Yani devrim dediğiniz sadece rejimlerin değişmesi anlamında bir akış değil, özne kendisinde de devrim yapması gerekmekte.

Popüler kültür, içinde herkesin hayat bulduğu bir alan. Hepimiz ona bir taraftan bir şey katarken diğer taraftan ondan etkileniyoruz da. Bu arena o kadar önemli ki oraya hakim olan toplumu her türlü dönüştürme gücünü kendinde bulabilir. Yani devrim dediğiniz sadece rejimlerin değişmesi anlamında bir akış değil, özne kendisinde de devrim yapması gerekmekte.

BİR MUHAREBE ALANI OLARAK POPÜLER KÜLTÜR

Önce popüler kültürden gideyim sonra değişim bölümüne geçerim. Popüler kültür, 20. yüzyıl ile birlikte ortaya çıkmış bir kavram. Kavramın kökenleri Frankfurt okuluna dayanıyor. Adorno buna önce “Kitle kültürü” demiş, daha sonra 1950'lere doğru kavramı kültür endüstrisine çevirmişti. Buradaki maksadı, kitle kültürünün vurgusu fail olarak bir kitleyi göstermesi oysa onun kastettiği kitlenin bu etkileşim içinde fail değil meful olduğuydu. Bu anlamda kitleler bu kültür endüstrisinden etkilenmekteydi.

Gramsci malum Marksizm'e çok şey eklese de Ortodoks Marksizm açısından çok tepki almıştı. Meşhur “Hapishane Defterleri” kitabında bir çeşit sivil toplumcu yaklaşımla mevzi kazanmaktan bahsediyordu. Bu söylem, elbet birden bir devrimle her şeyi değiştirecek dolaysıyla belirsiz bir gelecekte rüya bir toplum ortaya çıkacağını söyleyen klasik yaklaşıma aykırı düşecekti. Ortodoks Marksizm’e göre bütün sorunlar şimdilik kaydıyla görmezden geliniyor, kadın sorunu, çevre, hayvan hakları, cinsellik ve sair şeylerin hepsi o efsane devrim sonrası dönemde zaten çözüleceği için bunları şimdi konuşmanın bir manası yoktu.

Gramsci toplum tipleriyle mücadele biçimleri arasında bir ayrım gözetiyordu. Ona göre batı türü toplumlarda sivil toplum geliştiği için burada öyle sokak savaşı, gerilla mücadeleleri varit değildi, zaten öyle bir şey olmadı da. Almanya'da ve başka ülkelerde ortaya çıkan "Baader Meinhoff" türü örgütler ülkelerinde bir devrim yapmak düşüncesinde değil perifer ülkelerde yapılan mücadelelere kendi emperyalist devletine vurup, engelleyerek onlara destek olma amacındaydı. Yoksa onlarda biliyorlardı marjinal kaldıklarını. Gramsci ideolojik hegemonyanın rızaya dayanmadığı ülkelerde kıran kırana bir savaş olabileceğini bunun zaten zorunlu olduğunu söylemekteydi. Burada kitle kültürü, popüler kültür gibi kavramların yanına ideolojik hegemonyayı da ekleyerek devam ediyorum. Gramsci bu kadar değil ama yazı bağlamında kâfidir.

SOKAK HAKİMİYETİ VE SÖZÜ ÇOĞALTANLAR

Bayağı bir zaman oldu unutulmuştur belki 28 Şubat öncesi gerginliğin dorukta olduğu günlerde, meşhur Çarşamba semtine polisler bir baskın yapıp etrafta gördükleri molla kıyafetlileri toplayıp götürdüler. Sonraki günlerde sokakta böyle tiplerin ürkeklikleri görüldü. Elbet bir polis korkusu değildi bu, Şerif Mardin'in kavramsallaştırıldığı gibi "mahalle baskısı" idi. Zira haberleri okuyan herkes bu tipleri daha seçici olarak görmeye başlamışlar bu olay özelinde meful olanlarsa tedirginlik içine girmişlerdi.

Bir örnek de meşhur satanist olaylarından vereyim. 1999 yılında Türkiye’nin gündemine satanizmin girdiği bir cinayet olayı vardı. Onun hemen ardından polisler Akmar çarşısı ve benzer yerleri basıp her ne akıllaysa artık kendilerince satanist sandıkları fanzinleri, kasetleri, tişörtleri hatta çalışanları, sokakta gördükleri siyah giyenleri toplayıp götürdüler. Bir müddet sonra sokaklarda ne siyah giyenler vardı, ne de bırakın black metal dinleyenleri rock müzik dinleyenler dahi tedirgin olmaya başlamışlardı. Şimdilerde Beyoğlu'nda gördüğünüz insan habitatı değişikliğinin kökenleri o dönemlerde başladı yani. Gezi olaylarından sonra da Beyoğlu belediyesinin kafe önlerindeki sandalyeleri kaldırılması da başka bir darbe vurdu. Buralardaki tipler kanalıyla yaygınlaşan bir kültür hedef alınmıştı yani.

Son bir örnek daha vereyim. Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya sol düşünceyi popüler kültürün içine yerleştirmiş bir çeşit arabesk sol yaratmışlardı. Bu anlamda onların ölmesiyle etkileri yavaş yavaş silindi, şimdilerde artlarından gelen kimse yok. Yani sokak hakimiyet dilinin kaybedilmesinde önemli dönüm noktalarından birisi de bu eksiklik gibi.

SOL HEGEMONYA

Yeni toplumsal hareketler aslında 68 olaylarının ardından başlamış, klasik Marksist sokak hareketlerinden farklılaşma eğilimi görülmüştü. “3 M” yani Marx, Mao, Marcuse'nin -özellikle sonuncusu o süreçte yaşadığı için- havasından geçilmiyordu. İşçi sınıfı merkezli eski toplumsal eylemlerin değişmesi bu tarihlerle birliktedir. Artık devrimin dinamosu öğrencilere geçmişti. Yeni sol ya da Avrupa solu diye adlandırılan bu düşünce klasik düşünceyle de bir çatışma halindeydi. Ortodokslara göre bunlar ihanet içindeydi. Zaten Marcuse savaş boyunca ABD Dışişlerinde Almanya masasında çalışıyordu, yani meşkûk bir yönü de vardı hani. Bütün arkadaşları savaş sonrası anavatanları Almanya'ya döndüğü halde o emperyalizmin kalbinde yaşamaya devam ediyordu. Yani Saunders’in “Parayi verdi düdüğü çaldı: Sanat ve Edebiyat Dünyasında CIA parmağı” kitabını da hatırlatmakta fayda var tabiatıyla.

Derken Laclau ve Mouffe'nin literatürü çok etkileyen "Hegemonya ve sosyalist strateji" kitabı çıktı. Onlara göre artık başat bir devrim önderi yoktu, herkes o soyut "boş gösteren"in içinde tabir-i amiyane ağa olmadan yer alacaktı. Bunun benzerini Deleuze ve Guattari "Anti Oedipus" da "Rizom" diye kavramsallaştırdı. Artık hiyerarşik, ikili karşıtlı ağaç biçimli iktidardan uzak, kökleri diplerde olan çokluğa, farklılığa ve yatay yayılıma dayanan bir düşünceyi oluşturmalıydık yani.

SAN FRANCİSCO CASTRO STREET

LGBTQ hareketler de dağınık mücadele yerine kurtarılmış bölgeler oluşturma düşüncesine girdiler. Amerika'da eşcinsellerin merkez olarak San Francisco'yu seçip buradaki kazanımlarını bütün ülkeye yaymaları düşüncesinin ardında da hegemonya kavramı yatmaktaydı. Bu bağlamda Sean Penn'in 2002 yapımı "Milk" filminde canlandırdığı Harvey Milk'in mücadelesini de hatırlatayım. New York’ta da Greenwich Village çevresi bu kişiler için rahatlıkla hareket ettikleri kurtarılmış mekanlar olmuştu.

Gramsci'nin söylediği gibi buradaki savaş bir mevzi savaşı. Her kesim kullandığı kavramı slogan şeklinde öne sürüyor. İçerikler zaten hiçbir şekilde ortalıkta yok. Bu aslında iyi kullanılırsa bir avantajdır da. Zira karşında bunu savunanın dilinin dışında tek tek olayları konuştuğunuzda ideolojik açıdan savunma sıkıntıları var. Bayrak yarışına girdiğinizde sizden daha hırçın daha hoyrat olduklarından ne dilini ne elini sakınıyorlar. Bu anlamda hiç de akıllıca olmayan bir alana girmemek gerekiyor. Ya ne olmalı. Dediğim gibi savunduğun yaşamın alanını genişletip mevzi kazanmak, bu alanda giderken klasik jargondan uzak durmak seninle onun arasındaki mesafelerin aslında olmadığını göstermek.

HAYIRLI CUMALAR

Bu kadar değinme, gönderme yeter sanıyorum. Şimdi "Hayırlı Cumalar"dan neyi amaçladığıma geleyim. Bu alanı hegemonyada bir mevzi gibi gören İslamcı akımlar, yada bu noktada hassasiyeti olanlar diyeyim hadi, bilerek günlük dilin içine bunu sokmaya çalıştılar ve başardılar da. Tıpkı bir zamanlar "Kutlu doğum haftası", Ramazan şenlikleri ve kafa tokuşturmada olduğu gibi bunu da popular kültürün içine soktular.

Kültürel gerilimlere denk gelen olaylarda Akit gibi gazeteler burada bir mevzi savaşı döndüğünü bilerek topa en edepsiz şekilde giriyorlar. Twitter’da da özellikle Cumhurbaşkanlığı İletişim başkanlığının güncel olayları takip edip bunlara yönelik tema oluşturarak troller kanalıyla bunu yaymasına şahit oluyoruz. Cumhurbaşkanının neredeyse her Cuma namazı sonrası bir açıklama yapması vaka-ı adiye haline geldi. Hegemonya alanında bu gibi şeylerle ya mücadele edersin ya da sen de aynısını yaparak bir çeşit enflasyon oluşturur onun etkisini sıradanlaştırırsın. Tezyif edici “Bay Kemal” nasıl Kemal Kılıçtaroğlu’nın kendisi tarafından da kullanılınca boşa düştüyse aynı bunların da etkisi yok edilebilir ama hegemonya bir tomardır, bir toplumsal tipin yaygınlık göstermesi bu bakımdan lazım-ı melzumdur.