"Bitmek bilmeyen 'çokluğu çoğaltma tutkusu' insan tabiatının dışındadır, bilinçlerinin bir yerlerinde görüyorlardır herhalde bir cendereye girdiklerini."

Hepimiz görüyoruz sanıyorum bir on beş, yirmi yılı var bu kelimenin ortaya çıkışının. Biliyoruz elbet önceki kuşakların kan kardeşi bir şekilde dönüşüme uğramış bu yeni kuşağın elinde dönemin ruhu internet anıştırmalarının, kısaltmalarının azizliğine uğramıştı. Her ne kadar kanki, pampa ve daha da versiyonları çıkabilecek olsa da şimdilik bu minvalde gidiyor gibi.

Neredeyse bir sosyal kanun, bir önceki kuşağın kullandığı jargonun kullanılmaması ya da değişime uğrayıp tekrar kullanıma girmesi. Bu rağbet edilen içki ve uyuşturucu maddeler açısından dahi görünmekte olan bir şeydir. Mesela rock, metal klanından olanlar bira, esrar üzerinden kendisini ifade ederlerken, yeni dönemin clubber tipi tüketim kültürünün statü sembollerinden gidiyor, Extasy ve türevi haplar ve kokain bu grupların yeni tanrıları oluyordu. "Torbacı"nın façası bu tiplerin statüsüne uymayan bir imajdayken diğeri kendisi gibi saçından giyime, jargona kadar aynı dünyadaydı.

DÖNÜŞÜMÜN SERENCAMI

Şu an doruğunu yaşadığımız kapitalizm ve teknolojik gelişmeler yeryüzünde otomatları saymazsak hepi topu 200 yıl. Yani binlerce yıllık sosyal yaşamın içinde daha çok yeni. Ancak mekanik toplumdan organik topluma doğru giden bu süreç uygarlığımız içinde bir daha düzeltilemeyecek yaralar açtı. Belki iyi yönleri de vardır elbet. Bireysel gelişim açısından mutlaka diğer toplumlara göre, tabir-i amiyane "Şam şeytanı" olduk. Onlardaki saflık bugün için makara mevzusu. En basitinden eski filmlerin dünyası, esprileri, bakış açıları şimdiden bakıldığında ne kadar komik. Mesela eskiden kelimelerle oynanan şakalar şimdi için "kötü espri". Çocukken katıla katıla güldüğün bir filmi yıllar sonra izlediğinde aynı zevki alamıyorsun. Yok hayır arada masumiyetini kaybettin gibi romantik laflar etmeyeceğim o zaman da öyle masum olduğumuzu düşünmüyorum zira.

Twenge yeni kuşağı anlamak için "ben nesli" kavramını önermişti. Tıpkı modernizmin iki yönü gibi bu kuşağın hatta bundan sonraki kuşakların da bütün öz güveni ve iddiasına rağmen depresyon ve kaygılarının yüksek olduğunu söylemekteydi. Yine bunun gibi bir şeyi sosyal medyada görenler olmuştur mutlaka. "Şımarıklığı öz güven sanmak" bu yeni kuşağın ve sonra gelecek olanların da alamet-i farikası olacak herhalde.

Bunun benzerini Sennett “Karakter aşınması” kitabında baba Enrico ile oğul Rico’nun karşılaştırmalı analizini yaparak gösterir. Baba fordist sanayi kapitalizm sürecinde çok şey beklemeden ama geleceğini tasarlayarak yaşarken. oğlu yüksek maaşlı, statülü ancak esnek ve güvencesiz çalışanı temsil etmektedir. Bir tarafta daha az ile ama güvenceli yaşayan hayattan öyle çok da bir şey beklemeyen geleceğini tasarlayabilen huzurlu bir baba, diğer tarafta varlıklı ama sistemde varlığını kaybedebilme korkusuyla benliğinde yarattığı huzursuzlukla yaşayan bir oğul vardır. Öyledir elbet kaybetme korkusunun ne kadar yaygınlaştığını hepimiz gözlemliyoruz. Wall Street borsa çalışanlarının en büyük dostunun anti-depresanlar olduğu söylenir, doğrudur da büyük ihtimalle. Bir türlü bitmek bilmeyen “çokluğu çoğaltma tutkusu” insan tabiatının dışındadır, bilinçlerinin bir yerlerinde görüyorlardır herhalde sonu olmayan bir cendereye girdiklerini.

BENLİĞİMİZİ ŞEKİLLENDİRENLER

Kabahatliler miydi peki, yani kendilerini oluşturan, şekillendiren bu müthiş rüzgara karşı koyabilirler miydi. Bu aslında sosyal bilimlerin vazgeçilmez sorusudur, bir anlamda tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan gibi. Fail mi? yapı mı? Yani hepimiz yapının oluşturduğu iradesiz birileri miyiz yoksa bir fail olarak kendi kaderimizi çizebilir miyiz. Her ne kadar varoluşçuluk son çığlığı atsa da bu burada kalsın şimdilik.

Amerika'da en azından diziler, filmler üzerinden vakıf olduğumuz kadarıyla brother yani kardeşin kısaltması bizim kankaya eşit "bro" var, bu da bir tesadüf olmasa gerek herhalde. Siz bakmayın Alexis Carrel'in "İnsan bu meçhul" demesine evet insan meçhuldür ama Dalai Lama'nın bir Amerika'lı psikiyatristle konuştuğu o müthiş "Mutluluk sanatı" kitabında dediği gibi bütün insanların hayali birdir. Daha iyi bir hayat istemek.

Distopya öykülerini, filmlerini, dizilerini biliriz, tam bir karabasandır. Mesela "Black mirror" dizisi, yarattığı kasvet yetmezmiş gibi senaryosu da belki bir sayfayı geçmez diyalog bakımından. Buna rağmen senariste çok daha fazla iş düşer, bütün sahneleri, hareketleri, kasıtları, açıları tarif etmek zorundadır. Bu bize hiç yabancı değildir zaten günümüzde de mefhum-u muhalifinden anlıyoruz birbirimizi. "Anlamıyorsun" ya da biraz daha vicdanlısı "anlatamıyorum" boşuna ortaya çıkmış bir ifade değildir, hepimiz kullanıyoruz anlatamayan da anlamayan da biziz zira.

Marx üretim sürecinin parçalanması, ürünün bütününü görememe, artı değerin işleme biçimi, ücretlendirme gibi süreçlerin insanı yabancılaşmaya soktuğunu ileri sürmüştü. Boş zaman anlayışının ortaya çıkmasından sonra Frankfurt okulunun kitle kültürü, kültür endüstrisi veya Marcuse'nin söylediği "tek boyutlu insan" kavramıyla yabancılaşmanın yoğunlaşması üzerine yaptıkları araştırmaların sebebi gördükleri bu krizdi.

Tüketim toplumu belgeselinin ve kitabının yazarı Guy Debord bildiğimiz enternasyonallere nazire yaparcasına "Sitüasyonist enternasyonal" adında bir grup kurmuş Enlul’un “Sözün düşüşü” kitabını anıştırır bir şekilde, bağıra bağıra imajların, gösterinin, gerçeğin, hakikatin yerini almasına karşı tepkisini göstermişti. Günümüz insanı tıpkı Matrix filmindeki o kötü karakterin yemek yerken ki söylediği şeyler gibi olmadığını bildiği şeyin peşinden gidiyordu. "Bunun bir biftek olmadığını biliyorum", evet belli yani sistemin içine kırmızı hapı değil maviyi yani sıradanlığı seçen giriyor, Bu durumda Debord'un intihar etmeden önce hangi hapı seçtiğini tahmin etmek için allame-i cihan olmaya gerek yok herhalde.

"SCUM" kurucusu ve metnin yazarı psikopat (!) Solonas uygarlığa daha doğrusu yarattığımız erkek bakışlı uygarlığa haykırışını yaptı. SCUM'un açılımından da anlaşılır derdi. "Erkek Doğrama Cemiyeti". Bu tek kişilik cemiyetinin tek kurbanı da Pop Art'ın yıldızı Warhol'du. Şimdilerde seks işçisi denilen şeyle (!) hayatını idame ettiriyordu. Yazdığı ve parası olmadığı için kopyasını çıkaramadığı tek senaryoyu kaybettiği için silahla öldürmeye çalışmıştı onu. Beceremese de ömür boyu yaptığının izini taşıtmıştır Warhol'a. Yazdığını da küçümsememek lazım hepimizi düşündürmesi gereken şeyler var zira.

Batı dünyası yüzyılın başından itibaren önce Dada, Lettrism, CoBrA ve sürrealizme kadar varan sanat akımlarıyla bu duruma dikkat çekti. Modern resim fotoğrafın bulunuşundan sonra temsilin kusursuzluğunu bu sanata kaptırdığı için sonrasında Nazilerin ve Bolşeviklerin tabir-i amiyane uyuz oldukları soyut çalışmalara yöneldi (1), (2). Ancak sadece resimde değil genel anlamda temsildeki bu yarılma uygarlığın krizi manasındadır aynı zamanda. Baudrillard "Simulakr ve simülasyon" ayrımında -gerçi daha sonra biraz değiştirse de- bir örnek verir. Disneyland Amerika'nın Disneyden ayrımını göstermek için yaratılmıştır, öyle ya Disneyland olmasaydı biz Amerika'nın nasıl saçma bir yer olduğunu görecektik yoksa. "Binary opposition" ikili karşıtlıklar, bir cüz’ün diğerini tanımladığı yani.

BİZİM ÖYKÜMÜZ

Biz de özellikle 12 Eylül ertesi Özal ile birlikte neo-liberalizmin düzenlemelerine maruz kaldık. 80'ler dizisini izleyenler bu durumun nasıl bir vurgun olduğunu göreceklerdir. Çok uzun bir süre değil hepi topu 30, 40 yıl, bu ülkeyi derinden sarsmış durumda. Güvenli sitelerde belki özel hayatlarımızı meraklı gözlerden uzakta yaşıyoruz ama bu durumda yine bizim için vazgeçilmez olan güvenceli bağlardan uzaklaşıyoruz. Ülkemiz sosyolojik "Değerler araştırması"nda Batı ülkeleriyle neredeyse eşleşmiş durumda. Evlerimiz stüdyo daire, Amerikan mutfak, güvenli siteler. Sadece gökyüzünü diğerleriyle aynı anda seyrediyoruz diyeceğim ama Dubai'de kayak merkezleri yapılması gibi o dünyanın içindeki renklerle, gözlüklerle görüyoruz.

"Her insan bir metin" yazımı okuyanlar hatırlayacaktır, seçilen hiçbir kavram, kelime tesadüf değil. Neden bazı ifadeler duyulduğu andan itibaren dolaşıma giriyor, tutuyor, yaygınlaşıyor. Bunun cevabı Jung'un "kolektif bilinçaltı" kavramında. Ortak yaşamımızda aynı sıkıntılar veya mizah eşleştiğinde kavram, deyim, ifade karşılığını buluyor, tedavüle giriyor, yaygınlaşıyor.

Öyle belki gençlerin ağzında sakız gibi kanka kelimesini kullandıklarına hele hele herkesin birbirine söyleyip anlamını yitirdiğini düşünmeyin o kadar boğuluyorlar, o kadar yalnız hissediyorlar ki kendilerini Freud'un müthiş metaforu "baca temizliği" gibi bilincin bir yerlerinin dili, kanka hayalleriyle çığlık çığlığa haykırıyor.

DİPNOT

1) Büyülü fenere giden yolda en önemli merhalelerden biri de fotoğrafın icadı ve gelişmesiydi. Eadweard Muybridge ilk çağ filozoflarından beridir bir sorunsal olarak görülen hareket konusuna yoğunlaşmış bunun üzerine eşsiz çalışmalar yapmıştı.

Hareket günümüz fiziğinin de en önemli kavramlarından birisi. Temsilin resimden fotoğrafa geçişi felsefecilerin kavramsallaştırdığı gibi bir kriz de yarattı elbet. Fotoğrafın da görme biçimleriyle yansıtılması, ideolojik bir süzgeçten geçtiği daha sonraları ifade edildi.

Fotoğraf dedim oradan devamla, Muybridge bir atın koşarken dört ayağının yerden kesilip-kesilmediğini görmek istiyordu. Sadece o değildi elbet, genel kabul gören düşünceleri yıkmak için dönemine göre bir hayli cesur olan "nü" yöntemiyle -yine hareketi görmek maksadıyla- bir hayli tepki toplayan çekimler yaptı.

Asıl soy adı Muggeridge olan Eadweard, Stanford üniversitesinin kurucularından olan Leland Stanford'un kafasını kurcalayan atın koşması meselesini fotoğrafladı. Maddi desteğini de alarak onun çiftliğinde çalışmalarını sürdürdü. Barakanın içine yan yana dizilmiş 12 fotoğraf makinası bir ipe bağlı şekilde yoldayken at koşturuluyor, atın bastığı ip otomatik olarak fotoğraf çekiyordu. Böylece resimlerde çizildiği gibi atın dört ayağının yerden kesilmesinin söz konusu olmadığı görüldü.

Fotoğrafla birlikte resim temsilde hükmünü yitirince sanatçılar soyut resme yöneldi. Muybridge kendisinden bir hayli genç bir kadınla evliydi. Başından beri onu kıskanıyordu. Bir çocuğu olduktan sonra onun kendisinden olmadığını düşünmeye başladı. Sevgilisi olduğunu düşündüğü Harry Larkyns'i tek kurşunla vurarak öldürdü. Şu an o çalışmalarının olduğu koleksiyon "The City of Philadelphia's Commercial Museum" da. 2015 yapımı Eadweard filminde bu süreci izleyebilirsiniz.

2) Dünyanın en çok izlenen sergilerinden biri tuhaf bir şekilde 1937’de Münih’te Nazilerin açtığı “Entartete Kunst” Yoz sanat sergisiydi. Her gün taşımayla birçok öğrenci ve diğer insanlar buraya getiriliyor seçilmiş soyut sanat eserlerine alaylı bir şekilde bakıyorlardı. Bunun karşısındaysa “Große Deutsche Kunstaussetellung Büyük Alman sanatı sergisi onların Aryan ırk fikrini göstermeye, Başak Nisan Duran, ‘‘Nazi Almanyasının Sanat Politikasında Yaratım ve Yıkım: Yoz Sanat Sergisi”, Sosyologca, Sayı 22 (2021), s. 178-185.