Tecrübeli bir yargıç dostumun söylediği gibi: “En büyük delil, cumhuriyet savcısının iddia etmiş olmasıdır.”

Türkiye'de 1992 yılına dek “şüpheli/sanık hakları” çok sınırlıydı. Ceza muhakemesi pratiğinde, kişinin haklarından çok, devletin “gerçeğe ulaşma” yetkisi ön plandaydı. O yıl yapılan CMUK değişiklikleriyle birlikte Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Anglo-Sakson hukukundan esinlenen bazı insan hakları temelli ilkelere uyum sağlama sürecine girdi.

Bu reform sürecinde getirilen başlıca düzenlemeler şunlardı:

* Hukuka aykırı delillerin yargılamada kullanılamayacağı,

* Hiç kimsenin kendisi ya da yakınları aleyhine delil göstermeye zorlanamayacağı,

* Yakınlarına haber verme ve avukat talep etme hakkı,

* Kişinin, hakkında isnat edilen suçtan haberdar olma hakkı,

* Maddi durumu yetersizse ücretsiz avukat talep edebilme hakkı.

Bu ilkeler, “sanıktan delile değil, delilden sanığa” giden adil yargılanma anlayışını da beraberinde getirdi. Elbette yalnızca yasal değişikliklerle değil, kolluğun, hâkim ve savcıların da bu yeni düzene uyum göstermesi gerekiyordu. İnsan hakları merkezli bir ceza adaleti modeli öngörülüyordu.

O dönem insan hakları söylemi güç kazandı. Hatta bir dönem İnsan Hakları Bakanlığı kuruldu; TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyeleri karakol denetimlerine başladı. Polis içinde bu sürece karşı dirençler de oluştu. Hatırlanacağı üzere bazı kolluk mensupları "Kahrolsun insan hakları!" pankartlarıyla yasa dışı bir yürüyüş bile düzenlemişti.

Bütün bu sancılı süreçlere rağmen, Türkiye işkenceyle mücadelede önemli bir mesafe kat etti. 2002 sonrası, AKP iktidarının ilk yıllarında "işkenceye sıfır tolerans" politikası benimsendi. Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu ve Ceza İnfaz Kanunu sil baştan yenilendi. Dün, yani 1 Haziran 2025, bu reformların yürürlüğe girişinin 20. yıl dönümüydü.

ERGENEKON VE BALYOZ SÜRECİ

Ne var ki, bu reformların ardından gelen kısa süreli “şirinlik” döneminden sonra, yargı bir kez daha siyasi araçsallaştırmanın nesnesi haline geldi. Ergenekon ve Balyoz süreçleriyle birlikte, hukukun “delilden sanığa” değil, yeniden “önce sanık, sonra delil” mantığına evrildiğini gördük. Kumpaslar, sahte deliller ve medya operasyonlarıyla dolu bu dönemin sonunda, aynı yöntemler bu hukuksuzlukları yürütenlerin üzerine uygulandı. Ama sistem hiç değişmedi: Sadece kurbanlar yer değiştirdi.

Bugün geldiğimiz noktada ise artık delil üretme zahmetine bile gerek duyulmuyor. Tecrübeli bir yargıç dostumun söylediği gibi: “En büyük delil, cumhuriyet savcısının iddia etmiş olmasıdır.” Bu anlayış, hukuk devletinin değil, mutlak iktidarın göstergesidir.

AKP’nin 2024 yerel seçimlerinde uğradığı ağır hezimet, iktidarın kimyasını bozmuş olacak ki, merkezi yönetim adeta belediyeleri başarısız kılmakla görevlendirildi. SGK borçları, bütçe kısıtlamaları derken, son hamle yargı eliyle yürütülen siyasal dizayn oldu. Kimse yargının bu denli açıktan bir siyasal araç haline getirileceğini tahmin etmiyordu. Daha da ötesi bütün bu hukuksuzluğun “gizli tanık terörü” adı verebileceğimiz bir yöntem maddi delillere dayanmaksızın, beyan delil temelinde başlatılacağını ve zor yoluyla götürülmeye çalışılmasına ihtimal veremezdik. 30 yıl aradan sonra sanıktan delile anlayışı adeta yeniden hortladı. Önce şüpheliyi/sanığı yaratalım, delili sonradan buluruz nasıl olsa deniyor.

Şimdi önümüzde iki yol kaldı: Ya bu despotizme boyun eğip rejimin daha da otoriterleşmesine izin vereceğiz ya da her şeye rağmen demokrasinin hâlâ seçimlerle değişim sağlayabileceğini ispatlayacağız.

Ben, yalnızca adıyla değil, içeriğiyle demokratik; hak ve özgürlüklere saygılı, hukukun işlediği bir ülkede yaşamak istiyorum. Bu, her yurttaşın hakkıdır.

Tek dileğim; bu hukuksuzlukların bir an önce son bulması, iktidarın da seçimle tarihin karanlık sayfalarına gömülmesidir. Eski alışkanlıkların hortlamadığı, adaletin gerçekten hüküm sürdüğü bir 21. yüzyıl devleti olabilmek… Çok şey mi istiyorum?