir kararın eşiğinde bulunuyor. Eğer felsefe boş bir uğraş değilse ve filozoflara olan hayranlığımız içi boş bir gösterişten ibaret değilse; bulunduğumuz tarihsel kavşakta karar verirken filozoflardan öğrenmeye çalışmalıyız.
Kararlaştırılacak soru nedir?
Kürt ve Türk halklarının birbiriyle olan ilişkisini nasıl belirleyeceğiz? Verilecek karar, her iki halkın kaderini hem ‘olmak ya da olmamak’ hem de ‘nasıl var olmak?’ sorusu bakımından kalıcı bir şekilde doğrudan etkileyecektir.
Eğer modern tarihten bir örnek vermek gerekecekse; 1707 yılında İskoçya ile İngiltere arasında yapılan birlik anlaşması ile aynı yılın 1 Mayıs tarihinde “Büyük Britanya”nın kuruluşu gerçekleştirilmiş ve Ekim ayında Birleşik Krallık parlamentosu ilk defa toplanmıştır.
Kant’ın 88 yıl sonra 1795’te yayınlanan “Ebedi Barışa Doğru” doğru başlıklı felsefi denemesinde küçüklüğüne veya büyüklüğüne bakmadan tüm halklar haklar bakımından eşittir derken; İskoçlar ile İngilizler arasında imzalanan birlik anlaşması kuşkusuz dikkate aldığı en önemli tarihsel deneyi oluşturuyordu.
HAREKET NOKTASI HEGEL
Ünlü Alman filozofu Hegel’in tarihsel olarak halklara yönelik tartışması, her bir halkın varlığını ve gelişimini başka halklara borçlu olduğunu göstermeye çalışır. Her halk tarihinde kaydetmiş olduğu gelişmeyi başka halkların biriktirmiş olduğu her yönlü mirasa borçludur. Türklerin Anadolu’da yarattıkları uygarlığı, Anadolu’nun kadim kültürlerinden bağımsız düşünmek mümkün müdür?
Buna göre, “Tarih Felsefesi”nin de gösterdiği gibi, her bir halkın varlığı her bir halkın varlığına ayrılmaz bir şekilde, yani girift olarak bağlanmıştır.
Halklar birbirlerine ayna tutar ve böylelikle kendilerini ancak diğerleri dolayısıyla görüp bilebilirler. Kendisine diğer halkların gözüyle bakmasını başarabilen halklar ancak tarihte kalıcı izler bırakabilirler. Kendilerini diğer halklarla barışçıl ilişkilendirmesini başaramayan halklar en başta kendilerinde yıkıma yol açar. Hegel’e göre, “Hukuk Felsefesi” adlı eserinde halkların birbirleriyle olan ilişkisinin çerçevesi özgürlük olmak zorundadır. Halklara ‘kalıcı barışı’ getirecek olan hareket noktası bu nedenle ruhunu eşitliğin oluşturduğu özgürlüktür.
Hegel’in, burada söz konusu olan, insanlığa hakların özgürlükçü ve barışçıl birliğinden teşekkül yaklaşımı 19. yüzyılda Marksçı ve Nietzscheci olmak üzere iki faklı tepkiyi doğurdu.
NİETZSCHE'NİN BİTMEZ GÜÇ İSTENCİ
Nietzsche, günlük insan ilişkilerini güç istenci temelli ele alır. Buna göre, herkes herkes ile sürekli bir güçler kavgası içindedir. Burada temel alınan, yarış değil, rekabet kavramıdır. Yarışta kazanan da kaybeden de beraber sevinir, birbirine sarılır kutlar. Buna karşın rekabet diğeri için her zaman yıkımı arzulayan bir bakıştan hareket eder.
Nietzsche, bu bakışını halkların birbiriyle olan ilişkisine de uyarlar. Bundan hareketle halklar arasındaki ilişkiyi bitmez tükenmez bir güçler savaşı olarak kavrar.
Nietzsche’ye göre, bir fantezi ürünü olan “Zerdüşt”te belirttiği gibi halkların ortak bir ereği bulunmamaktadır. Bu nedenle insanlığın varlığından da bahsetmek de mümkün değildir. Öyleyse insanlık diye birşey olmadığı gibi, örneğin Thomas Hobbes gibi “ölümsüz barış” hedefinde halkları biraraya getirip bir insanlık yaratmaya kalkmak da anlamsızdır.
Bu Nietzscheçi “reel-politik” veya pozitivist yaklaşım, mevcut neredeyse tüm devletlerin ideolojisi durumundadır. Halklar, devletler dolayısıyla birbirlerine karşı rekabet içine sokuluyor, özellikle emperyalist ülkeler bu rekabet durumunu kötüye kullanarak halkları birbirine düşürüyor, kumpaslarla, komplolarla ve kışkırtmalarla düşman ediyor, kışkırtıyor ve birbirine düşürüp savaştırıyor.
MARKSÇI SANAT: HALKLARI ÖZSEL İLİŞKİLENDİRMEK
Halkların birbirini mümkün kıldığına, birbirleri sayesinde varoldukları, birbirleri sayesinde ilerledikleri, birbirleri sayesinde kendilerine bakıp ne halde olduklarını gördüklerine dair Hegelci yaklaşımın ortaya çıkardığı ikinci yaklaşımı Marx ve Engels geliştirmiştir.
Bu yaklaşım dilimize “enternasyonalizm” olarak çevrilmiştir. Sözcük anlamı “uluslararasıcılık” demek olan bu kavramı Sırrı Süreyya Önder, Türkçede tam anlaşılmadığı için bir filmine de verdiği ad olan “beynelmilel” sözcüğüyle açıklamaya çalışmıştır.
Bu yaklaşım Hegelci tarihsel kavrayıştan hareketle halkların zorunlu hali olan kardeşliğini ve dayanışmasını epistemolojik olarak da temellendirmek ve politik olarak da kurmak ister. Uluslararasıcılık, halkları birbiriyle özsel olarak ilişkilendirmeyi amaçlar, çünkü her halk kendisini özü itibarıyla diğerinde ve diğeri dolayısıyla ifade eder. Halkların kendilerini diğer haklarla özsel olarak ilişkilendirmesi ancak cumhuriyetçi ilişkiler temelinde mümkün olur, çünkü cumhuriyet halkın halk olarak özgürlüğü anlamına gelen iradesinin vücuda gelmiş halidir. Buna uygun olarak uluslararacılık, halkların birbiriyle aktif bir dayanışma içinde olduğu yeni bir dünya düzeni yaratmak ister.
Diğerlerini kendinden dışlayan veya başkalarını baskı altında tutan hiçbir halk uzun süre yaşayamaz. Tarih bu konuda yeterince ders çıkaracak kadar çok örnekle doludur.
Her halkın insanlık içinde özgürlüğünün koşulu, diğer her halkı kendi eşiti ve özgürü olarak kabul etmesi ve onlarla beraber ortak özgür insanlığı kurmaya yönelmesidir. Marx’ın “Kapital”de temellendirdiği gibi, siyahinin dersindeki emek köleleştirdiği sürece beyazın derindeki emek özgür olamaz.
Her insan kendisini milliyetçilikten ve ırkçılıktan kurtarabildiği oranda kelimenin gerçek anlamında türünün tam üyesi özgür insan olabilir. Kendisini diğer halklarla dostluk temelli ilişkilendirebilen halklar ancak insanlığın itibar sahibi eşit ve özgür halkları olarak görebilecektir.
Bu söylediklerimizden hareketle bugün doğrudan ülkemizi ilgilendiren siyasete ilişkin çıkarılabilecek sonuç ne olabilir? Her zamankinden daha çok bugün Kürt ve Türk halklarının ilişkisine bakarken gerçek sanat, her iki halkın da birbirlerinin özgürlüğünün nedeni olduğunu görebilme becerisinde yatıyor. Bu gerçek kendisini artık en sıradan araçlarla bakan gözlere bile reddedilmez bir şekilde açıkça dayatıyor. Mesele, tüm küçük hesaplardan ve ihtiraslardan arınmış olarak insanlığın insanlık olarak tesisi anlamına gelen “ölümsüz barış”ı arzulayabilmektir.