“Kavramların yani mefhumların düşüşünden de bahsedebilmek mümkündür.
Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde sloganlardan birisi de sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum olduğumuzdu. Tabi bu aslında yeni rejimin ne kadar idealist düşüncede olduğunun da bir göstergesiydi, yoksa herkesin malumuydu hani, sermayenin, bürokrasinin, iktidar seçkinlerinin olduğu yerde böyle bir şeyin olamayacağı.
Yeni rejimin kurulmasının ardından düzenin ihdas edilme sürecinde gerek Şeyh Sait ve sair daha küçük isyanlar sonrası Takrir-i sükûn, gerekse de devrimleri destekleyen yeni kanunlar yoluyla sistem daha da güçlendirildi. Tabiatıyla Osmanlı dönemi sadece bir rejim olarak değil, halk üzerindeki tesirinin eritilmesi bakımından da hegemonik rıza sürecine girildi. 1930'lu yılların ardından çıkan birçok yasadan birisi de efendi, paşa, ağa, hacı ve sair unvanların yasaklanmasıydı.
OSMANLI TEŞKİLAT SİSTEMİ
Osmanlı devlet teşkilatında üç sınıf vardı. Bunlardan biri bakanlıklardaki bürokratik işleri takip eden, kalemiyye, diğeri seyfiyye, seyf den yani kılıçtan anlaşılacağı gibi savaş işleriyle uğraşanlar, öbürü de ilmiyye yani din işleriyle iştigal edenlerdi.
Hem teolog hem de sosyolog olan çift taraflı alim Ellul "Sözün düşüşü" kitabında Hristiyanlık döneminden bugüne sözün serüvenini ele alır. Ona göre söz imaj bombardımanı altında hükmünü yitirmiştir. Kendi ifadesine göre sözlere yalnızca kendilerini destekleyen bir görsel delile sahip iseler inanma eğilimindeyizdir, imajlarla dile getirilemeyen şey her ne olursa olsun önemsizdir bizler için. Ellul'un bu ifadesi kavramlar için de geçerlidir elbet. Kavramların yani mefhumların düşüşünden de bahsedebilmek mümkündür. Düşüşten, yani her ne kadar biz onu küfür niyetine o manada kullansak da mefhumun müptezelleşmesinden, kıtipiyozlaşmasından.
Elbet bu artık genel kabul gören bir şeydir modern insanın bir çok sorunu vardır, yabancılaşma, atomize olma, güvensizlik, kaygı, tutunamama, eksiklik -tamamlanmamışlık değil zira iki kelimenin geliş ve gidişlerindeki fark bir uçurum- bunlar yetmez gibi bir de bulunduğu anın tarihsel bir süreçten geldiğini görememe. Her şeye tıpkı Adorno'nun "Negatif diyalektik" kitabındaki "moment" kavramı gibi yani bir uğrak gibi bakmaları. Zira tarihselliği fark edebilse kendisinin okyanusta bir katre bile olmadığını görecek ama öyle bir halet-i ruhiye oluşmuş ki sanki bir cendere.
KAVRAMLARIN MÜPTEZELLEŞMESİ
Hristiyanlık kendisi için en büyük tehlike olan Roma ve onun Yunanlardan adlarını değiştirip neredeyse birebir aldığı dini Paganizmden çok çekmişti. Yeni din ilk dönemlerinde muazzam bir dayanışma ve yardımlaşma ağıyla fakir halk üzerinde önemli bir etkide bulunmuştu. Özellikle ilk devirlerden itibaren görülen manastır sisteminde (1) bir dayanışma oluşmuş, Ömer Lütfi Barkan’ın Osmanlı’nın Balkanlara girerken dervişlerin oynadığı istimalet rolüne uygun bir şekilde gönülleri kazanmışlardı.
İmparatorluk kurmay sınıfı bu dini alt edemeyeceğini fark ettiğinde özellikle Konstantin'in "Milano fermanı" (2) denilen ve aslında ona ait olmayan mektup sonrası bir uzlaşma noktası bulundu. Zaten İmparatorun annesi Helena bütün varlığını Hristiyanlığın kutsal emanetlerini arama yolunda harcayan kendine göre iyi bir Hristiyandı.
Konstantin sonrası gelen İmparatorlar yavaş yavaş bu yeni dine katılırken 1. Theodosius zamanında Roma İmparatorluğu “Cunctos populos” olarak bilinen Selanik fermanıyla Arius karşıtı 325 İznik konsili itikadını kabul etti. Hristiyanlık kurumsallaştıkça artık fakirlere ihtiyacı kalmadı, zulümleri Piskopos Cyril’in kışkırtması neticesi İskenderiye kütüphanesinin yakılması ve Hypteia’nın öldürülmesiyle başladı.
Sultanahmet meydanında bulunan Mısır’dan getirilmesi itibarıyla topraklarımızdaki en eski anıt olan Dikilitaş'ı Fatih'e referans olacak şekilde kızak sistemiyle çektire çektire Mısır'dan buraya getirten ve şu an gördüğümüz son surları yapan 2. Theodosius zamanında Hristiyanlık İmparatorlukta iyice kurumsallaştı. Bundan sonra bu din en büyük destekçisine yani Roma-Bizans İmparatorluğuna ve daha sonra Hristiyanlaşan barbar kavimlerine kavuşmuş gözünü en büyük düşmanı olan Paganlara, Mitraizme yani Romalıların ifadesiyle Sol İnvictus dinine dikmişti.
Pagan tanrıların ve tanrıçaların isimleri aşağılanacak manalarla yer değiştirdi. Bayramları ve özel günleri Weigall'ın "Hiristiyanlığımızdaki putperestlik" kitabında söylediği gibi bu yeni dinin içine eklemlendi. Çok meşhurlarını söyleyeyim mesela Sol İnvictus'u yani yenilmez güneşi anma olan pazar günü ve yine Mitra için olan Noel bunların içinde en dikkat çekenlerdi. Bir örnek daha mesela Hz. Meryem'in Theotokos mu yani Tanrı doğuran mı, yoksa Christitokos mu olduğu Efes konsilinde karar kılındı. Siz Meryem'in hayatının son dönemlerini orada geçirdiği hikayesini boş verin, Efes Ana tanrıça kültünün merkezlerindendi, mesele daha başka yani kadim kültleri kaynaştırma amacındalar aslında.
EFENDİ’NİN DÜŞÜŞÜ
Yani nereye gelmek istiyorum. Tıpkı Roma tarihinde Tanrı ve Tanrıça isimlerinin kıymetlerinin düşürülmesinde görüldüğü gibi, sınıfsız ve imtiyazsız olduğu söylenen bir toplumda bir dönem İlmiye sınıfının en önemli unvanlarından olan efendi, Cumhuriyet döneminde büyük bir ihtimalle edebiyatçılar tarafından -iyi bir tarama gerekiyor yani- Ellul'un söylediğinin bir benzeri, kavramın değerinin düşürülmesiyle hal edilme yoluna gidilmiştir. Hesaplaşma o kadar sert görülmüştür ki başka hiçbir unvan bu kadar tepe taklak gitmedi. Şimdilerde ve daha öncelerden beri elbet kapıcılara, hademelere verilen bu hitap sınıfsız olduğu söylenen bir toplumda verilen tek unvandır (!).
İNSANIN KENDİ MAJESTİĞİYLE SERÜVENİ
Amerika’nın baş belası Steinbeck’in senaryosunu yazdığı 1952 yapımı "Zapata" filminde unutulmaz bir sahne vardı. Zapata yani filmde Brando diğer köylülerle birlikte 2020 yapımı “El baile de los 41” filminde eşcinsel damadını kurtarırken gördüğümüz başkan Porfirio Diaz’a gelir derdini anlatır. Başkan tamam siz şimdi gidin ben sorununuzla ilgileneceğim der. Zapata çıkışır hep böyle söylüyorsunuz gibi, Başkan ona kızar senin adın ne bakayım der ve ismini kağıda yazar. Sonra devrim olur. Zapata bir zamanların başkanının yerine geçer, yine köylüler gelirler durum aynıdır, Zapata tamam sizin sorununuzla ilgileneceğim der bu kez başka birisi tıpkı onun bir zamanlar söylediği gibi bir çıkış yapar. Zapata kızar senin adın ne der duyduğu ismi kağıda yazar. Birden duraksar ne hale dönüştüğünü görür hızla dışarı çıkar atına atlar oradan uzaklaşır. Başkası yani geldiği makamdaki davranışıyla başkan ve köylüler bu yeni yolculuğuna ayna olmuştur zira. Ama geldiği noktayı kabullenemez, geçmişinin, asrı saadetinin simgesi olan atına biner ve oradan hızla uzaklaşır.
Yine bir film sahnesinden devam edeyim. "Schindler'in listesi" filmini hepimiz izlemişizdir. Kamptaki Nazi komutanı cehennem mekân Amon Göth elinde tüfeğiyle, Stewart Grenger'in 1952 yapımı “The Last Hunt” filminde bizonları öldürdüğü gibi rast gele gördüğü Yahudileri öldürür. Schindler bunu herkesin yapabileceğini güç açısından önemli olanın bunu yapmamak demek olduğunu söyler. Nazi bir dönüşüm geçirir bunun üzerine. Tam tüfeği ateşleyecekken Schindler'in söyledikleri gelir aklına, parmağıyla işaretleyerek "seni affettim" der. Öyle ya kendisinde tanrısal bir güç görüyordur. Ama Nazi işte içine bir kez Mephisto girmiştir ne yapsın. Devam eder, öldürerek kendi kıyametine.
EFENDİ’NİN YÜKSELİŞİ
Zapata ve Amon Götz’ün ve tabiatıyla daha nicelerinin hubris ve hamartia’sından sonra tekrar efendiye geleyim. Daha önceden kavrama ilk gönderme yapılan kişiler tamamen bittiler mi, nereye gittiler. Bitmediklerini biliyoruz, görüyoruz. Onlar da elbet mutasavvıf, derviş olma yolundan çıkmışlardı çoktan, hademelik, kapıcılık ile yan yana gelemezlerdi. Öyle bir ayrıştırdılar ki kendilerini, "Hoca efendi" dediler hatta o da yetmedi "Hoca efendi hazretleri" dediler kendilerine. E boşuna denmemiş herhalde "Dağ başında derviş olmak kolay gel de burada ol" diye. Zaten oldum demek öldüm demek değil miydi.
Demem o ki "Alim-i ulema", "kutb-ül aktab" olana bir çul ve dahi çulundaki bir tüy fazla gelirmiş, değil hazret. Yukarıda yarım bıraktığımdan devam edeyim, günümüz tamamlanmamışlık değil eksiklikten muzdarip. İkisinin gelişi de gidişi de başka bir yer, başka bir ontoloji, başka bir etik.
Başka bir oluş, başka bir “olma”, başka bir ölüm, başka bir bios ve zoe. Zoe’yi önceleyen bios. Nefs-i emmareyi -Jung’un “gölge”sini yin ve yang’ı da hatırda tutarak- eritme yolunda insanın ötesine erişmek. Hasılı başka bir yol, hiç bitmeyen…
DİPNOT
-
“Monakhos” Grekçe yalnız yaşayan anlamına gelmektedir. Aziz Antonius ile başlayan çölde yalnız yaşam “ankoretik manastır” hayatı Romalı bir asker olan Pachamius ile toplu “kenobitik manastır” ile sistematik hale getirilmiştir. Pachamius Hristiyanların kendilerine yapılan zulme karşı Hz. İsa’nın söylediği “sol yanağını çevir” emrine uymalarından ve işkencelere rağmen dinlerinden dönmemelerinden etkilenmesi sonucu askerliği bırakarak manastır hayatına girmiştir. Askerliğinden gelen disiplin kurallarını manastır hayatına uygulayarak ilk sistemi oluşturmuş sonra Benedict bunu geliştirmişti. Antonius ve Pachamius ile Mısır’da başlayan bu yeni yaşam biçimi bütün dünyaya yayılmıştır. Bilal Baş “Hıristiyan Manastırcılığının Doğuşu” M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi 44 (2013/1), 189 Dünyanın en eski Hristiyan dini yapılarından olan Aziz Antonius manastırı onun yaşadığı mağaranın yakınına yaptırılmıştır.
-
Turhan Kaçar “1700. Yılında Milano Fermanı, Roma İmparatorluğu ve Hıristiyanlar”, Toplumsal Tarih Dergisi, Şubat 2013, 49